[voiserPlayer]
“Doğu Akdeniz’in ışıkları söndü. Sonra karanlık gezegene yayıldı.” Halbuki, ondokuzuncu yüzyıl boyunca süregiden Doğu Akdeniz ve Batı arasındaki etkileşim çok daha farklı bir netice doğurabilir, bütün insanlığın refah ve barış içinde yaşama konusunda örnek alabileceği bir model ortaya çıkarabilirdi. Olmadı. Hatta tam zıttı oldu. İlk önce Doğu Akdeniz sulara gömüldü ve takiben diğer uygarlıkları dibe çekmeye başladı. Bu nasıl oldu? Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı’nda bu soruya cevap arıyor.
Son yüzyılın ortalarına kadar, Doğu Akdeniz veya bilinen adıyla Levant, büyük ekonomik fırsatlar sunan, müzik, edebiyat ve sanatta göz kamaştırıcı bir faaliyetin yaşandığı bir bölgeydi. Üstelik çeşitli ve çoğulcu bir toplumu vardı: Çok farklı din, mezhep ve etnik gruplardan azınlıklar birlikte yaşayabiliyor, göçmenler dahi alt kimliklerinin yükü olmadan yaşadıkları toplumun eşit üyeleri olarak hissedebiliyor, ticari fırsatlar kovalayabiliyor, büyük servetler edinebiliyor ve kültür hayatına katkı yapabiliyorlardı.
Ancak bu dünyanın ölümcül bir zaafı vardı: Var olan halin ortaya çıkışı ve devamı ancak Batılı devletlerin varlığı ve müdaheleleri ile mümkündü. Nitekim alttan alta milliyetçi ve dinci bir [Amin Maalouf adını koymasa da sınıfsal… BB] tepki ve öfke de birikiyor, zaman zaman da patlama ve isyanlara sebep olabiliyordu. Bu dönem Avrupalı sömürgeci devletlerin gücünün zayıflaması ve bölgeden çekilmeleri ile paralel olarak Levant’ın batışı da başlayacaktı.
Cemal Abdünnasır’ın Mısır’da darbe ile iktidara gelişi ve ardından uygulamaya koyduğu sosyalist politikalar ve yarattığı özgürlükleri boğucu siyasi atmosfer, Levant’ın batışının başlangıcıydı. Suriye de aynı kaderi yaşayacaktı. Bu politikalar ile Levant’ın dünya ekonomisi ile bağlarını sağlayan tüccar-işadamı kesimi ve bölgenin kültürel hayatının can damarı yazar, entellektüel ve sanatçı kesimi küstürüldü, zayıfladı ya da tamamen bölgeden sürüldü. Ancak Nasır’ın anti-emperyalist, Arap milliyetçisi mesajı ile mest kalabalıklar, neleri kaybettiğinin farkında olmadan, umut doluydu. Geleceğe dair umut… Ta ki 1967 Haziran ayına kadar. İsrail karşısında yaşanan askeri bozgun, Arapların geleceğe dair umutlarını da kırdı.
Ancak o tarihte bile Levant’da halen daha yıkılmamış son bir kale vardı: Lübnan. Mısır veya Levant’ın geri kalanı gibi, etnik, dini ve mezhepsel çeşitliliği bünyesinde barındıran Lübnan’ın talihi, bu çeşitliğini, son dönemlere Batı ile artan ilişkilere borçlu olmamasıydı. Tarihin doğal akışında ortaya çıkan, dolayısıyla Batılı müdaheleyi gerektirmeyen dini ve mezhepsel çeşitliliği ile Lübnan bir dönem daha bölgesel batıştan istisna kalabildi. Üstelik, Mısır ve Suriye’den sürülen ekonomik ve kültürel elitlerin bir kısmı Lübnan’ı mesken tuttu ve bu ülkenin çeyrek yüzyıl daha ekonomik refah ve kültürel canlılık dönemi yaşamasına katkı sağladı. Ancak, bunun da sonu gelecekti. Ülkenin derin dini ve mezhepsel bölünmüşlüğü aşılamadı. Bu yönde herhangi bir girişim de olmadı. 1960’lı yılların sonunda Filistin silahlı direnişinin Lübnan topraklarına taşınması, bozulmaya zaten hazır, hassas dini/mezhepsel dengeyi kökünden sarstı ve Levant’ın son kalesi de düştü. 1975 yılının Nisan ayında Lübnan iç savaşı başladı. Yaklaşık bir yıl sonra ise Lübnanlı elitlerin davetiyle Suriye Lübnan’ı işgal etti. Amin Maalouf, kısa bir süre sonra Lübnan’ı eski bir gemiyle terketti: O gün, Maalouf’un doğduğu “Doğu Akdeniz’in tüm düşleri çoktan ölmüştü veya can çekişiyordu.”
