[voiserPlayer]
Amerikalı insan hakları savunucusu, hukuk adamı Wendell Phillips’e atfedilen bir söz vardır: “Devrimler yapılmaz, kendileri gelir.” 1979 İran/İslami devrimi de öyle. Özellikle akademik dünyayı hazırlıksız yakaladı. Öyle hazırlıksız ki Theda Skocpol aynı yıl yayınladığı ve Fransız, Rus ve Çin devrimlerini karşılaştırmalı ele aldığı o klasik çalışmasına İran devrimini de ekleseydi, öne sürdüğü devrim teorisi daha farklı olurdu.
Skocpol devrimin akademik mağdurlarından. Ancak tekil mağdurlarından. Zira devasa bir ekol de öyle: Şarkiyatçılık. Zira İran devrimi bu ekolün varsayımlarını derinden sarstı. Özellikle bu ekolün Doğu toplumlarına atfettiği, despot bir devlet karşısında sindirilmişliği, pısırıklığı, uyuşukluğu varsayımlarını…
Diğer bir akademik mağdur ise yine devasa bir yazın: Sekülerleşme yazını. Hatta İran devrimi en ölümcül darbesini bu yazına vuruyor. Zira devrim gösterdi ki, bu yazına göre modernleşme sürecinde çoktan yok olması gereken bir toplumsal tabaka, siyasi olarak hâlen daha etkin olduğunu ispatladı.
Varolan akademik birikime göre olmaması gereken bir devrimdi İran devrimi. Haliyle dikkatleri üzerine çekti ve takip eden yıllarda bir yığın çalışmanın nesnesi oldu. İran devrimi üzerine yapılan çalışmaların bir kısmı, devrimin nasıl ve neden meydana geldiği ile ilgilendi. Geri kalanı ise devrimle İran’da gerçekleşen değişimlere yoğunlaştı.
İkinci kısımdaki çalışmalar, açıkca veya örtülü olarak, İran’da kurulan yeni dini rejimi hedef aldı. Bu çalışmaların aktardığı yüzlerce anekdot, bize baskı altında karamsar bir İran tablosu çizdi. Hamid Dabashi gibi çizilen bu karamsar resme karşı çıkanlar da oldu. Ancak etkileri sınırlı kaldı. Dini öğretileri devlet gücüyle topluma uygulatmaya çalışan bir devletten ne beklenirdi ki?
Buradaki örtük varsayım elbette din adamlarının katıksız idealist oldukları varsayımı… Olivier Roy’un Farhad Khosrokhavar’la kaleme aldığı “İran: Bir Devrimin Tükenişi” işte bu örtük varsayımı temelinden sorguluyor ve yıkıyor. Aslında yazarlardan Olivier Roy’un “Siyasal İslam’ın İflası” kitabı da benzer bir amacı güdüyordu. Belli bir toplum idealini gerçekleştirmek için yapılan devrim, siyasetin sıradan koridorlarına girince idealizmini kaybediyor, gerçeklerle yüzleşerek pragmatikleşiyordu. Roy, Khosrokhavar’la birlikte aynı neticenin daha geniş bir hayat alanında da gerçekleştiğini gösteriyor bu kitabında. İkiliye göre İran’da olan bir açıdan dinin sekülerleşmesi.
Kitap, giriş ve sonuç dışında sekiz bölümden oluşuyor. Birinci bölüm devrim sonrası geçen 20 yılı anlatıyor. Daha çok siyasi tarihin anlatıldığı bu bölüm Hatemi’nin başkanlığa gelmesinin İran siyaset sahnesi arka planında önemini vurguluyor. Kısaca Hatemi’nin başkanlığı İran’da muhafazakarlar ve reformcular olarak iki grubun varlığının ve bu ikisinin arasındaki çatışmanın derinleşmesinin göstergesi. Bu aslında bilinen bir şey. Roy ve Khosrokhavar takip eden bölümlerde siyasi alanda süregiden mücadelenin entellektüel, ideolojik, hatta teolojik temellerine iniyorlar. Yazarların İran siyasetinin anlaşılmasına katkıları işte burada başlıyor.
İkinci bölüm bence kitabın en ilginç bölümü. Devrimin nispeten bütün bir yapı arzeden Şii İslamı’nı nasıl alt üst ettiğini bu bölümde görüyoruz. İlk önce devrim öncesinde Şii İslamın siyaset anlayışının değişimi tartışılıyor. Daha sonra İran’daki dini rejimin kendisini meşrulaştırması ele alınıyor. Bu meşrulaştırmada din önemli bir rol oynuyor kuşkusuz. Fakat Roy ve Khosrokhavar ısrarla devrimin lideri Ayetullah Ruhani Humeyni’nin bile siyasi mantık ve dini mantık arasında daima siyasi mantığı öncelediğini vurguluyor. Din adamlarının devletin ve ticari ilişkilerin içine çekilmesi de İran’da dinin sekülerleşmesinin taşıyıcıları olarak karşımıza çıkıyor bu bölümde. Yine İran’ın dış siyasetinin İran’ın milli çıkarlarına indirgenmesi benzer bir etkiye sahip. Yani özünde etnisite-üstü bir dini anlayış, İran’da gittikçe millileşiyor.
