Attila İlhan’ın TRT’de hazırlayıp sunduğu sohbet programlarından birinde, “Önceki yüzyılın romanı ‘tasvirciydi’ çünkü buna ihtiyaç vardı. Günümüzde romancı artık görsel sanatların imkanlarını göz önünde bulundurmalıdır ve bu yüzyılda sinema ile rekabet ettiğini unutmamalıdır” minvalinde bir şey söylediğini hatırlıyorum.
Günümüzde artık bir rekabetten söz etmek mümkün değilse de ister roman olsun ister öykü, edebi eserler var olduğu günden beri sinemaya esin kaynağı olmaya devam ediyor. Yorgos Lanthimos’un roman uyarlaması “Poor Things” geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü aldıktan sonra 1992’de yayınlanan kitabın çok rağbet görerek filmin başrol oyuncusu Emma Stone’un görselinin kapağında yer aldığı yeni baskılarla tekrar okuyucuların beğenisine sunulması, edebi eserlerin uyarlandığı filmlere etkisinden çok, filmlerin eserlere etkisinin daha güçlü olduğu görüşünü kuvvetlendirdi.
Ben de bu rüzgarla beraber halihazırda gelmiş geçmiş en çok beğenilen ve sevilen filmler listesinde hep kendine yer bulan uyarlamalar The Godfather (1972), Shawshank Redemption (1994), Forest Gump (1994), Fight Club (1999)gibi filmler yerine yerli sinemamızdaki uyarlamalara göz atmak istedim.
Yerli uyarlama örneklerine geçmeden önce sanırım herkesin kabul edeceği bir gerçeği belirtmek gerekiyor. Bir yönetmenin; bir kitabı okurken bizim zihnimizde romancının canlandıracağı filmden daha iyi bir görüntüler bütününü sunması imkansıza yakın. Ama yine de okuduğumuz bir kitabın, bir başkasının gözünde nasıl canlandığını ve ete kemiğe büründüğünü deneyimlemek büyük bir zevk.
Bu düşünceyle bir filme odaklanmadan önce bizdeki uyarlamalara göz atmak gerekirse bilinirliği yüksek, çok izlenmiş filmler de dahil pek çok örneğe rastlamak mümkün. Sanırım herkesin aklına gelecek ilk örnek Hababam Sınıfı serisi. 1975, 1976, 1977, 1978 (bu sene iki adet Hababam Sınıfı filmi çekilmiş) ve 1981’de olmak üzere tam altı adet film mevcut.
Tabii ki beraberinde 90’lar öncesi dönemden en izlemeye değer olarak görülebilecek (Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani romanından uyarlandığı pek bilinmese de) Süt Kardeşler (1976), Selvi Boylum Al Yazmalım (1977), Zübük (1980), Vurun Kahpeye (1973), Anayurt Oteli (1987), (ki bu yazıda odaklanmak için film seçerken bu filmden çok zor vazgeçtiğimi belirtmekte fayda görüyorum; gerçek bir başyapıt) bu platformda üzerine bir yazım da bulunan Susuz Yaz (1963), Uçurtmayı Vurmasınlar (1989) örnekleri verilebilir.
Daha yeni dönemlerden de Ağır Roman (1997), Kıskanmak (2009), Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2011), Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku (2014) ve direkt bir uyarlama sayılmasa da Çehov’un hikayelerinden çok büyük esinlenmeler barındıran Kış Uykusu’nun (2014) adını burada geçirmek isterim.
Gölgesizler Filmi
Bu yazıda benim üzerinde durmak istediğim film “Gölgesizler.” Hasan Ali Toptaş’ın 1993’te yayınlanan aynı isimli romanından uyarlanan ve 2008’de gösterime giren filmin yönetmeni Ümit Ünal. Aslında filmden çok bir masal demek daha doğru. O yüzden bu vesileyle bir filmin izleyiciye “geçmesinin” filmin gerçekçiliğiyle değil, inandırıcılığıyla ilgili olduğunu düşündüğümü de belirtmek isterim.
Filmi izlemeye başlamadan önce yönetmen ile bir yazarın aklındaki karakterlerin ve olayların geçmişte bulunulan an ve şimdiyle, gerçekleştiği yer ve bulunulan yer arasında iç içe geçişini izlemeye dair bir anlaşmaya varıp mutabık kalırsanız, filmin inandırıcılık yönünden asla eksiklik çekmeyeceğinizi söylemek isterim.
Film iki farklı mekanda ve aslında iki farklı zaman diliminde gerçekleşen hikayeleri anlatıyor olmasına rağmen filmdeki karakterlerin bazılarını her iki zamanda ve mekanda görmeye başlıyoruz ve aksların akışı (tren makasları gibi) bu geçişler ile ilerliyor. Karakterler üzerinden bu filmi ve hikayenin ilerleyişini değerlendirmek pek mümkün değil. Paralel ilerleyen akslar üzerinden takip etmek mümkün, ancak ilişkiler yumağını çözmek o kadar da kolay değil. İki farklı mekan olarak gördüğümüz köy ve şehir birbirinden fiziken ve metaforik olarak çok uzak iki yer olmalarına rağmen kurgu geçişleriyle hemen aynı binada, katta bulunan yan daireler kadar yakınlar birbirlerine.