Maalouf Lübnan’dan henüz ayrılmamışken, 1973 yılında Petrol krizi patlak verdi. Arap devletler arası dayanışmanın bir neticesi olan krizin bölgesel ve küresel neticeleri oldu. Petrol ithal eden ülkeler yeni ekonomik realitelerle karşı karşıya kalırken, petrol zengini bölge ülkelerinin (Irak, İran, Libya, ve Körfez ülkeleri), -petrol fiyatındaki artış ve ardından gelen olağanüstü servet artışının sonucu olarak,- yöneticilerinin hırsları, halklarının ise doyumsuzluğu arttı. Petrol krizinin doğrudan neticesi olarak, 1979 yılında iki muhafazakar devrim gerçekleşti. Birincisi İran’da… Diğeri İngiltere’de… Ve bu iki devrime eşlik eden başka olaylar yeni bir dönemin kapısını açtı.
Bölgesel zeminde 1979 İran devrimi İslamcılığın yükselişinin ve yirminci yüzyıl boyunca kalabalıkları sürükleyen seküler ideolojilerin yenilgisinin teyidi oldu. Aynı olaya eşlik eden Mekke baskını Suudi hanedanlığına dindarlığını daha fazla vurgulama ihtiyacını hissettirdi. Bu doğrultuda Suudi Arabistan bütün dünyaya katı dini anlayışını yaymak üzere daha fazla kaynak ayırmaya başladı. 1979 yılında Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali Suud ailesine evdeki aşırı-radikal dincilerden kurtulma fırsatı sundu. Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı cihada katılan Suudi ve diğer Arap cihatçılar arasından el-Kaide doğacak ve 2001 yılında gerçekleştirdiği terör saldırıları ile Amerika’yı daha saldırgan ve küstah bir güç haline dönüştürecekti.
1979 yılının diğer muhafazakar devrimi, İngiltere’de Margaret Thatcher’in seçilmesinin zincirleme küresel etkileri oldu. Devletler refah hizmetlerinden çekildi. Zamanın yeni ruhu ile uyumlu olarak, Çin’den Amerika’ya bütün dünyada ‘eşitlik’ ideali zayıfladı ve eşitsizlik insanlığın doğal hali olarak kabul edildi. Servet eşitsizliği arttı ve nihayetinde korkunç boyutlara ulaştı. Kimlik siyaseti keskinleşti ve insanlık daha alt kimliklere ve kabilelere bölündü. Ve bütün bu hengamede, alt kimlikleri aşma ve daha üst kimlikler altında insanlığı birleştime gayesi güden sol daha da fazla kimlik siyasetinini sahiplendi ve hatta sağdan daha azılı savunucusu oldu. Aynı dönem düzeltme yapma fırsatları da sundu. Soğuk Savaş’ın sonunda ABD’nin Sovyetler Birliği’ne yardım eli uzatmaması ve Avrupa Birliği’nin ortak ekonomik pazarın ötesinde güçlü bir birlik tesis edememeleri ile bu fırsatlar da harcandı. Ve Levant’da başlayan uygarlıkların batışı durdurulamadı. Gidişatı hem bir model olarak hem de bir lider olarak tersine çevirebilecek bir güç de çıkmadı. Varolan tek güç ise bu vizyonu gösteremedi.
Ve insanlık bu halde daha devasa sorunları karşılamaya hazırlanıyor: Çin’in yükselişi ve Rusya’nın tekrar dirilmesi ile artan ve daha da artması muhtemel silahlanma yarışı, teknolojinin sunduğu imkanlarla özel firmaların ve devletleri insan özeline daha rahat ve teklifsizce nüfuz edebilmeleri, gelişen teknoloji ile paralel olarak artan robotlaşma ve daha da artması muhtemel işsizlik ve küresel ısınma…
İnsanlık artık, “öngörülemez, rastlantılara bağlı ve daha epey süreceği anlaşılan bir alana girmiş” durumda. “Çağdaşlarımızın çoğu ilerleme ve refahın hüküm süreceği bir geleceğe artık inanmıyor. Nerede yaşarlarsa yaşasınlar, şaşkın, öfkeli, mutsuz, pusulalarını yitirmiş haldeler. Çevrelerindeki kaynaşan dünyaya kuşkuyla bakıyor ve tuhaf palavracılara kulak vermeye yatkın görünüyorlar.”
