[voiserPlayer]
“Beni gasp edilmemiş topraklara gömün.”
Ebu Hanife’nin ölmeden önceki son isteği
Cem Zorlu’nun “Alim ve Muhalif” adlı eseri salt fakih kimliği ile bilinen ve Hanefi mezhebinin kurucu imamı olarak taltif edilen Ebu Hanife’nin (h. 70-150/ m. 699-769) sahip çıkılmayan siyasal fıkhını ve politik mücadelesini gözler önüne sermeyi amaçlamaktadır. Ebu Hanife’nin despotik Emevi (661-750) ve Abbasi idarelerine (750-1258) yönelik sergilediği protest tutum, gayri meşru yönetimlere karşı desteklemiş olduğu ayaklanmalar ve İslam ümmetinin meşveretine/rızasına dayanan bir politik sistem arzusu eserin ana temasını oluşturmaktadır.
Ebu Hanife’nin Siyasal Fıkhını Belirleyen Dinamikler
Eserde ilk olarak Ebu Hanife’nin politik mücadelesinin itici güçleri ve ana motivasyonları ele alınmaktadır. Bunlar sırasıyla; Ebu Hanife’nin de mensubu olduğu akıl, içtihat ve kıyası baz alan Rey ekolü[1], mevali kültürü ve Kufe’nin kozmopolit atmosferi olarak ele alınabilir.
Ebu Hanife, geçimini ipek ticareti ile sağlayan varsıl bir ailede yetişmiştir. Çocukluğunu zalimliği ile nam salmış Irak valisi Haccac’ın döneminde geçirmiş, Emevi sultanlarının haksız idaresine, kamu kaynaklarının talan edilmesine, haksızca konulan ilave vergilere, cizye ve haraç miktarındaki artışlara ve bu vergilerin mükellef olmayanlardan alınmasına, vergi toplamada kötü metotların takip edilmesine, Arap ırkçılığına ve kendisi de bir mevali olarak mevaliye reva görülen türlü yaptırımlara tanıklık etmiştir.
Nitekim, Ebu Hanife Arap olmaması (aslen Farisidir) nedeniyle mevali sınıfından sayılmaktadır. Mevaliler, müslüman olmalarına rağmen Emevi idaresinin ırkçı politikaları sebebiyle Araplarla eşit statüde değerlendirilmemekte, siyasi alandan tamamen dışlanmakta, gayri Müslimlerden alınan cizye vergisine muhatap olmakta, İslam’a dahil olmaları zorlaştırılmakta, ganimetten eşit pay alamamakta ve savaşlarda ise piyade pozisyonunda yer alıp ölüm noktalarında görevlendirilmektedir.
Emeviler döneminde gerçekleşen çoğu isyan ve ayaklanmanın kökeninde mevalinin Emevi Hanedanlığı’nın ırkçı ve haksız uygulamalarına yönelik tepkisi olmakla birlikte, hilafetin Hz. Ali ve oğullarının soyuna ait olduğu şeklinde bir kanı da mevcuttur. Nitekim, Şia’ya göre -ki Ebu Hanife’nin de mutabık olduğu görüş budur- Emeviler, “şura/istişare” ve “rıza” ilkelerini terk ederek yönetimi haksız bir şekilde gasp etmiş ve saltanata çevirmiştir. Bilhassa Şia ve Mutezili müslümanlar nezdinde Emevi hilafetinin herhangi bir meşruiyeti söz konusu değildir. Emevilere yönelik isyan ve muhalif hareketlerin lokasyonu ise Ebu Hanife’nin de doğup büyüdüğü, içerisinde birçok ırk, etnisite, kimlik ve kültürü barındıran dönemin en ünlü kozmopolit merkezlerinden biri olan Kufe’dir.
