[voiserPlayer]
“Taklit en samimi övgüdür.”
Arjantin Atasözü
Büyük Sahara Çölü Kuzey Yarım Kürenin 13. ve 36. enlemleri ile 13. Batı ve 34. Doğu boylamları arasında uzanır. Atlantik Okyanusu’ndan Kızıldeniz’e uzanan uçsuz bucaksız bu kum ve kaya yığınının en doğusunda ise yaklaşık 100 derece eğimle hemen hemen aynı enlemler arasında, sedire yan uzanmış ve nargilesini tüttüren bir adam gibi, Arap Yarımadası gerinir.
Kızıldeniz ikisini birbirinden ayırır, ancak iklimsel olarak bir fark yaratmaz. Yarımadada da Atlantik kıyılarından başlayan -aslında Atlantik Okyanusu üzerinde de çölü çöl yapan aynı boğucu hava hissedilir, ki İngiliz şair Samuel Taylor Coleridge the Rime of the Ancient Mariner başlıklı şiirinde bunu capcanlı tarif eder. Ayrıca 30. enleme At Enlemi denmesinin sebebi de boğucu hava ile ilişkilidir,- çöl ikliminin kıskacındadır. Onun da doğusunda Türklerin Basra, Arapların Arap, İranlıların Fars Körfezi dediği deniz vardır. Bu körfez Umman denizi ve uzantısı olduğu devasa Hint okyanusunun uzantısıdır. Onun da doğusunda alt Asya kıtası uzanır. Ancak iklim olarak orası nispeten daha talihlidir. Zira her yıl düzenli olarak Muson yağmurları tarafından sulanır ve böylelikle büyük bir kısmı çöl ikliminden korunur.
Kimse duymaz ama, alt-Asya kıtasının bu haline şahit olan Arap Yarımadası güney-batısındaki Afrika Boynuzuna mütemadiyen lanet okur. Belki o boynuz okyanusa doğru o çıkıntıyı yapmasaydı, Muson Yağmurları Yarımadayı da yalayacak ve onu çölleşmekten koruyacaktı. Nitekim Salalah bu konuda Yarımadanın geri kalanına bir fikir verir. Atlantik’ten Basra körfezine uzanan çölün en doğusu, yani Basra körfezinin güney sahilleri yerkürenin gücünün yettiği tabi güzelliklerin her türlü çeşidinden ziyadesiyle mahrumdur. Ne bir nehir akar, ne bir orman yeşerir, ne bir kar salınır… Yağmurlar yağar, ancak geldiği gibi de gider, selam bile vermeye çekinerek. Yine de çöl çok kısa sürede olsa neşelenir, ancak çok geçmeden yine o eski uğultulu ölüm sessizliğine bürünür. En güneydeki Şarka’dan Hürmüz Boğazına uzanan dar alan hariç dağ da yoktur, dağlar da. Üç boyutun kaybolduğu, ufkun daraldığı dümdüz bir yerküre.
Yerkürenin bu çirkin toprak parçası asırlar boyunca sinesinde büyük bir serveti büyük bir sırrı taşır gibi taşıdı. Sınırlı yeşillikler peşinde sürüleriyle Yarımadayı arşınlayan Bedevilere, vahalarda kısıtlı imkanlarla tarımla uğraşan çiftçilere, sahilde küçük köyleri mesken tutmuş balıkçılara, denizin böğründe inci avlayanlara, onları sahil köylerinde sabırla bekleyen ev ahalilerine, denizde kısa yoldan servet arayan korsanlara bu serveti hissettirmeden, haberini vermeden. Tarihin en alçak adamlarından birisi işte bu servetin keşfi ve ardından yaşanan tarihi dönüşümün bağrında çıktı: El-Hac Abu Mansur bin Mahmud el-Koli.
