[voiserPlayer]
İlk Hikaye
Kahramanı tahtakurusu. Hangi ağaçtan yapıldığını bilmediğimiz bir sandalyenin içinde. Türü Hylotrupes (Konakdelen) midir? Yoksa Anobium (Tahtakurdu) mu? Veya kınkanatların başka bir türü mü? Fi tarihinde sandalyenin artık bacağından mı? Başka bir yerinden mi? İçine girmiş, yerleşmiş ve çoğalmış. Kim bilir kaç nesil geçmiş? Ancak durmamış, dinlenmemiş, ahşabın iç damarlarını dolaşmış, tüneller açmış. Ve neticede de Keops piramidine denk bir şaheser inşa etmiş. Kendi anıt mezarını.
Nihayet o an… Sandalyenin sahibi bir ihtiyar. Yaklaşıyor. Yüzünde belki bir tebessüm. Acele etmeden oturuyor. Yaşından mütevellit, muhtemelen sandalyenin kollarından destek de alarak. İlk önce yaslanmıyor arkasına. Sandalyeyi tam ortalayarak oturuyor, bütün ağırlığını eşit dağıtarak. Öyle kalakalsa belki bir şey olmayacak. Ancak öyle kalmıyor. Sırtını yaslıyor. İlk önce sandalyenin bacağı çatırdıyor, sonra ikiye kırılıyor. İhtiyar gerisin geriye düşüyor. Elleri havaya gayri ihtiyarı kalkıyor. Sandalyenin düşüşü ile paralel olarak da kafası yere doğru inerken ayakları da yükseliyor. Mükemmel bir düşüş.
Yerle temasta ihtiyarın kafası bir kez zıplıyor. İhtiyar ölmüyor, bayılıyor sadece. Nabzı da normal. Ancak kafasının yere çarptığı noktada sivrisinek ısırığı gibi küçücük bir yara beliriyor. İşte o yara. O yaradan içeri giriyor ölüm. Dışarıdan bakana da, içine girelene de belli etmeden. Yara morarmaya başlıyor. Üstünü örten saçları kaldırmaya. Zira düşüş kafatasının koruduğu sanılan damarları patlatıyor. Patlayan damarlardan akan kan beyni kaplayan incecik zarın üzerinde birikiyor. Yani, beyin kanaması. Aylardan Eylül. Çok güzel geçen bir Eylül.
İkinci Hikaye
Kahramanı bir adam. Sabah sıcak yatağını ve yataktaki karısını bırakmak, kalkmak ve işe gitmek zorunda bir adam. Günü rutin başlar. Traşını olur, kahvesini içer. Arabasına biner ve kontak anahtarını ilk çevirişte çalıştırır. Sonra gariplikler başlar. Araba ilk önce daracık sokaklarda aniden hızlanır. Neyse ki arabayı kontrol altına kolay alır. Kırmızı ışıkta durur, araba bu sefer titrer, arabanın bütününü saran bir titremeyle. Yeşil ışık yanar, araba kendiliğinden ileri fırlar.
Benzin almaya karar verir. Öte yandan petrol ambargosu vardır ve benzincilerde uzun kuyruklar. Tenha olabilecek bir benzinciye girer. Ancak benzinliğe girmek için gereken manevrayı kendi mi yapmıştır? Araba mı? Sanki araba istediği zaman kendinin kontrolünü eline alıyordur.
Tekrar yola çıktığında araba yine kendi kontrolünü alır ve ilk benzincide durur. Depo zaten doludur. Adam geri vitese takıp ayrılmak ister. Olmaz. Sadece yarım litre benzin alır ve yola çıkar. Yolda bir kazaya rastlar. Neyse ki geri vites bu sefer çalışır. Yola devam. Başka bir benzincinin yanından geçerken araba kendi kontrolünü tekrar alır ve benzinciye girer. Geri vites tekrar çalışmaz.