Ebu Hanife’nin İsyanlara Karşı Tutumu
Ebu Hanife, birçok çağdaşı gibi Emevi-Abbasi idaresinin politikalarını gayri meşru görüyor, hilafet için gerekli kıstaslara, yani ehliyet ve liyakata sahip olmadıkları gerekçesiyle sultanları sert bir şekilde eleştiriyor ve meşruiyetini kaybetmiş bir yönetime karşı direnmeyi dinen vacip olarak kabul ediyordu. Bu bağlamda, ilkin Emeviler döneminde Kufe’ de cereyan eden Hz. Hüseyin’in torunu ve Zeydiyye mezhebinin kurucu imamı olan Zeyd’in isyanını (122/740) desteklemiş, fiilen isyana katılmasa da silah, at ve mühimmat yardımında bulunmuştur.
Buna ek olarak, “Zeyd’in çıkışı Resulullah’ın Bedir’deki çıkışı gibidir” diyerek insanları Zeyd’in isyanına katılmaya teşvik eden bir fetva yayınlamıştır. Ancak Emevi Hanedanlığı’nın nihayet bulması da despotizmi sonlandırmamış, bu kez de Abbas oğulları ve Hasan oğulları arasında hilafet mücadelesi başlamış, iktidarı ele geçiren Abbas oğulları, Hasan oğullarını siyasi alandan elimine etmeye çalışmıştır. Abbas oğullarının da Emevi yönetimine benzer despotik uygulama ve politikaları neticesinde Hz. Hasan’ın torunu Abdullah ve Abdullah’ın oğulları Muhammed ve İbrahim, Abbasi yönetimine biat etmeyerek Medine’de (145/762) ayaklanma başlatmıştır. Ebu Hanife Zeyd’in isyanını desteklediği gibi Muhammed ve İbrahim’in isyanını da hak ve adalet adına desteklemiş, ekonomik yardımlarda bulunmuş, “İbrahim’in isyanına katılmak bin hac’dan evladır” diyerek insanları isyana katılmaya ve bu sefer de Abbasilerin işlettiği zulüm düzeninin çarklarını kırmaya davet etmiştir.
Ebu Hanife ve Meşru Yönetim
Ebu Hanife’ye göre meşruiyet, Müslüman ümmetin şura ve rızasına dayanan, liyakat sahibi yöneticiler tarafından idare edilen ve Müslümanların can ve mallarının bağımsız hukuk ile korumaya alındığı adil yönetimi ifade etmektedir. Bu bağlamda Ebu Hanife, Abbasi Halifesi Cafer el-Ebu Mansur’un idare tarzını meşru görmediğini onun da içerisinde bulunduğu birçok mecliste dile getirmekten çekinmemiştir:
“Sen, sadece kılıcından ve hapsetmenden korktuğumuz için senin hakkında istediğin şeyleri söyleyeceğimizi kamuoyuna anlatmayı amaçladın. Takva sahiplerinden iki kişi bile senin üzerinde ittifak etmediği halde sen hilafet makamına geçtin. Hakikatte ise hilafet, müminlerin icması ve meşveretiyle olur. İşte Ebu Bekir, Yemenlilerin biatı gelinceye kadar altı ay hüküm vermekten kaçındı.”
Ebu Hanife yönetim ricalinden gelen her türlü bağış, hediye ve cariyeyi geri çevirmiş, gerek Emeviler döneminde Vali İbn Hübeyre’nin gerekse de Abbasiler döneminde Sultan Ebu Cafer el-Mansur’un kadılık ve hazine müsteşarlığı teklifini despotik yönetimlerin maşası olmamak adına reddetmiştir. Nitekim, Ebu Hanife için rüşvet ve zulme gark olmuş bir iktidarın kadısı olmak, bıçaksız boğazlanmak demektir:
“Eğer vali benden Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi sıradan bir iş istesin, yine kabul etmem. O, belki haksız yere boynunu vuracağı bir adamın ölüm fermanını yazacak, ben de ona mühür basacağım, ayrıca haksız yere mal toplayacağız ve Allah’a isyan yolunda harcayacağız ve ben de onu korumaya çalışacağım ha, vallahi böyle bir işe kesinlikle girmem!”