Uygarlıkların Batışı Amin Maalouf’un fırçasından son yüzyıllık dünya tarihinin resmini çiziyor. Elbette ölçeği fazlasıyla büyük bir resim bu. Dolayısıyla bir çok tarihi ve önemli gelişmenin unutulduğu bir resim. Ayrıca sübjektif bir resim. Maalouf’un kendi gözüyle gördüğü haliyle dünyanın resmi. Nitekim Maalouf da genel ve kapsamlı bir dünya tarihi yazdığını iddia etmiyor, sadece görebildiği, bilebildiği, deneyimleyebildiği, farkında olabildiği kadarını yazdığını söylüyor.
Dolayısıyla bize Maalouf’un göremedikleri, bilemedikleri, deneyimlemedikleri, farkında olamadıkları ile yargılamak değil; görebildiklerinin, bildiklerinin, deneyimlediklerinin, farkında olduklarının kapsamına hayranlık duymak ve bunlar üzerinden yaptığı çıkarımlar üzerine düşünmek düşer. Çin’den Amerika’ya, İskandinavya’dan Güney Afrika’ya geniş bir coğrafyayı tarayan bir göz Maalouf’un gözü. Daha da etkileyici olanı ise bu kadar yukarıdan bir bakış atmasına rağmen, Maalouf yeri geldiğinde özele de odaklanabiliyor olması. Nitekim Uygarlıkların Batışı aynı zamanda yazarın hayatının bir döneminin de hayat hikayesi tadında. Maalouf’un kendi ve ailesinin hikayelerinden sunduğu kesitler, resmetmeye çalıştığı daha büyük yerel, bölgesel ve küresel olayların bağımlı değişkeni. Böylelikle Uygarlıkların Batışı kişiselden yerele, yerelden bölgesele, bölgeselden küresele ve küreselden tekrar kişisele geçişlerin olduğu anlatımı son derece dinamik kitap. Maalouf’un edebi dili de, ki çevirmen büyük bir özenle bunu korumuş, kitabın anlatısına akıcılık katıyor.
Çağrışımlar
Uygarlıkların Batışı içinde doğduğu uygarlığın batışı karşısında hüzünlenen ve insanlığın gidişatı ile alakalı kaygılı bir kafanın ve kalbin sızlanışı… Bu haliyle ise oldukça tanıdık. Zira Maalouf’un hisleri aynı zamanda bir çok entellektüel-akademik insanın da hisleri.
“Hüzünlerimin hepsi,” diyor Maalouf, “aynı öyküyü anlatıyor: Sonunda boşa çıkan, ihanete uğrayan, doğası değiştirilen veya yok edilen büyük bir umut… Gençliğime can veren ve ömrümün gün batımında yıpranmış, gözden düşmüş bir halde gördüğüm soylu idealler: evrensellik, Tarih’in ileriye doğru yürümesi, kültürlerin ahenk içinde serpilip gelişmesi, değerlerin buluşması ve insanların haysiyet eşitliği için de hüzün…”
Maalouf’unki ailesi (dar ve geniş anlamıyla), dostları ve yüzlerini görmediği milyonlarca insana karşı duyduğu bir entellektüel sorumluluk duygusu. Maalouf’un kitabın önsüzünün başına koyduğu şiir bu sorumluluk duygusuna içkin örtük bir inanca gönderme yapıyor.
“Geleceğin ne sakladığını,
Onu sadece,
Tüm ışıkların tam ve tek sahibi,
Tanrılar bilir.
Bilgeler de sezer yaklaşan şeyleri.
Tamamen çalışmalarına dalmışken bazen,
Duyuları uyanır.
Ulaşır onlara,
Yaklaşan olayların gizli uğultusu
Onlar da saygıyla dinlerler o uğultuları.”*
Kısaca, entellektüel-akademik faaliyet salt geçmişi ve hali anlama ve açıklamasını değil, bunların ötesinde geleceğe dair öngörülerde bulunmayı da gerektiriyor. İlk faaliyet türü disipline edilmiş akıl yürütmeyi, ikincisi ise güçlü bir sezgiyi gerektiriyor. Bu ikiliye insanlara karşı duyulan güçlü bir ebeveyncilik duygusu katılınca entellektüel-akademik dava erliğinin bileşenleri ortaya çıkıyor.
* Şiir, Maalouf’un batışına şahit olduğu kendi uygarlığının temsilcisi bir şairin, Yunan asıllı, İskenderiye’de doğan ve ölen Constantine Cavafy (1863-1933)’ye ait. Kitapta şiirin Özdemir İnce çevirisi aktarılmış. Ben şiirin anlamını değiştirmeden, bazı önemli değişiklikler yaptım.
Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı [Le Naufrage des civilisations], Çev. Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları, 2019.
Fotoğraf: Michael