Son küresel para sistemi olan Bretton Woods Sistemi, Temmuz 1944’te kurulmuştur. Bu sistem sayesinde 2. Dünya Savaşı’ndan dünyanın üstün gücü olarak çıkan Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin ulusal parası olan dolar, rezerv para statüsüne terfi etmiştir.
Dolar bu sayede, 1960’larda Fransa Maliye Bakanı Valéry Giscard d’Estaing’in “fahiş ayırcalık” olarak adlandırdığı, dünya sisteminin başlıca rezerv parası olma işlevine kavuştu. Bu ayrıcalığı Charles de Gaulle’ün ekonomi danışmanı Jacques Rueff “gözyaşı olmayan açık” kavramı ile şu şekilde tanımlamaktadır:
“(…) önemli bir para birimine sahip olan ülke, uluslararası borçlarını asla ödemek zorunda kalmadığı için aldatıcı bir mutluluk içindedir. Yabancı alacaklılara ödediği para bumerang gibi eve geri döner. Böylece uluslararası para sisteminin işleyişi, her turdan sonra kazananların misketlerini kaybedenlere geri verdiği çocukça bir oyuna indirgenmiş olur.”
Bu ayrıcalık doların altına, diğer devletlerin paralarının ise dolara endekslemesiyle sağlanmış, Bretton Woods kurumları ile garanti altına alınmıştır. Lakin 1971’de doların altına endeksine son verildiğinin ilan edilmesiyle doların rezerv para olarak kalmasını sağlayan kolonlardan biri yok olmuştur. Bu sebeple, altına veya gümüşe endeksli olmayan herhangi bir paranın yerine getirmesi gereken görevleri doların da yerine getirmesi mecburiyeti doğmuştur.
Ancak somut bir değer karşılığı olmayan paranın küresel olarak kullanılmasını sağlayabilecek olan şey paraya duyulan güvenden başka bir şey değildir. Paraya güvenilmesi ise parayı ihraç eden devletin bugününe ve geleceğine güvenilmesidir. Bu da ancak güçlü bir ekonomi ile desteklenen, teknolojik ilerlemesi yüksek olan ve askeri olarak güçlü bir durumda bulunan bir devlet ile sağlanabilir.
2. Dünya Savaşı’ndan hem ABD haricindeki devletler harabe olarak çıkmış hem de ABD aynı süreç içerisinde hızla büyüyerek dünyanın üretim merkezi haline gelmiştir. Öyle ki savaştan on beş yıl sonra, 1960 yılında, ABD’nin gayri safi milli hasılası tüm dünyanın gayri safi milli hasılasının %40’ını oluşturmaktaydı. Ancak 1. ve 2. Dünya Savaşı sırasında harabe haline gelen ülkeler 2. Dünya Savaşı sonrasında toparlanmış, sanayilerini güçlendirmiş ve küresel sistemde sahip oldukları gayri safi milli hasıla oranını hızla yükseltmişlerdir.
Bu durum, savaş sonrası ekonomilerini hızla toparlayan devletler kadar hızlı bir şekilde gayri safi milli hasılasını yükseltemeyen ABD’nin küresel gayri safi milli hasıladaki oranının hızla düşmesine sebebiyet vermiştir. Öyle ki ABD’nin küresel gayri safi milli hasıladaki oranı 2000 yılında %30’a, bundan yirmi yıl kadar sonra ise %24’e kadar gerilemiştir.
ABD’nin ekonomi alanındaki göreli üstünlüğünü bu kadar yüksek düzeyde kaybetmesi, altına veya gümüşe endeksli olmayan bir ulusal paranın rezerv para olabilmesinin koşullarından olan güçlü bir ekonomiye sahip olması koşulunu eskisi yerine getiremediğini göstermektedir.
Bununla birlikte ABD’nin uluslararası para sistemindeki üstün konumunu sağlayan tek etmen doların kendisi değildir. ABD sistem içerisindeki üstün konumunu, kurumlar ve ödemeler sistemleri ile de sağlamaya çalışmaktadır. Bunların arasında konumuz açısından en önemlisi Bankalararası Finansal Komünikasyon Derneği (SWIFT)’dir. SWIFT, 1973’de 200’ün üzerinde bankanın kurduğu, günümüzde sınır ötesi ödeme akışlarının hacim olarak yaklaşık %80’ini gerçekleştirdiği tahmin edilen bankalararası bir iletişim sağlayıcısıdır. Kuruluşundan itibaren uzun bir süre boyunca tarafsız bir kurum olarak varlığını sürdürmüştür. Lakin bu durum da zamanla değişmiştir.
ABD, politik amaçlarına ulaşabilmek amacıyla SWIFT’i pek çok farklı devlete karşı kullanmıştır. Bunların arasında hem güncel olması hem de daha önce uygulanan tüm yaptırımlardan daha yüksek düzeyde olması bakımından önemli olan yaptırım, Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımlardır.
Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden ve uluslararası sistemin en önemli devletlerinden biridir. Bununla birlikte devletlerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için bir takım emtiaları ithal etmeleri gerekmektedir. Şayet bu ihtiyaçlarını karşılamalarının önüne bir ket vurulursa devletler bu kete karşı bir takım alternatifler ve/veya arka kapı çözümler üretmek mecburiyetinde kalırlar.
Bu durum özellikle uluslararası sistemdeki kritik öneme sahip devletler için geçerlidir. Bunun bir yansıması İran’a 2012 yılında uygulanan yaptırımlar sonucunda Çin’in SWIFT’e alternatif olarak resmen 2015 yılında kurduğu Cross-border Interbank Payment System (CIPS)’dır.