Üçüncü bölümde İran’ın siyasi düzlemine akseden yarılmanın entellektüel düzlemdeki izdüşümü ele alınıyor. Kısaca, Şiilikte İslami devlet kavramı ekseni etrafında dönen entelektüel tartışmalar bu bölümde özetlenmiş. Bunun için Abdülkerim Soruş, Muhsin Kadıvar, Müçtehid-Şabestari ve bu tartışmanın parçası daha nice İranlı muhafazakar entellektüelin görüşleri bu bölümde tartışılıyor.
Dördüncü bölümde İran toplumunun devrim sonrası geçirdiği dönüşümler ele alınıyor. Nüfus, kentleşme, ekonomi bu bölümün başlıca ana konularını oluşturuyor. Ayrıca İran’da hakim olan haliyle İslami ekonomi uygulaması da bu bölümde ele alınıyor.
Nispeten uzun beşinci bölüm gençlik üzerine. Bir önceki bölümlerde olduğu gibi burada da gösterilmeye çalışılan İran’ın sekülerleştiği, rejimin algıladığı ve dayattığı gibi İslam’ı anlayan homojen bir entellektüel kesimin yaratılamadığı, hayal ettiği gibi bir toplumsal dönüşümü yönlendiremediği. Bu başarısızlık belki de en gözle görülür biçimde rejimin hayal edilen gençliği eğitememesi olarak ortaya çıktı. Bireyselliğini ortaya koyan; dini, rejimin anladığı gibi anlamayan, yaşamayan; devrimden soğumuş, hatta, apolitize olarak rejime muhalefetini ortaya koyan bir gençlik ortaya çıkmış İran’da.
Çizilen en basit eğlencelerden bile mahrum İranlı bir gençlik tablosu… Daha da ilginç olan ise benzer iddiaların rejimin Hizbullah ve Besic gibi dini kurumlarını dolduran gençler için de geçerli olması. Her ne kadar bu tartışmada ki iddialar yeterli sayıda örneklerle canlandırılmamış olsa da akla hiç uzak gelmeyen bir ihtimal bu. Nilüfer Göle de benzer bir tabloyu İslami bir romanın tahlili üzerinden çizer. Romanda çok idealist bir İslamcı, genç bir kıza aşık olur ve o aşkla değişir. Bu değişim aslında tam olarak sekülerleşmedir. Dünyayı ve onun verebileceklerini farketmedir.
Altıncı bölüm çok önemli bir konuya ayrılmış: İran’da ortaya çıkan feminizim. Bölüm, kadın sorunlarının belli başlıcalarının tartışıyor ve yine nispeten muhafazakar kesimlerde bile beliren feminist eğilimleri ele alıyor. Bu çok ilginç bir karşılaştırma konusu olabilir. Zira bu gelişmenin İran’la sınırlı olmadığını biliyoruz. Benzer bir gelişmenin Türkiye’de de yaşandığını, hatta daha genelde bütün Ortadoğu’da yaşandığını gözlemleyebiliriz. Hatta Avrupa ve Amerika’daki Müslüman kadınlar arasında da. Farklı coğrafyalardaki İslami/dini feminizmlerin karşılaştırması…
Yedinci ve sekizinci bölümler oldukça kısa… İlkinde, bir sinema filmi ve bir roman örneğinden İran’da devrimin öldüğü iddia ediliyor. Diğerinde yurt dışında yaşayan İranlılar ve İran’a göçen Afganlıların İran’daki konumları ele alınıyor.
Khosrokhavar ve Roy’un bu kitabı kaleme alırken kafalarında belli bir model olduğu kuşkusuz. Belirli bir İslami devlet ve toplum modeli… Yaptıkları, kafalarında kurguladıkları bu modelle İran’ın devrim sonrası dönüşümünü karşılaştırmak; kafalarındaki o modelle realiteyi karşılaştırmak. Haliyle kafada kurgulananla realite arasındaki büyük farklar da İran’ın sekülerleşmesinin delilleri oluyor.
Sorun, yazarların kurguladıkları İslami devlet ve toplum modelinin tam olarak ne olduğunun net olmaması. Zira kitabın herhangi bir yerinde bu tartışılmıyor. Dini rejimin kurucuları nasıl bir devlet ve toplum kurmak istedi ki neticede başarısız oldukları ilan ediliyor? Sekülerleşme ise o ne olduğunu bilmediğimiz modelden uzaklaşma işte. Haliyle bu son derece sorunlu bir yaklaşım. Halbuki yazarlar daha net bir tarifle gelselerdi, hem dini devlet ve toplum nasıl olur’a dair, hem de seküler devlet ve toplum nasıl olur’a dair kitabın katkısı, hiç kuşkusuz daha da mânâlı olurdu. Üstelik kendimizi laiklik nedir, sekülerleşme nedir, tartışmalarının tam ortasında bulduğumuz bir zamanda…
Farhad Khosrokhavar ve Olivier Roy, İran: Bir Devrimin Tükenişi, Çev. İsmail Yerguz, İstanbul: Metis Yayınları, 1999.