[voiserPlayer]
Türkiye iktisat tarihindeki tartışmalarda belki de en çok yeri işgal eden kavram devletçiliktir. Bu kavramın kimine göre kamucu ve devrimci bir anlayışın meydana getirdiği, “her bir fabrika bir kaledir” söyleminin kanlı canlı timsali olması, kimine göre ise bürokratik hantallığın imgesi bağlamında yorumlanması, bahsi geçen nosyonun ne kadar çetrefilli olduğu hususunda bir ipucu sunar.
Oysa toplumsal tartışmalarda gerek bu kavramı müdafaa eden gerek de buna karşı çıkan çevreler bence çok temel noktaları kaçırmaktadır. Genelde, ulusalcı olarak adlandırılabilecek çevreler, devletçiliği tam bağımsız, kamu ağırlıklı iktisadi bir düzen öngördüğü için olumlarken piyasacı çevreler ise aynı devletçilik tahayyülüne dayanarak eleştirel bir tahlil yapmaktadır. Peki, örneğin devletçiliğin inkişaf ettiği dönem olan 1932-1939 arasında artan sanayi üretiminin[1] yüzde 75’inin özel teşebbüsçe sağlanmış olması, iki kesimce özümsenen kamu ağırlıklı devletçilik tasavvurunu sorgulamamıza yol açmaz mı?
Bu yazıda devletçilik kavramını Kemalizm bağlamında tarihsel olarak değerlendireceğim. Yani, odağım uluslarası politik siyaset literatüründeki devletçilik(etatism) kavramından ziyade Türkiye örneğine hitap ediyor. Temel tezim, Kemalist devletçiliğin özel teşebbüsü esas alan ve özel teşebbüs ağırlıklı bir kalkınma stratejisi benimsediğidir. Her şeyden evvel önemli bir detayı ifade etmekte yarar var: Devletçilik bir iktisadi sistem değildir, bir iktisat politikası biçimidir.[2] Bu iktisat politikası, sermaye birikimini özel teşebbüsçe önceler, özel teşebbüsün yapamayacağı alanlardaysa kamu işletmeciliğini öngörür. Öncelikle söz konusu dönemin anatomisinin anlaşılması için birkaç ampirik veriyi incelemek zaruridir:
1- 1938 Resmi Sanayi sayımına göre endüstri, sanayi, enerji, imalat sektöründeki toplam istihdamın yüzde 90’ı özel teşebbüs tarafından sağlanmaktadır.[3] Yani özel teşebbüs ezici surette ağırlıktadır.
2- 1932-1939 arasındaki üretimin yüzde 75’ini özel teşebbüs sağlamıştır.[4]
3- Bu dönemde Türkiye’nin GSYH içindeki kamu sektörünün ağırlığı, İngiltere ve Fransa’ya kıyasla epey azdır. Yine bu dönemde vergilerin Türkiye ekonomisi içerisindeki hacimi yüzde 12-20 arasında değişmekteydi. Söz konusu dönemde Britanya’da bu rakam yüzde 25-40 arasındayken Fransa’da yüzde 30 civarındaydı. Türkiye’de devletin GSYH içerisindeki harcama oranıysa yüzde 12-19 arasındayken bu dönemde Britanya’da bu rakam yüzde 28-45 arasındaydı. Dolayısıyla, kamu sektörünün payı, bahsi geçen ülkelerde Türkiye’ye göre epey fazladır.[5]
4- Planlı kalkınma bazındaki sanayi yatırımları, GSYH’ın sadece yüzde 2’sine tekabül etmekteydi. Bu da devletin sanayileşme hamlesinin son derece sınırlı olduğunun ampirik kanıtıdır.[6]
Veriler ışığında ifade edilebilir ki bu dönemdeki iktisadi büyümeyi salt olarak kamu sektörüne atfetmek epey zordur, hatta asıl gelişim stratejisinde özel teşebbüsün öncü bir role sahip olduğu bile verilere binaen söylenebilir. Tabii ki bu dönemde devletçilik kavramı resmi çevrelerce yekpare olarak tek bir bağlamda yorumlanmamaktaydı. Devletçiliğin yorumu açısından resmi çevreler nezdinde iki ayrı kutubun olduğunu ifade edebiliriz[7]: İş Bankası çevresi ve İsmet Paşa çevresi.