CIPS her ne kadar kuruluşundan itibaren yüksek sayılamayacak düzeyde bir kullanım hacmine sahip olmuşsa da 2022’de başlayan Rusya-Ukrayna savaşı ile kullanım oranı hızlı bir artış göstermiştir. Yani, var olan sistemin güçlülerinin sistemi kendi çıkarları için araçsallaştırması başka bir sistemin doğmasına sebebiyet vermiş ve yine aynı sistemin aynı şekilde fakat daha yoğun olarak araçsallaştırılması alternatiflerin güç kazanmasını beraberinde getirmiştir.
Her ne kadar devletlerin alternatifler üretmek mecburiyetinde kalmaları güçlü bir teşvik unsuru olsa da bu tek teşvik unsuru değildir. Bir şeyden yarar sağlama ihtimali, kendi kendine bir teşvik yaratır. Çin için bu teşvik, olabildiğince fazla devletin CIPS’i kullanmasıdır. Bunun sebebi CIPS’in kullandığı para biriminin Çin’in ulusal parası olan yuan olması, bu sebeple CIPS’in uluslararası ticarette kullanımının artmasının yuanın uluslararasılaştırılmasına katkıda bulunmasıdır. Bu noktada Jacques Rueff’un “gözyaşı olmayan açık” kavramına tekrar bir atıfta bulunmak gerekmektedir: (…) önemli bir para birimine sahip olan ülke, uluslararası borçlarını asla ödemek zorunda kalmadığı için aldatıcı bir mutluluk içindedir.
2. Dünya Savaşı, doların uluslararasılaştırılması için büyük bir fırsat yaratmıştır. Lakin küresel sistemin başta nükleer savaş tehdidi ve uluslararası sistemin yapısı olmak üzere bir takım sebeplerden ötürü tekrar 2. Dünya Savaşı kadar büyük bir krizle karşı karşıya kalma olasılığı çok daha düşüktür. Bu sebeple yuanın uluslararasılaştırılması süreci, halihazırda bir sistemin içerisinde yaşanılırken, tek bir büyük kriz ile değil, pek çok daha küçük kriz ve bir takım fırsatlar aracılığıyla gerçekleşmektedir. Bu durum, farklı kurumların yaratılmasını beraberinde getirdiğinden sistem içerisinde bir sistem oluşmaktadır.
Trump döneminde başlayan ABD-Çin ticaret savaşları Biden döneminde çok daha sistemli ve planlı bir şekilde devam etmiş ve ABD Hazine Bakanı Janet Yellen’ın uluslararası ticaretin risksizleştirilmesini sağlamak amacıyla ABD için kritik önemdeki emtiaların üretiminin ABD’nin müttefik olarak gördüğü devletlere kaydırılmasını öngören “arkadaş kayırmacılığı” kavramını ortaya atması ile sürdürülmüştür. Bu durum, ABD’nin de sistem içerisinde kendi sistemini oluşturmaya çalıştığının bir kanıtı niteliğindedir.
Bu yeni sistemler bütününde doların uluslararası ticaretteki kullanımı azalırken yuanın kullanım oranı artmıştır. Bununla birlikte, belli devletlerin belli sistemlere dahil olması, bu devletlerin kendi aralarında daha yüksek hacimlerde ticaret yapmalarını beraberinde getirmektedir. Devletlerin kendi sistemleri içerisinde kullandıkları para birimlerinin kullanım oranlarının artması, para birimlerini ihraç eden devletlere belli oranda fahiş bir ayrıcalık vermektedir.
Lakin, uluslararası sistemdeki bağımlılıklar ve “devletlerin tekrar teneke kutulara dönmeyecekleri” iddiası, her ne kadar devletler kendi müttefikleri ile ticaret yapmaya devam ediyor olsa da, aynı zamanda küresel üretim zincirleri sebebiyle birbirlerine bağımlı olmaları anlamına gelecektir. Bu sebeple tek bir sistem olmayacağı gibi tüm küresel ticaret ağı da tek bir para birimi üzerinden hareket etmeyecektir. Bu durum, 2. Dünya Savaşı sonrasında küresel ticarette büyük oranda kullanılan doların eskisi kadar yüksek oranda kullanılmayacağı iddiasını içerisinde barındırırken aynı zamanda başta yuan olmak üzere başka para birimlerinin de uluslararası ticaretteki kullanım oranının artması anlamına gelecektir.
Doların kullanım oranının azalması, sahip olduğu “fahiş ayrıcalığı” daha az fahiş kılarken yine, başta yuan olmak üzere uluslararası ticarette belli bir oranın üzerinde kullanılan diğer para birimlerine de, doların 2. Dünya Savaşı sonrasında sahip olduğu kadar olmasa da, belli bir oranda fahiş ayrıcalık vermektedir.
Bu durumda ulusal parasını ihraç eden devletler, ne Jacques Rueff’un kastettiği gibi bir gözyaşı olmayan açığa sahip olabilirler ne de Fransa Maliye Bakanı Valéry Giscard d’Estaing’in bahsettiği düzeyde fahiş bir ayrıcalığa. Bu sebeple, birden fazla paranın belli bir oranda ayrıcalığa sahip olduğu, lakin bu ayrıcalığın bahsedilen fahiş ayrıcalık kadar yüksek bir ayrıcalık anlamına gelmediği ayrıcalığı tanımlamak için yeni bir kavram üretilmesi gerekmektedir. Söz konusu kavramın kapsamını tartışmak bu yazının konusunu aşmakla birlikte gelecek araştırmalar için bir kapı aralaması umuduyla bu yeni kavramı ortaya atmak isterim: Paylaşılmış ayrıcalık.
Fotoğraf: Alexander Grey