El-Koli, kendi iddiasına göre, Liva emirliğine hep sadık kalmış el-Cermen Bedevilerindendi. Liva Emirliğinin yüzünü döndüğü Rub el-Hali’yi asli mekanları olarak gören bu Bedevi kabilesi zamanla Yarımadanın her yanına yayılmış ve masa başında çizilen sınırlarla bölünen onlarca farklı emirliğin vatandaşları olmuştur. Çöl ortamının en sert koşullarında yaşamaya alışkın bu kaba saba insanlar vatandaşı oldukları ülkelerin ordu ve polislerinin de ana insan kaynağını oluşturmuştur. El-Koli ile alakalı şüpheler de bu yüzdendi. El-Koli bir Bedevi olamayacak kadar nazik bir kişiydi. Ne kadar zorlasa da aksanı Bedevi aksanı değildi. İran’dan göç eden Havali Araplarından olabilirdi. Ancak ten rengi koyu olduğu için Havali Arapları arasında büyümüş bir Hintli olması da pekala mümkündü.
Nasıl yaptıysa, el-Koli zamanın Liva emiri Şeyh Heysem bin Halife el-Muti’ye Cermen Bedevilerinden olduğuna inandırmıştı. Annesi el-Merri Bedevilerinden olan bu yüzden de farklı Bedevi aksan ve adetlerine son derece düşkün ve aşina olan Şeyh Heysem’in el-Koli’ye nasıl inandığı bir muammadır. Buna ilişkin el-Koli’nin düşmanları farklı teoriler öne sürmüştür. Şeyh Heysem’e büyü yaptığı, cinleri musallat ettiği gibi. Ancak işin realitesi daha farklıdır.
El-Koli aslen Irak Hristiyanlarındandır. Bağdat’ta ailesinden kalma işini sürdürürken, Dünya Savaşı ile işleri bozuldu ve yükselen Arap-Müslüman fanatizminden korkup Irak’tan kaçtı. Bağdat’tan ilk önce nehir yolu ile Kuveyt’e geçti, orada inci avcılığı yapan bir teknede bir süre çalıştı. Ancak bu hayata güç yetiremediğini farketti ve Dubai açıklarında iken tekneden atladı ve yüzerek bu kente geldi. Bir süre derme çatma bir cami avlusunda dilenerek geçindi. El-Koli bu camide Şeyh Heysem’le tanıştı. Yumuşak kalpli Şeyh Heysem bu zavallı adamı Dubai’de bırakmadı, beraberinde Liva’ya getirdi ve ona kendine ait hurma bahçelerinde iş verdi.
Gel zaman git zaman. Şeyh Heysem, babası Şeyh Halife hakkın rahmetine kavuşunca, Liva emirliğini üstlendi ve hurma bahçelerinin yönetimini o zamana kadar çoktan güvenini kazanmış el-Koli’ye devretti. El-Koli de gecesini gündüzüne katarak çalıştı, Dubai ve Maskat üzerinden Amerikalara kadar hurma ihraç etmeye başladı ve efendisinin hurma bahçelerinden olan gelirlerini daha önce görülmemiş boyutta artırdı.
El-Koli bir akşam üzeri Şeyh Heysem’i en sevdiği hurma bahçesinde düşünceli düşünceli gezerken gördü. İki büklüm koştu, bahçenin en tatlı hurmalarından ve en leziz deve sütünden getirdi ve Şeyh’e ikram etti. Şeyh Heysem ikramların tadına bakarken derin derin iç çekti, el-Koli hal ve hatırını sormadan başladı anlatmaya.
– Zaman değişti, ya İyal. Ne inci avcılığı, ne hurma. Zaman petrol dönemi. Neredeyse petrol denizinin üzerindeyiz, ama gel gör ki burada çıkmıyor. Şeyh Şahbaz, Şeyh Talal, Şeyh Cabir … hepsi son model otomobiller aldı. Kendileri için lüks saraylar yaptırdı. Sayende biz de hurmadan çok kazandık, ama aynı seviye değil. Onlara oluk olur akıyor sanki, bize damla damla. Bu gidişle buralarda insan kalmaz, ya İyal. Bir tek ben, belki bir de sen. Çocuklarım bile Dubai diyor. Vakra diyor. Cubeyl diyor. Topraklarımda insan olmadan, ziyaretçilerime ikram yapamadan, insanlarıma cömertlik gösteremeden, şeyhliğim mi kalır, söyle bana, ya İyal.
– Ben sizi asla bırakmam efendim, asla, dedi el-Koli. Ama müsade ederseniz ben bu durumu lehimize çevirmek için bir şeyler düşüneyim.
