[voiserPlayer]
Türkiye’de kamuoyunun birbiriyle ilintili, belirgin iki özelliği var:
Birincisi, kamuoyu asgari uzlaşı ve hassasiyet gerektiren konular karşısında içeriğin ötesinde kalan ve hatta içeriği sabote etme potansiyeline sahip farklı kavramları tartışılabilir kılma eğilimini asla yitirmiyor.
İkincisi ise başka bir düzeyde tartışılan kavramı alıp o asgari uzlaşının zaten güç bela sağlandığı konuya eklemleyerek hassasiyetin üzerinde şüpheler doğurmaktan da geri durmuyor.
Bunun son örneğinde, entelektüel kavramı, entelektüelin kim olduğu ve İsrail-Filistin sorununda ne yapabileceğine dair tartışmalar yukarıda bahsettiğim düzey karmaşasının malzemesi oldu.
Bazıları kimin entelektüel olup olmadığını belirten yargıları dağıtırken bazıları entelektüelin mazlum olanın yanında olması gerektiğine vurgu yaptı, Edward Said’i anmayı ihmal etmeden elbette.
Bana kalırsa bu iki niteliğin, entelektüel tartışması bağlamında kendini açığa vurmasının iki nedeni var: Birincisi, tekelleşme eğilimi; diğeri ise aşırı politizasyon, yani her şeyi siyasetin konusu kılan anlayışın ta kendisi.
Bu iki nitelik, tartışma konusu edilen kavramın ne olduğunu daha da şaibeli hâle getirecek bir işleyişe yol açarken Roland Barthes’ın “militanın kibri” olarak adlandırdığı ve kendi konumunu ve dile getirdiklerini sorgulamayı asla aklına bile getirmemeden ibaret ruh hâlini beslemekten başka bir şey yapmıyor.
Entelektüel Tekel
Entelektüel sermayenin görünürlüğü ve dağıtımını ciddi oranda elinde tutan büyük yayınevlerinin ya da artık, öyle veya böyle kamusal bir profile sahip olmuş entelektüellerin politik konularda kimi zaman karikatürleşen, zaman zaman da gönüllü bir körlüğü andıran tercihleri bu “militanlaşmanın” başlıca sebebi.
Yani, entelektüel sermayenin dağılımı ve paylaşımında söz sahibi olarak bu alanı domine ettiğini iddia eden ve bu konumunun sağladığı konforla görünür olanın koordinatlarını tayin eden kimi aktörlerin, siyasal alana kendi ezberlerini dayatması ciddi bir sorun.
Dolayısıyla da bilinçli veya bilinçsiz şekilde parçası olunan bu dayatma, entelektüel kavramını, soyut ve somut boyutlarıyla bir bütün olarak entelijansiyayı, siyasal ve toplumsal olarak lekeleyen, onu kendi kurguladığı normlardan ibaret kıldığı için anlamına dair kaygıları önemsizleştiren bir unsur şeklinde karşımızda beliriveriyor.
Buna entelektüelin, özellikle kitle-birey karşıtlığı bağlamında her zaman için lekeli bir figür olduğu şeklinde bir yanıt geliştirilebilir, hatta Edward Said’in istismar edilmiş cümleleri de bu kanıta eşlik edebilir.
Velhasıl, ne denli şiirsel olursa olsun tekelleşmenin, görünür ve duyulur olanı belirlemenin o konforundan kaçamayan kanıtlardır bunlar ve Barthes’ın deyimiyle entelektüel alanı bir taktiksel mekân hâline getirmekten kaçamaz.
Entelektüel alan, taktiksel bir mekâna dönüştüğünde ise her entelektüel kendini, ister istemez, savcı makamında bulur ve çoğu kez iddiaları altında ezilir.
Bakarsanız o çok şikâyet edilen anti-entelektüalizmin kaynağında teleolojik olarak ezilmeyle sonuçlanacağı belli olan bu savcılık konumuna yönelik tepkiler vardır.
Öte yandan, entelijansiyaya ait olanın “taktiksel bir mekândan” ibaret oluşu ve belirli bir tekelleşmenin konforuna sıkışması, onu kaçınılmaz olarak siyasal eylemin payandası kılar ki Karl Mannheim’a göre “entelijansiyanın diğer gruplara kıyasla çok daha az sahip olduğu şeyi” yani ortak çıkarı ana gösterge hâline getirir: “Grup ya da toplumsal birlik ve eşfikirlilik; entelijansiyaya bundan daha uzak bir şey yoktur”.
Entelektüel çaba, taktiksel bir paradigmaya kapıldığı ölçüde ortak çıkara sahip bir grubun işlevine dönüşür ki tekelleşme ile asli kaygımız bu grup işlevidir.
Ne anlama geldiği konusunda kimsenin pek kafa yormadığı o “kültürel hegemonya” kavgası da bu grup işlevinin bir göstergesidir nihayetinde. Ana gösterge ise ortak çıkarın söylemi “eziliyor” olmakta cisimleşir.
Sahte Etkinlik
Bir savcı olarak entelektüel, artık sürgün edilmişin, yabancının yanında bir “yabancı” olmaktan çıkar; kendi konumunu, kendi hilafına olacak şekilde sabitler.
Böyle bir sabitleme Said’in, “Ezilenler arasında bile kazananlar ve kaybedenler vardır; entelektüelin bağlılığı kolektif yürüyüşe katılmakla sınırlı olamaz.” şiarını ters yüz eder.
İşin Türkçesi milliyetçi ya da solcu olabilir ama bu üstlenişler entelektüelin milliyetçilik ya da solculuk yüzünden kendi yabancılığını yok saymasına, eleştirilerini “gevşek” bağlılığını sürdürdüğü kolektife yönelik de sürdürmesine yol açamaz.
Bu olduğunda geriye Theodor W. Adorno’nun “sahte etkinlik” dediği bir reklam çabası kalır. Entelektüelin sözü “eziliyor” olmasının reklamını yapması sebebiyle piyasalaşır.
Artık ezilenin yanında olunamaz, geriye sadece “ezilenin yanında olunduğu için” dışlandığına dair feryatlarla kendisinin ne kadar önemli olduğunu duyuran bir entelijansiyanın taktiksel manevraları kalır.
İster kitleler, ister sıradan insan olarak tanımlansın çoğunluğun göremediği ve görmeyi denemediği perspektifleri ortaya koyma donanımıyla öne çıkan entelektüel, kendini “reklamından” öteye gidemeyen şekilde militanlaştırdığında anti-entelektüalizmden şikâyet etmek zayıf bir savunudan ibaret kalacaktır. Çünkü, anti-entelektüalizmin oluşturucu unsurlarından biri bizatihi bu “reklamlardır”, militanlaşmadır.
Militanlaşma olgusu Mannheim’ın entelijansiyayı gruplar ve sınıflar arasındaki “boşluk” olarak görmesine ters düşer. Bana kalırsa eleştirelliği ve entelektüel onuru korumanın asli mekânı da bu boşluktur. Oysa bugün hem entelektüelin ya da öyle görülenlerin hem de entelektüele dair tartışmaların “doluluktan” obez olduğu bir çağda yaşıyoruz ki aşırı siyasallaşma, bu obez durumun doğal sonucudur.
(İkinci yazıda bu militanlaşmanın siyasal boyutunu ve entelektüelin kavramsallaştırılmasına dair tartışmaları ele alacağım. Sevgiler).
Fotoğraf: Dayan Rodio