İş Bankası çevresi; Celal Bayar, Kılıç Ali, Salih Bozok, Nuri Conker, Fuat Bulda, Mahmut Soydan, Hasan Saka gibi özel teşebbüsün üstünlüğünü müdafaa edenlerden oluşmaktaydı. Daha katı bir etatizm yorumunu benimseyen çevreyse; İsmet İnönü, Tevfik Rüştü Aras, Mustafa Şeref Özkan, Kâzım Özalp, Refik Saydam, Fuat Ağralı gibi kişilerden mütevellitti.[8]
Tabii bu kişiler sözlü olarak hiçbir zaman özel sermayenin girişim hürriyetini reddetmemişlerdi. Hatta örneğin İsmet İnönü, Kadro dergisine verdiği 1933 tarihli yazıda dahi, ferdi teşebbüslerin yapabileceği yerlere devletin karışmaması gerektiğini yazar.[9] Dönemin mâlum totaliter ve faşizan yönetimlerinden çeşitli açılardan etkilenmiş olan[10] Parti Genel Sekreteri Recep Peker dahi “fırkamız serbest ticaretin dostudur.” demekteydi.[11]
Fakat bu çevreler en azından pratikte özel teşebbüse, sermaye çevrelerine şüpheci bir tavırla yaklaşmakta ve kimi zaman geniş bir “kamu menfaati” anlayışıyla özel teşebbüsün faaliyetlerinin devletleştirilebileceğine savunmaktaydı.[12] Karşı kutupta yer alan İş Bankası çevresinin başını da Celal Bayar çekmektedir. Bu çevreyi tam olarak klasik bir liberal ekonomi taraftarı olarak adlandırmak doğru olmayabilir.[13]
Zira, liberalizm ifadesini yekcins bir klasik liberalizmin jandarma devleti bağlamında ele alırsak[14], bu çevrelerin güçlü bir özel teşebbüs ile burjuvazi meydana getirmek için devlet müdahalelerini savunduğu unutulmamalıdır. Fakat liberalizmi daha modern ve Keynesgil bir bağlamda yorumlarsak bu çevrelerin bahsi geçen anlayışa nispeten daha yakın olduğu söylenebilir.[15]
Bayar devletçiliğin özel teşebbüs ve özel mülkiyeti merkezine aldığını[16], ayrıyeten katı bir doktrinden ziyade realizme dayandığını ve hatta konjonktür değişirse devletçiliğin de biçim değiştirebileceğini, “Bugün içinde bulunduğumuz sistemin değişmez bir sistem olduğunu asla ifade etmiyorum. Fakat bugün içinde bulunduğumuz sistem bugünkü şeraite nazaran bizim için mükemmel bir sistemdir. Yarın hayat ve şerait değiştikçe, biz de o şeraite intibak suretiyle sistemler üzerinde tadiller yapacağız.” sözleriyle ifade ediyordu.[17]
Cemil Koçak, Bayar ve İnönü’nün iktisadi görüşlerinin farklılıklarını şöyle ifade eder: “Bayar’ı İnönü’den farklı kılan, onun devletçiliği bir iktisat politikası olarak geçici bir süre uygulamak, bu sırada özel girişime katkıda bulunmak ve bundan sonra da ekonomide liberalizmin tedricen yeniden ağırlık kazanmasına çalışmak gerektiğine inanmasıydı. İnönü ise devletçiliği sürekli bir uygulama olarak görüyordu. Bu görüşte muhtemelen, CHP Umumî Katibi Recep Peker’den etkilenmekteydi. İnönü, elbette özel girişime karşı değildi. Ancak uygulamada, özel girişim-devlet işletmeciliği tercihi, devletçilik lehine gelişme eğilimindeydi.”[18]
Devletçiliğin esasen tam anlamıyla 1932 Temmuz’unda bir haftada meclisten geçirilen ve aşırı müdahaleci bir anlayışı yansıtan sekiz adet kanunla olağanüstü bir hızla başladığını ifade etmek yanlış olmaz. Bu kanunların aşırı müdahaleci içeriği mecliste sermaye çevrelerine yakın olan mebusların şiddetli eleştirilerine sebep olmuş ve meclis dışında da sermaye çevrelerinin paniğe kapılmasını tetiklemişti.[19] Bu olgu, İş Bankası çevresi ile hükümet çevreleri arasında bir gerilimin doğmasına neden olur. Ahmet Hamdi Başar durumu şöyle tasvir eder:
“1932 senesi, inkılap tarihi bakımından bazı mühim cereyanlar ve hadiselerle doludur. Açık olarak iki cephe teşekkül etmiş ve çarpışmaya başlamıştır: Himayeler sayesinde canlanan yeni sanayiciler ve yeni burjuva bir tarafta, devletin kuvvetlenmesi nispetinde kuvvetlenen memur sınıfı diğer tarafta… Bunlardan birincisi, İş Bankası etrafında toplanmış… İkincisi de, hükümet ve mecliste hâkim olmaya başlamıştır. İş Bankası, Gazi’nin himâyesinde… Gâzi, işin, zenginliğin çoğalmasını istiyor. Bunun yapacağı fenalıklar üzerinde hiç durmuş değil… İkinci temayül ise daha çok İsmet Paşa tarafından himaye görüyor.”[20]
Gerginlik, devlet tarafından kurulmak istenilen kağıt sanayisi projesine İş Bankası çevrelerinin de talip olmasıyla zirveye ulaştı ve bunun sonucunda İsmet Paşa çevresinden İktisat Vekili Mustafa Şeref Özkan, bizzat Atatürk tarafından Yalova’daki bir akşam sofrasında istifaya zorlandı. Ardından da bu koltuğa İş Bankası Genel Müdürü Celal Bayar atandı. Boratav bu durumu şöyle yorumlar: “Yalova operasyonu (Özkan’ın görevden alınıp Bayar’ın İktisat Bakanlığına atanması) sermaye çevrelerini ferahlatan, devletçi gidişin “ölçüsüzlüklerinin” son bulacağını müjdeleyen bir gelişme olmuştur.”[21]
Şurası önemlidir ki bu atama İsmet Paşa’ya rağmen olmuştur. Nitekim Bayar, iktisat bakanı olarak yayımlayacağı ilk tamimde, “Serbest sermayenin çalışmasına müsaade etmeyen ve bütün iktisadi faaliyetleri benimseyen aşırı devletçilik fikrine [cevaz yoktur]… İktisadi… saha[da]… fertlerin… şirketlerin, münhasıran devletin yahut millî iktisat kuvvetleriyle müştereken devletin mesaisiyle… yapılacak sayısız işler vardır..”[22] sözleriyle aşırı devletçi anlayışı eleştirmektedir.
Atatürk ise Bayar’ın anlayışına daha yakın olmuştur. Öyle ki Atatürk, elyazmalarında kendi devletçilik yorumunu şöyle dile getirir: “Devletin bu konudaki çalışmasının sınırını çizmek ve dayanacağı kuralları belirlemek, diğer yandan yurttaşın kişisel girişim ve çalışma özgürlüğünü kısıtlamamış olmak, devleti yönetmeye yetkili kılınanların düşünüp belirlemesi gereken sorunlardır. İlke olarak devlet, bireyin yerine geçmemelidir. Fakat, ‘bireyin gelişmesi için genel koşulları göz önünde bulundurmalıdır.’ Bir bireyin kişisel etkinliği ekonomik ilerlemenin ana kaynağı olarak kalmalıdır. Bireylerin gelişmesine engel olmamak, onların her açıdan olduğu gibi, özellikle ekonomik alanda, özgürlüğü ve girişimleri önünde devletin kendi çalışmasıyla bir engel oluşturmaması, demokrasi ilkesinin en önemli temelidir. O hâlde diyebiliriz ki bireylerin gelişmesinin engel karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet etkinliğinin sınırını oluşturur.”[23]
Atatürk başka bir vesileyle şöyle de konuşmaktaydı:“Devletçiliğin bizce anlamı şudur; kişilerin özel teşebbüslerini ve kişisel faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir ulusun ve geniş bir ülkenin bütün ihtiyaçlarını ve (bu uğurda pek bir şey yapılmadığını göz önünde tutarak) ülke ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk vatanında yüzyıllardan beri kişisel ve özel teşebbüslerle yapılmamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi ve kısa bir zamanda yapmayı başardı. Bizim takip ettiğimiz bu yol görüldüğü gibi liberalizmden başka bir yoldur.”[24]