Şeyh Heysem, el-Koli’nin omuzuna elini koydu, dostça sıktı ve oradan ayrıldı.
El-Koli kararını vermişti. Kendisini hurma bahçelerinin içinde bulunan kulübesine kapadı ve iki gün boyunca dışarı çıkmadı. İkinci gün sonunda elinde ağzı sıkı sıkı kapalı bir testi ile çıktı. Doğrudan Şeyh Heysem’in evine gitti. Onu namaz kılarken buldu. Huzursuzdu. Ancak ne olursa olsun Şeyh’e planını açıklayacaktı. Şeyh namazını bitirdi, duasını yaptı. Yerde bağdaş kurdu ve el-Koli’yi yanına çağırdı. El-Koli, Şeyh’in karşısında diz çöktü.
– Ne vardı, İyal?
– Efendim, bir planım var. Ama emin değilim nasıl karşılarsınız.
– Söyle.
El-Koli uzatmadan doğrudan konuya girdi.
– Efendim, bu testideki sıvıya şarap derler. Yüce Peygamber’in yasakladığı şarap. Bu topraklarda yapıldığını görmedim. Ben size hiç yalan söylemedim. Ben Hristiyan bir ailedenim. Irak’ta şarap üretimi işindeydik. Sadece Hristiyanlar için üretiyorduk. Ama zengin Müslümanlar da satın alıyordu. Ve tabi Bağdat ve Basra’daki ecnebiler. Üretimi ve satışı kısıtlı olduğu için fahiş fiyatlar istedik ve büyük karlar yaptık. Büyük servet yığdık. Burada daha büyüğünü kazanabiliriz efendim.
Şeyh Heysem kızdı, ancak el-Koli’nin iyi niyetinden ve sadakatinden de şüphe etmedi. Bir süre düşündü ve nihayetinde kararını verdi. Tarihin onu ve ailesini kayıtlarından silmemesi için el-Koli’ye yeşil ışık yaktı. Önemli bir şartla. Projeyi el-Koli yürütecekti ve süreci Şeyh’le hiç bir şekilde ilişkilendirmeyecekti.
El-Koli, Hristiyan olsa da Irak gibi Müslüman bir ülkede doğmuş ve büyümüştü. İslam’ı da çok iyi biliyordu, Müslümanların hassasiyetlerini de. Dikkatli olunması gerektiğinin gayet farkındaydı. El-Koli ilk önce adını değiştirdi. Adı artık İyal değil, Ömer’di. Babasının adı da Mahmud oldu. Kabile ismi olarak el-Koli’yi seçti. El-Koli, yarımadanın yerlisi el-Cermen’in küçük bir koluydu güya. En fanatik dindarlar Selefileri örnek aldı. İlk önce sakalını onlar gibi uzattı. Ufak tefek kesimler hariç sakalına dokunmayacaktı. Yine Selefiler gibi entarisini kısa tuttu. Her gece saatlerce alnını yerde tuttu. Namazdaki gibi sürekli sol ayağı üzerine oturdu. Böylece çok namaz kılıyor olmanın iki fiziki özelliği onda da oluşacaktı. Hacca gitti. Kendine el-Hac lakabını taktı.
İlk haccından hemen sonra Bağdat’a gitti. Orada eski Bağdat Amerikan Koleji mezunu kuzeni Tarık’ı buldu ve onu Dubai’ye getirdi. Tarık, yabancı dil bilgisini de kullanarak, Dubai ve civardaki yabancı misyonlar ve çalışanlar ile bağlantı kuracak, satışları o yapacaktı. Bağdat’tan şarap üretimi için gerekli bütün malzemeleri de satın aldı. Malzemeler Bağdat’tan nehir yoluyla Kuveyt’e, oradan da Dubai’ye gönderildi. Neyse ki, ne Kuveyt’te ne Dubai’de Liva’ya gidecek kargoyu kimse kontrol etmedi.