Benzinciden ayrıldıktan sonra bir o sokak, bir bu sokak. Neyse ki kendini iş yerinin önünde bulur. Ancak bu sefer adam arabadan ayrılmak istese de ayrılamaz. Arabanın ön koltuğuna yapışmış kalmıştır. Şehrin sakin bölgelerine gidip soyunmayı dener. Onu da başaramaz. Evine döner, karısını da yanına çağırabilir. Ancak olayın medyaya düşme korkusundan ayrılır.
Neyse ki akşam olunca bütün benzinciler kapanır da araba kendi deposunu tekrar tekrar doldurtamaz. Gecenin sonunda arabanın bütün benzini tükenir, adam ancak o zaman arabadan kurtulmayı başarır. Şehrin çok dışında, ıssız bir yerde tek başınadır.
Üçüncü Hikaye
Kahramanı bir kral. Ülkesinde ona ölümü hatırlatacak olan her şeyi gözünün önünden kaldırmak isteyen bir kral. Bunun için karar verir, ülkenin her yerine eşit uzaklıkta devasa bir mezarlık kurmaya. 100 kilometre kareyi kaplayacak kare şeklinde bir mezarlık. İlk önce ana yollar yapılır. Ülkenin dört bir yanından bu merkez mezarlığa uzanan ana yollar. Mezarlık yüksek duvarlarla çerçevelenir. Temelde üç metrelik kalın bir duvar. Onun üzerinde de dokuz metrelik yükseldikçe inceleşen başka bir duvar. Girişler ise dört ana yolun bittiği noktalarda mezarlığın duvarlarında açılan kemerlerden.
Sonrasında taşınma başlar. Sadece yeni ölenler değil, daha önce ölenlerin cesetleri veya cesetlerinden artık ne kaldıysa. Ülkenin her yerindeki mezarlıkların altı üstüne getirilir. Artık mezarlarda ne bulunursa? Kafatasları. Kaval kemikleri. Toplanır ve bir tabuta konur ve yeni mezarlığa taşınır. Peki var olan mezarlıkların dışına gömülenler? Yurt dışında gömülenler? Peki ya diğer canlılar? Her biri ayrı bir tartışma konusu olur ve çözümler üretilir. Zamanla mezarlığın dört tarafında dört büyük şehir kendiliğinden yükselir.
Zaman geçer ve mezarlık/kentlerin ilk büyüme dinamiği tükenir. İnsanlar tekrar ölülerini daha yakın yerlere gömmeye başlar. Bir tarihten sonra büyük mezarlığa sadece çevresindeki dört şehirden cenaze gelmeye başlar. Cenaze akışı kurudukça mezarlığı çevreleyen kentler de eski canlılığını kaybeder ve gittikçe ıssızlaşır.
Kral ise artık yaşlı bir adamdır. Bir gün sarayının en yüksek balkonundan dışarı bakarken sarayın yüksek duvarlarını aşan bir ağacın sivri tepesini görür. Servi ağacıdır bu. Bunu dünyada vaktinin artık dolduğuna yorar. Sarayın bahçesine iner. Bahçenin açıklık bir alanına gelince kuru yaprakların üzerine uzanır ve onu takip eden muhafızına ölmeden önceki son sözünü söyler. “Burada.”
Dördüncü Hikaye
Kahramanı özel siparişler kurumunda çalışan bir memur. Günü garip başlar. Çalıştığı yerin kapısı kapanırken sağ elini sıyırır. Sağlık hizmetlerine uğrar ve yarasını tedavi ettirir. Orada aşırı ısınmadan ötürü tedaviye getirilmiş bir koltuk görür. Koltuğa iğne vuracak hemşire ile ayaküstü konuşur. Ofise gider, ancak geç kalmıştır. Zira saati çalışmasına rağmen, akrep ve yelkovanı hareket etmiyordur.