Yani Atatürk, devletçiliğin devletin hususi teşebbüsçe yapılamayan şeylerin yapılması sonucu ortaya çıktığını söyler. Bu anlayış şüphesiz ki Serbest Cumhuriyet Fırkası döneminde Fethi Bey’in önerdiği “devlet, hususi teşebbüslerin yetişemediği alanlara el atsın” formülüne epey yakındır.[25] Nitekim Ahmet Ağaoğlu şöyle yazmaktaydı:
“Kemalist rejimin birinci hedefi ferdi… ezici… amillerden kurtarmaktır… Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Türk vatandaşını her türlü kuyuttan kurtarmak, onun… için… serbest sahalar açmak için yapılmıştır… Bunun yanı başında ferdin yetişemediği ve yapamadığı …lüzumlu işleri devletin üzerine almasını ben de… kabul ederim… CHF’nin devletçiliğini… liberal ve demokrat devletlerin devletçiliklerinden ne aykırı ve ne de fazla buluyorum ve… CHF devletçiliğinin benim devletçilik hakkındaki fikirlerime Kadro’[cuların] planlı ve servetleri devletin eline veren devletçiliği[nden] daha yakın olduğu kanaatindeyim… Fırkanın başında [kiler]… devlet, yalnız ferdin yetişemediği ve yapamadığı şeyleri yapar diye tasrih etmişlerdir.”[26]
Bu anlayışı, yani hususi teşebbüsün başaramayacağı alanlara konsantre olan kamu yatırımları düşüncesini örneğin, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planının İktisat Vekaletince Başbakanlığa sunuluş yazısındaki şu satırlardan sezebiliriz:
“Bu programa hususi teşebbüs erbabı tarafından tesisine imkan görülmeyen sanayi şubeleri ithal edilerek devlet veya millî müesseselerin teşebbüsü olarak kurulmaları düşünülmüştür.”[27]
Ayrıyeten Atatürk 1937 yılında, “Kesin zaruret olmadıkça piyasalara karışılmaz, bununla beraber hiçbir piyasa da başıboş değildir.”[28] sözleriyle devlet müdahalesinin sınırlarına işaret etmekte; “Biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz; bilâkis memleketimizde milyonerler yetişmesine çalışacağız”[29] ifadesiyle sermayedar çevrelere karşı şüpheci bir tavır içerisinde olmadığını dile getirmekte; Sovyet Büyükelçisiyle görüşmesindeyse Türkiye’de bir burjuva sınıfı yaratma arzusuna, “Türkiye’de sınıflar yok… Gelişmiş bir sanayi olmadığı için işçi sınıfı da yok. Bizim burjuvazimizi ise henüz burjuvazi sınıfı haline getirmek gerekiyor.”[30] sözleriyle ifade etmekteydi.
Öyle ki yıllar sonra İsmet Paşa da Atatürk’ün aslında özel teşebbüse öncelik tanıdığını şu sözlerle doğrular: “(Atatürk) Başından itibaren özel teşebbüsü esas tutmuş ve ölünceye kadar bu prensibi tatbik etmiştir.”[31] “Atatürk Devletçi değildi. Liberal ekonomiden yana idi.”[32]
İsmet Paşa, Kemalist devletçiliğin 1930’lar ABD’sinin sosyal liberal ekonomi programı New Deal ile epey benzer olduğunu da dile getirir.[33] Celal Bayar ise yıllar sonra şöyle konuşmaktaydı: “Atatürk, tedricen dar devletçilikten beriye doğru geldi. İsmet Paşa olduğu yerde kaldı. Mesele budur.”[34]
Son kertede İş Bankası çevresinin özel teşebbüsü merkeze alan anlayışının, İsmet Paşa çevresinin özel teşebbüs karşısında şüpheci davranışına karşı üstün geldiğini söylemek mümkündür.[35] Zira, 1937 yılında Bayar başvekalete atandıktan sonra daha da liberal bir tutum benimsenmiş ve giderek 1939’a kadar sürecek bir iktisadi liberalleşme politikası izlenmiştir.[36] İktisat politikaları hususunda özel teşebbüsçü anlayışın üstün geldiğinin en temel kanıtı ise en başta zikredilen ampirik verilerdir.
