[voiserPlayer]
Kapitalist dünya-ekonomisinin ortaya çıkışına merkezde mutlak monarşilerin ortaya çıkışı da eşlik etti. Mutlak monarşi inşası ve sürdürülmesi dört farklı dönüşümü içerdi: bürokratikleşme, askeri gücün tek elde toplanması, yeni bir meşruiyet inşası ve kültürel homojenleştirme.
Bürokrasi… krala üstlendiği kamusal görevleri yerine getirmesinde yardımcı ve destek memurlar zümresi. İşgal ettiği rütbeyi de (ve rütbe ile gelen yetki ve imtiyazları), o rütbede kalışını da, o rütbeden daha üst bir rütbeye terfisini de, daha ast bir rütbeye tenzilini de, o rütbeden azlini de tamamen kralın iradesine borçlu, krala tam bağımlı bir memurlar zümresi. Öncesinde de kralın idari ve askeri nitelikte görevlerini yürütürken yardımını aldığı kişiler ve gruplar olurdu. Ancak bu kişiler ve gruplar bu konumlarını ve konumlarla gelen yetki ve imtiyazlarını, krala borçlu olmadıkları gibi, kendi ve grup menfaatleri söz konusu olduğunda görevlerini yerine getirmeme hakkı ve daha önemlisi krala direnme güçleri de vardı.
Bürokrasiyi inşa etmek için mutlak monarşiler ilk olarak memurlukları satışa çıkardı. Memurluk satışı kral için hem gelir kapısı oldu, hem de insan kaynağı sağladı. Ancak memurluk satışının uzun vadeli bir riski vardı. Zira herhangi bir rütbede memurluğu satın alan kişi o rütbede yaptığı ödemeden daha fazlasını kazanmalıydı. Diğer bir deyişle bürokrasi, kral için yaratacağı gelirin bir bölümünü tüketecekti. Kralın elinde daha fazlası kalmalıydı ki onunla kendi cebredici askeri ve bürokratik gücünü daha da artırabilsin. Mutlak monarşilerin devamlılığı ancak bürokrasinin topladığı gelirlerin bürokrasinin giderinden çok daha fazla olmasına bağlıydı ve bu, sadece kapitalist dünya-ekonomisinin merkezi ekonomilerinde mümkündü. Zira ancak merkezi ekonomiler mutlak monarşilerin sürekliliği için gerekli artan gelir ve on altıncı yüzyılda da kredi kaynağını yaratabilecekti.
Mutlak monarşinin inşası ve sürdürülmesi askeri gücün tek elde toplanmasını da içerdi. Nitekim bürokratikleşme ile yaratılan artı gelirin harcandığı en önemli masraf kalemi sürekli orduydu. Bürokrasinin inşasında olduğu gibi kral ilk askeri gücünü satın aldı. Rüşvetle makam alan memurun karşılığı paralı askerdi. Ve kıta boyunca bu riskli işi yapacak kişilerin varlığı kralın sürekli ordu inşa etmesini kolaylaştırdı ve nispeten ucuza getirdi. Zira feodal krizden çıkışla birlikte yaşanan nüfus artışı ve bu artışla paralel olarak gerçekleşen tarımsal arazilerin özel kişiler tarafından kapatılması, yer yer eşkiyalığı, yer yer dilenciliği besleyerek başıboş/avare (vagabond) bir nüfus yaratmıştı ve bu nüfus yeni yeni inşa edilen ekonomi-politik düzene çoklu tehditler oluşturuyordu. Kral, bu başıboş/avare nüfustan nispeten ucuza asker devşirdi ve inşa ettiği askeri güçle geri kalanını baskı ve kontrol altında tuttu. Sürekli ordu, feodal krizle gücünü kaybeden aristokrasiye karşı da kullanıldı. Kral ordusunu sadece yerel kaynaklardan beslemedi. Kıtanın özellikle dağlık kesimleri ve çevresi ucuz paralı asker kaynağıydı. Merkez-Çevre dinamiği orduların inşasında bile işliyordu. Merkez ekonomileri için savaşan ucuz çevre askerleri…
Yine kapitalist dünya-ekonomisi ile uyumlu asker tüccarları ortaya çıktı. Zira krallar veya adamları doğrudan çevre ve/veya dağlık bölgelere gidip asker devşirmiyordu. Bu işi kar için yapan tüccarlar vardı. Ve hem krallara hem de asker tüccarlarına kredi sağlayan bankacılar… İş imkanları sınırlı fakirler, tüccarlar ve bankacıların haricinde sürekli orduların iş imkanı sağladığı başkaları vardı. Sürekli ordular aynı zamanda beslenmeliydi. Doğal olarak bu ihtiyaca hizmet eden tüccarlar çıktı. Hülasa mutlak monarşilerin kendisi, kapitalist dünya-ekonomisinin en değerli müşterileriydi.