Bir müşteriden aldığı parayı kasaya koyarken, banknotlarından birisi parmağına dolanır. İşten çıktıktan sonra bir mektup postalamak için gittiği posta kutusunun kaybolduğunu görür. Bildiği başka bir posta kutusu daha vardır. Ancak onu da yerine bulamaz. Evine döner. Apartmanın asansörü çalışmıyordur. Merdivenlerin ise içi yok olmuştur. Yine de evine girebilir. Aralıklarla çatırtılar duyar. Evin ve binanın içinden ve dışından. Ayrıca evinde sürahisinin yerinde olmadığını fark eder. Uyur.
Ertesi sabah işe giderken asansörü çalışır bulur, ancak apartmanın kapısı kaybolmuştur. Sokağa çıkar, başka apartmanların da kapılarının, hatta bazı dükkanların vitrinlerinin içindekilerle birlikte kaybolduğunu görür. Ve en garibi, bir binanın komple ön cephesi kaybolmuştur. Ve bir söylenti işitir. Bir apartman tamamen yok olmuş, içindekiler ise ölmüştür.
Sokaklarda dolaşır, temelinden kaybolan binalara rastlar, yok olan yollara, patlayan su borularına. Arabaların, trafik ışıklarının, posta kutularının, sokak lambalarının kaybolduğunu işitir. Sokakların insanlarla dolu olduğunu görür. Kendisi gibi herkes binalara girmeye korkuyordur, metroyu kullanmaya, tünellere girmeye.
Bir ara evine döner. Neyse ki apartman yerindedir. Asansör çalışıyordur ancak binmeye korkar. Daha fazla merdiven kaybolmuştur ancak yine de dairesine ulaşmayı başarır. Binadan gelen çatırtılara ve sallantılara rağmen dört saate yakın uyumayı başarır. Acı içinde uyanır. Uyandığında sağ elindeki bantın derisi ile koptuğunu fark eder. Televizyonu açar. Yayınlanan tartışma programından sesler kesik kesik geliyordur. Sonra yayın tamamen kesilir ve televizyon kapanır. Dairesinde bunalır. Tekrar dışarı çıkar. Sokağın bitiminde heykelin olduğu alana gider. Daha sonra şehrin artık tehlikeli olduğuna ve kırlara uzaklaşmaya karar verir.
Bu arada hükümet en başından beri gerçekleşen garipliklere çözümler üretmeye çalışıyordur. Ancak çözümleri bir işe yaramaz. Garip olaylar sayıları artarak devam eder. Hükümet en nihayetinde şehrin doğu bölgesini savaş uçakları ve tanklarla bombalamaya karar verir. Memur bu kararı duyunca şehirde kalır ve bombalamayı izlemek üzere açık bir alana gider. Bir ağaca sırtını dayamış beklerken iki kişinin konuşmasını işitir. Bu iki kişinin aslında kaybolan, kaybolunca da insanlaşan eşya, alet, malzeme ve donanımlar (eamd) olduğunu anlar. İnsanlara haber vermek gerektir. Bulunduğu yerden koşmaya başlar. Bunu farkeden iki eamd da memurun ardından koşar, onu yakalar ve boğarak öldürür.
Bu arada bombardıman planlandığı gibi gitmez. Zira megafon ateş emrini verecek subayın elinden kaçar. Uçaklar esrarengiz bir şekilde geri döner. Toplar ve tüfekler ortadan kaybolur. Ve şehir tamamen ortadan kaybolur. Ve hepsi insanlaşır. Şehrin ortasında kara bir leke gibi duran asıl insanlar da birden çırılçıplak kalır ve eamd’lerin oluşturduğu insan seli içinde kaybolur. İçlerinden birisi şöyle der: “Nesneler olarak başka çaremiz kalmamıştı. İnsanlar bir daha asla nesnelerin yerine konmayacak.”
Beşinci Hikaye
Kahramanı yarı insan yarı at Sentor. At-adamlar olarak bilinen kadim türün hayatta kalan son üyesi. Bu tür ilk önce efsanevi Lapithlerle savaşmış, büyük bir bozgunun ardından da dağlara sığınmışlar. Ancak bu sefer de peşlerine Herakles (Roman mitolojisinin Herkül’ü. BB) düşmüş ve hepsini öldürmüş. Bu katliamdan bir tek hikayenin kahramanı Sentor kurtulmuş. O gün bugündür de dünyayı dolaşmış durmuş.