Tabii ki bu özel teşebbüsçü ve sermaye birikimini önceleyen iktisat tasavvuru[37], her ne kadar güçlü bir ekonomik büyümeyi meydana getirse de[38], emek-sermaye bölüşümündeki hakkaniyeti sağladığını ifade etmek güçtür. Elde edilen iktisadi büyümeden emek kesimleri payını alamamış; ekonomide kâr ve sermaye birikimi artarken, ücretler sabit kalmıştı.[39]
Her ne kadar cumhuriyeti kuran kadro, sosyal adalet anlayışına düşünsel olarak bağlı olsa ve Zafer Toprak’ın tabiriyle “sosyal demokrasiyle paralel bir düşün” olan solidarizmi içselleştirse de bu tasavvur fiiliyata tam olarak yansımamıştı.[40] Bu sebepten dolayı en azından söz konusu dönem, emekçi kesimlerin durumu açısından eleştirel değerlendirilmeyi hak etmektedir. Bu konuyu da kısaca başka bir yazımda ele almayı düşünüyorum.
Dipnotlar
[1] Şurası önemli ki Türkiye 1927-1939 döneminde en hızlı sanayi kalkınmasını sergileyen 3 ülkeden birisiydi. Diğerleriyse Sovyet Rusya ve Japonya’dır.[Bernard Lewis, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2020, S. 637]
[2] Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, S. 25.
[3] Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, 2020, S. 326; Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2022, S. 190. Tabii ki buradaki özel sektör istihdam hacminin çoğunun devletçilik dönemi öncesinden, hatta Osmanlı’dan kalma olduğu iddia edilebilir. Ne var ki 1927 sanayi sayımına göre toplam sanayi istihdamı 250 bin civarındaydı. Civarındaydı diyorum zira Boratav 237 bin sayısını verirken (Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, 2015, S. 52), Mete Tunçay 256.800 sayısını vermektedir. (Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, 2015, S. 196) 1938 sanayi sayımına göre bu sayı 600 bine kadar yükselmişti. Yani her hâlükarda istihdamın çoğu 1927 sonrası dönemde oluşmuştu.
[4] Bulutay, Tezel, Yıldırım, Türkiye Milli Geliri(1923-1938), 1974, Tablo 8.2 c; Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 2015, S. 140.
[5] T.C. Maliye Bakanlığı, Atatürk Dönemi Maliye Politikaları, S. 93; Picharles, J. “Türkiye’nin Vergi Rejimine Dair Umumi Mütalealeri s. 13-30; Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, 2020, S. 297; Mark Skousen, İktisadi Düşünce Tarihi, S. 515. Tabii ki kamu kesiminin kapladığı iktisadi hacmin düşük olması, evvela bu dönemde gerek Kemalist gerek de post-Kemalist literatürün vurguladığının aksine “her şeye kadir güçlü bir devlet” mekanizmasının olmamasıyla da ilgilidir. Bu konuda bknz: Murat Metinsoy, Kemalizmin Taşrası, Toplum ve Bilim, 118. Sayı, S. 124-164; İlbey Özdemirci, Fötr Şapkalı Şıh, 2022.
[6] Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2022, S. 189-190.
[7] Resmi çevreler dışında da devletçilik tartışmaları mevcuttu. Örneğin Kadro Hareketi, sosyalist olmamakla beraber küçük burjuva radikalizmini yansıtan, sol ve dirijist bir çehrede etatism anlatısını ortaya koyuyordu. (Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, S. 207-219; Mustafa Türkeş, Kadro Dergisi, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 2. Cilt: Kemalizm, 2021, S. 464-476.)
[8] Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-1931, 2015, S. 264. Tunçay bu gruplaşmayı aktarırken homojen bir ayrım yapmanın zor olduğunu, zira iki grubun da SCF karşısında CHF ve onun ekonomi politikalarını desteklediğini yazar. Oysa bu hususta Boratav’ın da gösterdiği gibi, SCF’nin ekonomik liberalizm anlayışı ile CHF’nin “mutedil devletçiliği” son derece uyum içerisindeydi. (Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, S. 87-91.)
[9] İsmet Paşa şöyle yazıyordu: “Efradın yapabileceği bir şeyi devletin, bâhusûs bizim devletimizin yapmaması, şayanı arzudan da fazla bir şey, lazım bir şeydir.” (Başvekil İsmet, Fırkamızın Devletçilik Vasfı, Kadro Dergisi, 22. Sayı, Teşrinevvel 1933)
[10] Peker şüphesiz ki çeşitli açılardan faşizmden etkilenmişti. Ancak bununla beraber kendisini faşist olarak adlandırmak da doğru olmaz, zira korporatizmi açıkça reddeder ve faşizmi de birçok kere eleştirmiştir. Örneğin der ki, “Faşizm, 20. yüzyılda Sezarizm’in dirilişidir.” (Recep Peker, İnkilap Dersleri, 1984, S. 50.) Ayrıyeten bknz: Seçkin Çelik, “RECEP PEKER’İN FAŞİZMLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ VE BİR İDDİANIN SORGULANMASI”. Genel Türk Tarihi Araştırmaları Dergisi 4 (2022): 909-924.