Olay örgüsü aslında peşi sıra kaybolan ama başka zaman ve yerlerde ortaya çıkıp sonra geri dönme (ya da bazen dönememe, dönse bile eskisi gibi olamama) hikayeleriyle birbirine tutturulsa da asıl hissiyat, her bir kayboluşun bir diğerinin ortaya çıkma sebebi ya da her ortaya çıkışın bir kayboluş sebebi olması gibi. Aslında filmin başında şehirdeki berberin “Herkesin derdi aynı. Herkes hem burada olmak istiyor, hem de çok uzaklarda.” sözü seyirciyi biraz sonra rüya/hayal/gerçek/kurgu karışımına, soğanın kısık ateşte pembeleşinceye kadar yemek için hazırlanması gibi, hazırlıyor.
Yönetmen; köyden kaybolan berber, kaçırılan köyün güzel kızı (Güvercin), köye yeni bir berberin gelmesi ama onun da aslında en başta gördüğümüz şehirdeki berber olması, köyün muhtarının kaçırılan kızı bulma çabalarıyla ve kurunun yanında yanan yaşlar konularıyla yemeğin malzemelerini karıştırmaya başlıyor. Kayıp kız aranırken meşru/gayri meşru tercih edilen yöntemler ve bu yöntemlerin sonuçlarıyla hızlıca çevrilen bir kitabın sayfaları gibi başımızı döndürmeyi de ihmal etmiyor. Hatta filmi tekrar izlerken izleyecek herkesin bir noktada daha önceden izlediği, dinlediği ya da okuduğu bir eserden sahneleri anımsayacağını hissettim diyebilirim. Benim zihnimdeki görüntü filmdeki, “Bu köyde ne kadar insan varsa o kadar da hiç kimse var” sözünü duymamla Andrey Tarkovsky’nin 1983 yapımı Nostalgia filminde bir sahnede duvarda görünen “1+1=1” yazısı oldu.
Bu noktada oyuncu kadrosu seçiminden de bahsetmek gerekir diye düşünüyorum. Çünkü Türk Sineması’nda köy/taşra tasvirleri özellikle son yıllarda çok sade, gerçeğe yakın, yüzü sinemada çok eskimemiş ama tiyatroya da çok yakın olmayan oyuncularla başarılı bir şekilde kotarılıyorken, bu filmde anlatılanın bir masal olduğu unutulmadan, ortamın ve oyunculukların teatral olması rahatsız etmekten çok anlatımı güçlendiriyor. Durum bu açıdan değerlendirildiğinde Selçuk Yöntem, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Ertan Saban, Altan Erkekli, Arsen Gürzap gibi gördüğümüzde zihinlerde bir prototip uyandıran, sırtını katarsise yaslayan oyunculukları ile daha çok aşina olduğumuz seçimler; başlarda köy halkı insanı imajından uzak olduğu için inandırıcılık sorunları yaşatsa da zihinde yer edici olmalarıyla kurguya ve akışa odaklanmayı kolaylaştırıyor.
Olaylar bir taraftan dallanıp budaklanırken bir taraftan da belli aralıklarla soğuk su gibi yüzümüze çarpan bir gerçeklikle yüzleşiyoruz. Taşra insanının çaresiz kaldığında bir araya gelip ortak akıl yürütmek yerine başvurduğu iki yöntem var: devletten medet ummak ve imama gitmek. Taşradaki “koskoca devlet” algısı, devlet ya da jandarma gibi devletin yasal uzantılarının çözemeyeceği bir konunun zaten çözülemez olduğu fikri, kaybolan Güvercin’in bulunması için muhtarın sürekli kaymakamlığa yazı göndermesi, alternatif olarak “nefesi kuvvetli” imamdan medet umulması çok aşina olduğumuz refleksler. Ama devletin köydeki yansıması olan muhtar da ortadan kaybolduğu zaman tam bir kaos ortamıyla karşı karşıya kalıyoruz. Ve filmin çözüm bölümüne, dünya gerçekten derdi olan insanları taşıyacak kadar şefkatli olmadığı için, herkesin (hem gerçek hem de mecazi anlamda) silahlarını kuşandığı bir atmosferde giriyoruz.
Bundan sonrasında tabii ki berberin, Güvercin’in, muhtarın ve köyün kalanının başına gelenleri burada yazıp izleme keyfinizi baltalamak istemem. Ancak belirtmek gerekir ki uyarlandığı kitaptan ufak farklılıklar olsa da her karakterin hikayesi bir noktada nihayete eriyor ve majör sorular cevaplarını buluyor.
Filmin final jeneriğindeki Candan Erçetin’in mükemmel performansını dinledikten sonra (ki siz de tekrar tekrar dinleyeceksiniz) Barış Bıçakçı’nın, “İnsanın kendi hayatını doğru düzgün düşünebilmesi için kronolojiyi avucunda tavla zarı gibi sallayıp atması gerekiyor.” sözünü düşündüm ve geçmişimizde gerçekten utanacağımız ya da pişman olacağımız bir şey yaptıysak onu yok saymak ya da yok etmektense onunla hesaplaşmak gerektiği kanısına vardım. Çünkü neticede hepimiz bir muhasebe defterinin nesnelliğine ve adaletine ihtiyaç duyuyoruz.
Son söz olarak iddiam, filmi izledikten sonra bir süre eminim ki tek bir sorunun cevabını düşüneceksiniz ve içinizden tekrar tekrar soracaksınız: “Kar! Neden yağar? Kar.”
İyi seyirler !