El-Koli, inci avcılığı sonrası özgürlüklerine kavuşan ancak başıboş gezen Afrika-kökenli köleleri aradı, bulduklarını Liva’ya getirdi. Şeyh’e ait hurma bahçelerini hurma kütüklerinden yapılma çitlerle çevirdi ve giriş çıkışı yasakladı. Kapıya korumalar dikti. Üretim tesisine yakın evleri satın aldı ve başka bir yerde ev inşa edebilmeleri için arsa temin etti. Neyse ki evleri satanlar zaten fakirdi. Bahçelerin içinde işçilerin kalması için yine hurma kütüklerinden derme çatma kulübeler ve bir yemekhane inşa etti. Artık işçiler bütün hayatlarını burada geçirebilecekti. Zaten hurma bahçesi dışında da yapacak bir şey yoktu. Neyse ki, eski kölelerin çok da beklentisi yoktu. Karın tokluğuna çalışmaya çoğu razıydı. El-Koli Bağdat’tan bir de testi ustası getirdi. Testi yapımı için kili ise Umman’daki Batina’dan getirmek gerekti. Liva ile Batina arasında zaten develerle sürdürülen bir ticaret vardı, testi yapımı bu yüzden sorun olmadı.
Üretim yavaş başladı. El-Koli ilk dönemler üretimi bizzat kendisi yürüttü. Tarık ile iletişim bir ulak kanalıyla yürütüldü. Şaraplar için Dubai’de bir depo tutuldu. Liva’da üretilen şaraplar düzenli aralıklarla develerle Dubai’deki depoya taşınacaktı. Develere göz kulak olması için de Liva-Dubai yolu arasını kontrol eden el-Acman Bedevilerine düzenli rüşvet ödemeleri yapılacaktı. Tarık, Dubai ve civar şehirlerdeki petrol sanayisi ile ilişkili bütün yabancı firmalarla görüştü ve anlaşmalar imzaladı. Deniz aşırı olan şehirlere şaraplar eskiden inci avcılığında kullanılan teknelerle götürülecekti. Neyse ki inci avcılığı artık sona ermişti ve teknelerin çoğu atıl haldeydi. Böylece deniz taşımacılığı için tekneleri ucuza satın almak mümkün oldu. Hurma satışlarına nispeten kar marjı ziyadesiyle yüksekti, ancak satış hacmi zayıftı. Neyse ki petrolle akan zenginlik ve o zenginlikle gelen yabancılarla nüfus da arttı, satışlar da.
Yeni sorunlar da çıktı. Ancak el-Koli bu sorunları fırsata çevirmeyi başardı. Her şeyden önce bütün emirlikler yerel tüccarları korumak amacıyla yabancı şirketlere yerel ortaklar bulma şartı getirdi. Böylece geçmişin inci tüccarları şimdinin yabancı ürün distribütörleri oldu. Ancak hiç biri şarap ve içki ithal etmeye yanaşmadı. Bunu tahmin eden el-Koli bunu aşmak için Irak’tan ayrılıp farklı ülkelere yerleşen kuzenlerini buldu ve her birini farklı emirliklere yerleştirdi ve vatandaşlık almalarını sağladı.
İlerleyen yıllarda el-Koli işi daha da büyüttü. Küresel şarap ve diğer alkollü içki üreticileri ile anlaşmalar yaparak bölgenin tamamı için ‘exclusive’ distribütörlük aldı. Artık başka hiç bir girişimci el-Koli ile anlaşmalı üreticilerin ürünlerini emirliklerde satamayacaktı. Böylece bu işe girdikten yaklaşık 15 yıl sonra, el-Koli Liva’daki şarap üretimini durdurma kararı aldı. İşçilerinin bazıları onunla kaldı. Diğerleri ise razı oldukları doyurucu tazminatla ana vatanlarına döndü.
El-Koli’nin Liva merkezli şirketi, akrabalarının sahip olduğu yerel şirketler kanalıyla Şeriatla yönetilen Körfez emirliklerine şarap ve diğer içkileri tek elden sokuyordu. Emirliklerde içki satışı sadece yabancılara yapılabiliyordu. Yerliler ise içki tüketimini sadece beş yıldızlı otellerde yapabileceklerdi. El-Koli’nin yerel distribütörleri beş yıldızlı otellerle de anlaşmalar yaptı ve onların tek içki sağlayıcıları oldu. Birbiri ardına Körfez kıyılarında yükselen bu otellerin başka alternatifi de yoktu.