[11] Recep Peker, İnkılap ve İstiklal, 2021 S. 193-4. Şu da manidardır ki Recep Peker, Başbakanlığı döneminde liberal ekonomik tedbirlerin savunucusu ve uygulayıcısı olmuştur. (Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, 2020, S. 133-6)
[12] Kamu menfaati uğruna devlet müdahalesini SCF’nin “liberal” çevreleri de savunmaktaydı. Örneğin, 1930 yılında Ahmet Ağaoğlu şöyle diyordu: “Devletin yaptığı işin gayesi halkın menfaatini temindir.”(Boratav a.g.e. S. 89-90) Bununla beraber aşırı devletçi kanat bu söyleme binaen çok geniş ve özel teşebbüs aleyhine bir müdahaleciliğe taraftardı.
[13] Örneğin, Feroz Ahmad veya Şerafettin Turan Bayar’ı direk liberal olarak nitelendirir. (Feroz Ahmad, From Empire to the Republic, 2. Cilt, 2014, S. 14; Şerafettin Turan, Atatürk, 2017, S. 552) Bununla beraber 1930’lu yıllarda Bayar’ın “liberalizm” kelimesine pek sıcak bakmadığı bariz gibidir.(bknz: Celal Bayar’ın Söylev ve Demeçleri 1921-1938 Ekonomik Konulara Dair, 1955, S. 156; Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, 1987, S. 137.)
[14] Şu olgu ifade edilmeli ki o dönemde “liberalizm” kelimesi anarşik bir l’aisez faire düzeni olarak anlaşılmaktaydı. (Tanıl Bora, Cereyanlar, 2020, S. 520) Mesela dönemin önde gelenlerinden Mahmut Esat Bozkurt şöyle yazmaktaydı: “Liberallik devletin iktisat işlerine karışmaması demektir. İşte o kadar.” (Mahmut Esat Bozkurt, Cumhuriyet Halk Fırkası ve Hasımları, Anadolu Gazetesi, 18 Eylül 1932) Recep Peker de birçok konuşmasında benzer bir anlayışı sürdürür. Şüphesiz ki bu algı daha ziyade liberteryen devlet kavramına daha yakındır, nitekim klasik liberalizmin önde gelenlerinden Hayek de l’aisez faire anlayışını reddeder. (Friedrich von Hayek, Kölelik Yolu, 2015, S.40, S. 62-66)
[15] Fakat dönemin iktisadi dünya görüşünün en temel özelliklerinden birisi denk bütçe politikasıdır.(Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, 1987, S. 44) Bu açıdan Keynesgil model ile bir uyuşmazlık söz konusudur. Ayrıyeten bknz: Oğuzhan Altay, Türk Ekonomisinde 1923-1939 Dönemi ve Devletçilik Görüşü (Klasik ve Keynesyen Görüşlerle Bir Karşılaştırma), Keynes ve Keynes’in İktisadı, Derleyen: Ömer Faruk Çolak, 2022, S. 293-311.
[16] Celal Bayar’ın Söylev ve Demeçleri 1921-1938 Ekonomik Konulara Dair, 1955, S. 170 ve S. 228-9.
[17] Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, S. 194.
[18] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, 1. Cilt, 2018, S. 43.
[19] Boratav a.g.e. 169-174.
[20] Ahmet Hamdi Başar, Atatürk’le 3 Ay ve 1930’dan Sonra Türkiye, 1981, S. 151-2.
[21] Boratav, a.g.e. S. 153.
[22] Celal Bayar’ın Söylev ve Demeçleri 1921-1938 Ekonomik Konulara Dair, 1955, S. 58.
[23] Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, 2020, S. 441-443.
[24] Konuşmayı Atatürk hazırlamıştır. Fakat onun yerine Bayar okumuştur. (Celal Bayar’ın Söylev ve Demeçleri 1921-1938 Ekonomik Konulara Dair, 1955, S. 124-5)
[25] Öyle ki SCF programında da bu prensip benimsenmişti. Programın 5. Maddesi şöyleydi: ”Cumhuriyet’in menfaatleri için girişilmesi icap eden iktisadi işlerde fertlerin kuvveti kifayetsiz görüldükçe devlet doğrudan doğruya teşebbüs alır.” (Çetin Yetkin, S.C.F Olayı, 2004, S. 365.)