Ebu Hanife Ebu Mansur’un bağışlarını ise “Ben bu malı onun harcamasına razı değilim ki kendim nasıl alıp harcayayım?” diyerek reddetmiştir:
“Müminlerin emiri bana kendi malından bir şey verdi de ben mi reddettim; eğer kendi malından bir hediye verse kabul ederim. Ancak müminlerin emiri bana Müslümanların hazinesinden vermektedir. Benim onların hazinesinden bir şey almaya hakkım yok. Ben onların ardında savaşmıyorum ki, savaşçının aldığını alayım; ben onların gençlerinden değilim ki gençlerin aldığını alayım; ben onların fakirlerinden de değilim ki fakirin aldığını alayım.”
Ebu Hanife, salt fakih kimliği ile bilinmekte ve Hanefi mezhebinin kurucusu olarak taltif edilmekte ise de doğru bildiği fikirleri savunmaktan geri kalmayışı ve bu uğurda zindanlara atılıp türlü işkence ve zulüm altında can vermesiyle birçok yazar ve düşünür tarafından “İslam dünyasının Sokrates’i” olarak nitelenmiştir. Zorlu’nun mevzu bahis olan eseri de bu kanıyı destekler mahiyettedir.
Emevi ve Abbasi saltanatının zulüm yönetimlerine karşı hak ve adaleti temsil eden duruşu, muhalif kimliği, döneminin yönetimlerine karşı çıkan isyan ve ayaklanmaları gerek ilmi gerekse de maddi açıdan desteklemesi, zalim idarecilerin azledilebileceğine yönelik fetva ve teşvikleri, klasik Ehl-i Sünnet kanadının aksine istikrar ve otorite talebini değil adaleti ön plana çıkaran bir siyasi mücadele ve direniş sergilemesi, şura ve meşveret eksenli yönetim anlayışı ve nihai olarak akılcı ve özgürlükçü tutumu ile Ebu Hanife, kendi dönemine olduğu gibi günümüze de ışık tutmaya devam etmektedir. Bununla birlikte, Ebu Hanife’nin siyasal fıkhından -Müslüman camiası olarak- istifade edilip edilmediği ise oldukça tartışmalı[2] bir mevzudur.
[1] Akılcılar olarak da bilinen Rey ekolü, akıl ve nakil çatışmasında akıl lehine kanaat belirten, dini metinleri anlamada onların lafzi anlamlarının ötesinde tevil, tefsir ve yorum metotlarını kullanan ve güncel sorunları kıyas ve içtihat yaparak çözme eğiliminde bulunan hizbi ifade ederken; Rey ekolünün karşısında konumlanan Hadis ekolü ise nakli akla önceleyip dini metinleri tüm akli çaba ve içtihat mekanizmalarından (kıyas, istihsan) uzak tutarak herhangi bir yorum ve tefsire mahal vermeden yalnızca lafzi anlamlarıyla ele alan ve sorunları gelenek izinden(hadis ve sahabe uygulamaları) giderek çözmeye odaklanan gruba işaret etmektedir. Bu iki ekol arasındaki ayrımın sosyo-kültürel boyutu da göz ardı edilmemelidir. Hadis ekolü daha çok kırsal kesimde, çölde ve zorlu çöl koşullarında yetişen Hicaz-Medine merkezli bedevi kültürünü taşıyan Arap fakihleri tanımlarken Rey ekolü, ilmi ve ticari faaliyetlerin yoğun olduğu gelişmiş şehirlerde yaşayan ve çoğunlukla mevali kimliğine sahip fakih ve alimlerden müteşekkildir. Bkz. Kartal, R. N. (2019). Case of Abu Hanifah in the axis of the struggle of ulama and umera (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Ankara.
[2] Çaylak, A. ve Kartal, R. N. (2019). “İslam Siyasi Tarihinde Bilgi (Ulema)-İktidar (Umera) İlişkisi: Ebu Hanife Örneği”. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 2 (38), 143-160.