Bütün süreç boyunca el-Koli ilk günden beri koruduğu dini kimliğini bir an dahi olsa taviz vermeden kordu. Neredeyse her yıl hacca gitti. Selefi sakalını ve giyim tarzını korudu. Bir kez bile şarap içmedi. Sigara dahi kullanmadı. Liva’da büyük bir cami yaptırdı. Sadece bölgedeki değil, bütün dünyada cami inşaatlarına yardım etti. Selefilere, Müslüman Kardeşler’e, Tebliğ Cemaati ve diğerlerine finansal yardımlarda bulundu. Filistin’de Fetih ve Hamas’a, Afganistan’da mücahidlere parasal destek verdi. Hatta Afganistan’a giden Afgan Araplarını organize eden Abdullah Azzam’la yakın dost oldu. Elbette hiç kimse el-Koli’nin şirketinin tam olarak ne işle uğraştığını öğrenemedi. Bu dini kesimlerle kurduğu yakın ilişkiler sayesinde, el-Koli emirliklerin içki politikalarının şekillenmesinde kapalı kapılar arkasından, ancak etkin bir rol oynadı. Neredeyse bütün emirliklerdeki kadılar arkadaşıydı. Onları düzenli olarak ziyaret etti, hediyelere boğdu. Söz konusu içki politikaları sayesinde el-Koli içki satışında astronomik kar marjını koruyabildi.
El-Koli’nin gizli ve büyük ortağı olarak Şeyh Heysem’in de nihai başarıya ulaşmada kritik müdaheleleri oldu. İlk dönemde Dubai’deki deponun kiralanması ve güvenliği için eniştesi olan Dubai emirinden ricacı oldu. El-Acman Bedevileri ile de o anlaştı. Daha sonra da el-Koli’nin akrabalarının diğer emirliklere yerleşmesi ve vatandaşlık almaları için aracı oldu. El-Koli’nin şirketinin çapı büyüdükçe, Şeyh Heysem devasa bir servete kavuştu. Kendine yeni bir saray yaptırdı. Dubai emirinin sarayı ile ihtişamda yarış eden bir saray. Emirliği korktuğu gibi yok olmadı. Hatta, İngiltere bölgeden çekildikten sonra, bağımsız bir devlet olarak Birleşmiş Milletler’in ve diğer bölgesel ve uluslararası kuruluşların üyesi oldu. Zengin bir Arap devlet adamı olarak dünyayı gezdi, saygı gördü, yatırımlar yaptı.
Ancak, şarap operasyonuyla alakalı ilk günkü pişmanlığını bir türlü aşamadı. Hatta, el-Koli ile bir daha görüşmedi. Sadece ölüm döşeğinde iken el-Koli’yi yanına çağırdı. Karşısında artık ilk tanıdığı el-Koli yoktu. Saçları ağarmış, yüzü buruşmuş, beli bükülmüş bir el-Koli vardı. Onu o halde görünce gözlerinden akan yaşlara engel olamadı. Odadaki herkesi çıkardı. El-Koli’yi baş ucuna çağırdı, elini tuttu:
– Allah bizi affeder mi? İyal, söyle bana, dedi. Bunlar onun son sözleri oldu.
El-Koli Şeyh Heysem’in cenaze namazını kıldırması için dönemin en büyük din alimi Abdülaziz bin Baz’ı, emirliklerin bütün kadılarını, dünyanın her yerinden binlerce namlı ulema ve tarikat şeyhini cenaze namazına katılmak üzere Liva’ya getirdi. Bütün dünyada binlerce Kuran kursunda Şeyh Heysem için hatimler okuttu, dualar ettirdi.
Bir gece yarısı etrafta kimseler yokken, el-Koli Şeyh Heysem’in mezarının başına geldi. Mezarın baş ucuna oturdu, derin bir iç çekti ve sessizce fısıldadı.
– Ve imma yenzeganneke mineş şeytani nezgun feste’iz billahi innehu huves semi’ul Alim.
Kalktı, eliyle toprağını düzeltti, kurumuş toprağın üzerine en sevdiği hurma bahçesindeki kaynaktan getirdiği suyu döktü ve ayrıldı.
Jorge Luis Borges, Alçaklığın Evrensel Tarihi, çev. Celal Üster, İletişim, 2014.
Fotoğraflar: Ali Ahmadi