[26] Aktaran: Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, S. 221.
[27] Boratav, a.g.e. S. 164.
[28] Atatürk’ün Bütün Eserleri, 30. Cilt, S. 75.
[29] Atatürk’ün Bütün Eserleri, 15. Cilt, S. 120.
[30] İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, 1967, S. 234-5.
[31] Abdi İpekçi, İnönü Anlatıyor, 2004, S. 28.
[32] Sabahattin Selek, Atatürk-İnönü Ayrılığı, Milliyet Gazetesi, 04.01.1975. Selek, sözleri bizzat İsmet Paşa’dan aktarır. Tabii okuyucu şöyle bir soru sorabilir: “Sabahattin Selek’in İnönü vefat ettikten sonra aktardığı bu sözler niçin güvenilirdir?” Selek, İnönü’nün en yakınlarından biriydi ve İnönü bizzat kendisine hatıratını dikte ettirmiştir. Yani İsmet Paşa’nın hatıratını esasen Selek yazıya geçirmiştir. Bu sebepten dolayı ben Selek’i, İsmet Paşa konusunda güvenilir bulma taraftarıyım.
[33] 29 Temmuz 1965, Milliyet Gazetesi; 17 Temmuz 1965, Ulus Gazetesi.
[34] Her Hafta Bir Sohbet… Konumuz: Atatürk, Konuğumuz: Celal Bayar, Milliyet, 12.11.1974
[35] Feroz Ahmad, From Empire to the Republic, 2. Cilt, 2014, S. 14.
[36] Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, 2015, S. 67; Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2020, S. 233; Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, S. 203-7. Şurası da kayda değer ki bu liberalleşme anlayışı, İnönü’nün cumhurbaşkanlığının ilk 1 yılında da devam etmiştir. Fakat İnönü bundan hoşnut olmasa gerek ki Bayar yerine Saydam’ı Başvekalete atamıştır. İsmet İnönü Bayar’ı görevden almasının tek sebebinin iktisadi görüş ayrılıkları olduğunu ifade eder: “Asıl mesele Celal Bayar’ın mali ve iktisadi politikası idi. Demagojiye fazla yer vererek başlamış olan bir iktisadi politika hiçbir esasa istinat etmiyor, devletin mali vaziyeti esasından harap oluyordu. Ticaret, milli para altüst olmuştu. Bütün bu ahvalin, hatta hükümet azasından gizli kalması bir seneden beri takip ediliyordu. Atatürk zamanında geçen bu usul artık düzelmek lazım idi.” “Celal Bayar’a açık bir teşekkür mektubu yazdım. Atatürk’ün malul ve hasta zamanında eğer onun yerinde fena bir adam olsa idi çok fenalıklar görülürdü. Atatürk’ün hayat tehlikesi ve memleketin efkârı umumiyesindeki cereyanı gördükten sonra fitneye ve hırslara kendini kaptırmamak ahlak ve zekâsını göstermiştir. Eğer mali ve iktisadi anlayışını salım bir istikamete sevk etmek ümidim olsaydı kendisini uzun müddet muhafaza edecektim. Bütün zevahire rağmen doğru bir adam olduğuna inanıyorum. (Aktaran: Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, 2020, S. 43.)
[37] Örneğin, İsmet Paşa 1930 Aralık’ında Tasarruf ve Yerli Mallar Haftası Açılışında şöyle konuşmaktaydı: “İktisadi teçhizat için elzem olan esaslı vasıta sermayedir.” (Vakit Gazetesi, 13 Aralık 1930)
[38] Dönemin iktisadi büyümesi için bknz: Işık Özel, Şevket Pamuk, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kişi Başına Üretim ve Milli Gelir, 75 Yılda Para’nın Serüveni, 1998, S. 83-90.
[39] Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2022, S. 240; Murat Metinsoy, The Power of the People, S. 129; Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, 2015, S. 75.
[40] Zafer Toprak, Kurucu Felsefenin Evrimi, 2021, S. 144-161 ve 273-4. Bu konudaki bir makalem için bknz: https://alpbugdayci.blogspot.com/2023/06/cumhuriyet-iktisadna-isciler-acsndan_41.html