İlk zamanlar insanlarla arası iyi olmuş. “Dünyanın gizemini koruduğu asırlar boyunca güneşin altında dilediğince gezinebilmiş”. Hatta insanlar ona çiçek demetleri sunmuş, çelenkler yapıp başına koymuş. Onun insanların doğurganlığını artırdığına inanmışlar. Ancak zamanla Sentor insanların gözünde gizemini de, kutsallığını da yitirmiş, hatta dışlanmaya başlanmış ve en nihayetinde bir acayip varlık olarak tehdit gibi görünmeye.
Sentor da artık insanlardan saklanmaya başlamış. Yapayalnız dünyayı dolaşmaya devam etmiş. Geceleri yürümüş, gündüzleri saklanmış ve uyumuş. Rüyasında ise her defasında Herakles’le Tanrıların huzurunda dövüşmüş, onu yenmiş ve halkının intikamını almış.
Bir gün Sentor yine rüyasında Herakles’le dövüşmüş ve yenmiş. Ancak bu sefer Zeus dövüş sonunda güneye doğru yürümüş. Sentor da karar vermiş, güneye, en güneye doğru yürümeye. Bir gün, ona saldıran bir köpeği tekmesiyle öldürür. Başka bir gün nehirde yıkanmakta olan bir kadını kaçırır. Atın iç güdüsü mü? Adamın iç güdüsü mü? Netice artık Sentor bir av olur. İnsanların avı. Bir noktada kaçacak yeri kalmaz ve deniz kenarında sarp bir kayalıktan düşerek ölür.
Altıncı Hikaye
Kahramanı genç bir erkek. Bir nehrin kenarında, ayakları suyun içinde (herhalde) balık avlamakta. Nehrin karşısında genç bir kız görür. Sonra tek katlı, kireç sıvalı küçük bir eve (kendi evi olsa gerek) yürür. Eve vardığında iki adam ve bir kadının bir domuzu sıkıca yakaladıklarını, hayalarını keserek aldıklarını, sonra kestikleri hayaları yine aynı domuza yedirdiklerini görür. Genç erkek ardından nehre geri döner. Kız hala oradadır. Suya girer ve kıza doğru yüzer.
* * *
Altı hikaye. Farklı uzunluklarda. Farklı türlerde. Doğru tabirler nedir? İlk hikaye gerçekçi. İkinci hikaye gerçeküstü. Üçüncü hikaye absürt. Dördüncü hikaye doğaüstü. Beşinci hikaye efsanevi- trajik. Altıncı hikaye? Veya her biri bu farklı öğelerin farklı oranlarda karışımı. Ortak noktaları? Garip olmaları. Garip olaylar zincirlerini hikayeleştirmeleri.
Ve elbette daha da önemlisi her birinin siyasi mesaj veya mesaj yüklü olmaları. Ancak mesajlar insanın yüzüne doğrudan çarpılan cinsten değil. Altan alta işlenen, derinden hissedilen cinsten. Bir tarafta tahtakurusuna mağlup olan muktedirin öyküsü (veya modern zamanın Nemrut ile sinek hikayesi). Başka bir tarafta petrole bağımlılık. Diğer tarafta mutlak gücün erişebileceği aptallık seviyesi. Öte tarafta teknokrasi ile beyinleri yıkanmış halkın acınası hali. Daha da ötede sihri kaybolan hayat. Ve onunla paralel, sihrinden henüz arınmamış hayat. Farklı zamanlar ve mekanlar, ancak sanki hiç değişmeyen insan ve insan tabiatı.
Jose Saramago’nun Ölümlü Nesneler’i bu haliyle de sadece belirli bir zaman ve mekanın değil, hem zaman hem mekan itibarıyla evrenselin hikayeleri. Kısaca bir klasik.
Fotoğraf: William Warby