Asker tüccarlarının ve onların buldukları paralı askerlerin sadakatları tek bir şarta bağlıydı: ödemelerinin düzenli yapılması. Aksi halde paralı askerlerin silahı krala karşı da dönebilirdi veya daha büyük ihtimalle halkına. Paralı askerliğin ekonomi-politik sisteme tehdit olmaması ve en azından bir süre sürdürülebilirliği kralın düzenli ödeme yapabilme kapasitesine bağlıydı ve kralın vergi alabildiği ve kredi çekebildiği ekonominin dinamizmine. Bu ise sadece kapitalist dünya-ekonomisinin merkez ekonomilerinde mümkündü. Mutlak monarşi kapitalist sistem için gereklilikti, ancak masrafsız değildi. Ve o masrafı sadece merkez ekonomileri kaldırabilirdi.
Mutlak monarşilerin inşası ve sürdürülmesi uygun bir meşruiyet kaynağının bulunmasını ve o kaynaktan meşruiyet iddiasının kurgulanmasını da içeriyordu. Elbette öne sürülecek iddialara halk tabanının inanıp inanmaması, en azından on altıncı yüzyıl Avrupa’sında, önemli değil. Önemli olan kralın emrindeki devlet kadrolarının inanmasıydı, o inanç doğrultusunda davranmalarıydı ve o inancın sürekli olarak aynı veya benzer kaynaklardan beslenmesi. Mutlak monarşilerin meşruiyet kaynağı dindi. Daha da özelde kralın iktidarının tanrısal olduğu iddiası. Mutlak monarşiyi mutlak yapan hususiyet. Kralın üstünde hiç bir faninin olmaması… Ancak mutlaklık despotiklik değil. Zira kralı dahi sınırlayan şeyler var. Tanrının (sadece akılla keşfedilebilen) tabii kanunları gibi. Kral da o kanunlara uymak ve saygı göstermek zorunda. Dolayısıyla mutlaklık sınırsızlık değil. Daha çok kralın sınırlara uyup uymadığının, saygı gösterip göstermediğini teftiş edecek, uyulmadığı, saygı gösterilmediği durumlarda cezalandırabilecek bir kurumun olmaması. Sadece teoride değil, kral, daha da önemlisi, pratikte mutlak değildi. Zira teftiş yapan belirli bir kurumun olmaması demek, teftişi herkesin yapabilmesi demekti ve bu her daim isyan ihtimali demekti. Kral, askeri güç, para veya sözle bastırabildiği/eceği isyan kadar mutlaktı.
Son olarak, mutlak monarşinin inşası ve sürdürülmesi belirli bir ölçüde kültürel homojenleştirmeyi de içerdi. Milliyetçi proje kasıt değil. Batı Avrupa bu projeye hazır değildi. Henüz hazır değildi. Ancak en azından kralın, askeri ve sivil bürokrasinin, tüccarların ve toprak sahiplerinin kültürel olarak homojenleşmesi gerekliydi. Bu ise sadece mutlak monarşilerin çıktığı merkez ekonomilerde gerçekleşti. Aynı etnik grup mezkur zümrelere doluşurken, çevre ekonomilerinde etnik çeşitlilik arttı. Merkez ve çevrenin kültürel homojenleşmede ayrışan patikalarını en net Yahudilerin değişen kaderlerinde gözlemlemek mümkün. Dokuzuncu ve on üçüncü yüzyıllar arasında kuzey ticaret yolu üzerinden Batı ve Doğu Avrupa arasındaki ticaret büyük oranda Yahudilerin eliyle gerçekleşiyordu. Ancak daha sonrasında sadece Batı’da bu etnik grubun statüsü kötüleşmeye başladı. Yahudiler, İngiltere’den on üçüncü yüzyılın, Fransa’dan on dördüncü yüzyılın, İspanya’dan ise on beşinci yüzyılın sonuna doğru sürüldü. On altıncı yüzyıl itibarıyla Batı Avrupa’da Yahudilerin varlığı neredeyse bitmişti. Doğu Avrupa’da ise daha da artmıştı.
Bu nasıl mümkündü? Aslında Yahudi sorunu kral için bir ikilemdi. Zira Yahudiler kral için aynı zamanda ucuz kredi kaynağıydı. Yahudileri sürmek bu kaynağı kurutmaktı. Nitekim Doğu Avrupa’nın kralları bunu yapmadı. Hatta Yahudileri kendi topraklarına yerleşmeye teşvik ettiler. Batı Avrupa kralları bunu karşı karşıya oldukları baskıdan dolayı yaptı. Kapitalist dünya-ekonomisinin yayılması ile zenginleşen tüccar ve toprak sahibi sınıfından bu yönde gelen baskıya karşılık olarak. Yahudilerin sürülmesi ile doğan boşluğu aynı etnik ve dini gruptan gelenler doldurdu. Doğu Avrupa’nın kralları böyle bir baskı ile karşı karşıya değildi. Yerel tüccar sınıfı her halükarda Batı Avrupalı uluslararası tüccarlar tarafından zayıflatılmışlardı. Toprak sahibi aristokrasi ise ürettikleri ürünü merkez ekonomilerine kimin kanalıyla sattıkları sorusu ile ilgilenmiyordu. Hatta yerel bir tüccar sınıfının olması orta-uzun vadede siyasi bir tehdit bile olabilirdi. Hülasa Yahudilerin tüccarlık yapması kimseyi doğrudan tehdit etmiyordu.
Kültürel homojenleşmenin diğer bir yönü ise mezhepseldi. On altıncı ve on yedinci yüzyıllar Katolik Kilise’nin dini otoritesini reddeden Protestanlık hareketinin ortaya çıkışına şahit oldu. Protestanlığın bir ülkedeki kaderini ise o ülkenin kapitalist dünya-ekonomisindeki konumu belirledi. Zira Protestanlık bir şekilde ticari kapitalizme kaderini bağladı. Katoliklik ise tarımsal üretime. Nitekim Katolik Kilise Avrupa’nın en büyük toprak sahibi kurumuydu. Dolayısıyla güçlü bir tüccar sınıfının olduğu bölgelerde Protestanlık, güçlü toprak sahibi sınıfının olduğu bölgelerde ise Katoliklik hakim mezhep oldu. Kapitalist dünya-ekonomisinin yarı-çevrelerinde ise tüccar sınıfının zayıflaması ile paralel olarak Protestanlık da zayıfladı.
Batı Avrupa merkezli kapitalist dünya-ekonomisinin ortaya çıkışı ile mutlak monarşilerin ortaya çıkışının eş zamanlı olması, ikisi arasında herhangi bir sebep-sonuç ilişkisi olup olmadığı sorusunu önümüze koyuyor. Mutlak monarşiler mi kapitalist dünya-ekonomisinin yolunu açtı? Yoksa tersi mi? Sebep-sonuç ilişkisinin her iki yönünü de savunmak mümkün. Kapitalist-dünya ekonomisi ortaya çıkmasaydı, mutlak monarşileri inşa etmek mali açıdan mümkün olmazdı. Ancak mutlak monarşiler de yeni kapitalist sisteminin gelişmesini sağlayacak en hayati ekonomik ve yasal-politik alt yapı temellerini sundular. Daha da önemlisi kapitalizmin en önemli müşterileri oldular. Hülasa, kapitalist dünya-ekonomisinin ortaya çıkışı ve olgunlaşması özellikle merkez ekonomilerde mutlak monarşilerin ortaya çıkışına ihtiyaç duydu, ancak bu ihtiyacı da bir açıdan kendisi karşıladı ve mutlak monarşilerin ortaya çıkışını kolaylaştırdı. [II, III, ve IV. Ciltlerin Yorumu Daha İleri Haftalarda Gelecek.]
Fotoğraf: Jack Stapleton