[voiserPlayer]
Benim babam… Benim babam kötü bir babaydı. En kötüsü. Çocukluğumda ondan hiç sevgi görmedim. Onunla birlikte sevinçli olduğum tek bir anım olmadı. Kahkahalarla güldüğüm. O berbat bir babaydı. Görüp görebileceğiniz, hayal edip edebileceğiniz en berbatı.
Benim babam yoktu. Annem de. Ben kimsesizdim. Shuiyuntian perileri içinde en önemsiziydim. En güçsüzü. 1500 yıl önce köküme şarap dökülmüş, ustam tam beni atacakken Savaş Tanrısı Lord Chang Heng aracı olmuş, attırmamış, öyle hayatta kalmışım. O yüzden Lord’a aşıktım.
Babam kötü bir babaydı ancak iyi bir kraldı. Her şeyi ülkesi ve halkı için yaptı. Krallığı yok edilme tehlikesi altındaydı. Kalleş Shuiyuntian perileri! İşte onlar. Bütün cephelerde Ay ordularının direnişini kırmışlardı. Krallığın sadece erkekleri değil, kadınları, çocukları, yaşlıları da tehlikedeydi. Ya öldürülecekler, ya da köleleştirileceklerdi. Çaresizdi. Beni o çaresizliğe kurban verdi. Tek tek aldı elimden. Bütün sevgi ve sevinç kaynaklarımı. Kadim bir işkence tekniği ile beni duygularımdan arındırdı. Ve sonunda kendini bana öldürttü. Evet beni baba katili de yaptı. Ne öfke? Ne sevgi? Ne kıskançlık? Ne merhamet? Onu öldürürken hiçbir şey hissetmedim. Beni zayıf düşürecek her şeyi yok etmişti babam. Bütün duygulardan arındığım için, cehennem ateşini kullanabilme gücüne kavuşmuştum. Artık üç alemin en güçlü varlığıydım. Cehennem ateşinin sahibi, yenilmezdim. Ben Dongfang Qing Cang Yüce Ay Lordu oldum.
Ustam yüzyıllar önce Kader köşkünden ayrılmış ve beni orada yapayalnız bırakmış. Çiçek perileri hariç arkadaşım kalmamıştı. Onlar da günün sadece belirli saatleri benimle kalabiliyorlardı. Bir de Jieli. Jieli arkadaşım mıydı? Ben öyle görmek istiyordum. O ıpıssız yerde tek başımaydım. Tek bir yeteneğim vardı. Bitkileri iyileştirebilmek. Kader köşkünde de kader ağacının yapraklarını onarıyordum. Tek hayalimdi. Periler sınavından yüksek not alıp, sarayda ona hizmet etmek ve her gün onu görebilmek.
Orduların başına geçtim. İlk önce Shuiyuntian’ın saldırılarını durdurdum. Sonra topraklarımızdan attım. Zaman kaybetmeden 100 bin kişilik bir ordu ile sefere çıktım. Shuiyuntian yurduna. Orada hiç bir peri bırakmayacaktım. Babamın ve halkımın intikamını alacaktım. Ama, Shuiyuntian’ın savaş tanrıçası Chidi ben son darbeyi indirmeden evvel kalbini kendi kılıcıyla deldi ve ruhunu feda etti. Yüz bin askerim taşa döndü. Ben de Haotian kulesine hapsedildim. İki kolumdan zapt edilmiş, kımıldayamaz halde tam otuz bin yıl orada kaldım. Otuz bin yıl. Sonra bir gün. Kule içine bir peri giriverdi.
Savaş Tanrısı Chang Heng’in kader yaprağına baktım ve öldüğünü gördüm. O benim hayatımı kurtarmıştı. Ne olursa olsun ben de onunkini kurtarmalıydım. Haotian kulesine gittim, onu korumaya çalışırken kulenin içine düştüm.
O kuleden o peri sayesinde kurtuldum. Ancak tam olarak hürriyetimi kazanamadım. O bilmiyordu, ancak peri beni sihirle kendine bağlamıştı. Her hangi bir şeyi emrettiğinde irademe hakim olamıyor, onu yapıyordum. Bu sihirden kurtulmalıydım. Ama nasıl? Onu öldüremezdim. Tek kalp bedduası ile artık o perinin duygularını ben de hissediyordum. Üzüldüğünde üzülüyor, sevindiğinde seviniyordum. Bu basit bir peri değildi. Olamazdı. Farkında değildi ama o başka bir varlıktı.
Kuleden çıktıktan sonra bir daha onu görmeyeceğimi sanıyordum. Söylentilere göre Savaş Tanrısı Chang Heng bütün kaçak mahkumları yakalamıştı. Her şey yoluna girdi diye düşünürken beni yok olmaktan kurtardı.
Orada ne işi vardı? Kim perileri yakalıyordu ve onları dönüşümden geçirerek ruhlarını yok ediyordu?
Bana aşıktı. Aşık değilse, beni kurtarır mıydı? Ben zayıf düşmüşken güçlenmem için gidip çiğ taneleri toplar mıydı, bana içirir miydi? Odamı ısıtmak için ta Cangyan denizinin magmasından sonsuz ateşi getirir miydi? Bedenim yeni doğan güneşin ışığı ile beslensin diye sadece Tanrıların çıktığı göğün en yüksek katına çıkarır mıydı? Bana aşıktı. Haha… Bir gün ona kızdım ve “git bahçedeki çiçekleri say” dedim. Saymıştı. 8452 tane. Şapşal. Ama benim kalbim başkasına aitti. Hayatımı kurtaran Savaş Tanrısı Chang Heng’e.
Periye daha ne kadar sabredebilirdim bilmiyordum. Güçlensin diye neler yapmıştım. Ben Yüce Ay Lordu. Üç alemin en güçlüsü, en kötüsü. Cehennem ateşinin sahibi. Onun için çiğ taneleri toplamıştım. Saatlerimi almıştı. Chidi’yi bu aptal peri sayesinde bulabilirdim. O ölümsüzler alemine geri geldiğinde ruhunu sökecek ve askerlerimin üzerindeki belayı kaldıracaktım.
Yüce kürsüm sana söylemedi mi? Bu ilaçlar senin için iyi değil. Neden Yüce kürsümün sözünü dinlemiyorsun?
DaQiang? Ben hastalandığımda ustam benim için hep çiçek çorbası yapardı.
.
Benim için çiçek çorbası mı yaptın?
Hepsini iç ve artık ustanı hatırlayıp üzülme.
DaQiang? Benim kalbimde bir tek Chang Heng var. Benimle vaktini kaybetme. Sana karşılık veremem. Üç alemde benden daha soylular, daha güzeller var.
Chang Heng de, Chang Heng. İlk onu öldüreceğim. Yüce kürsüm senden bir karşılık vermeni beklemiyor.
Haotian kulesinde o kadar uzun süre kapalı kalmak seni aptallaştırmış.
O günler sayılı günlermiş. Kimliğim açığa çıktı. Artık orada kalamazdım. Peri de kalamazdı. Ay kabilesinin casusu olma, Shuiyuntian’ın baş düşmanı, beni, saklamaktan ihanetle suçlanacaktı. Suçlandı. Hem de kral tarafından. Ellerinden kurtardım ve krallığıma götürdüm. Otuz bin yıl sonra ilk kez krallığımdaydım. Ben gittiğimden beri krallığımda sular durulmamıştı. Kardeşim idareyi tam eline alamamış, düzeni tesis edememişti. Beceriksiz. Babam yerine onu öldürmeliydim. Döner dönmez süregiden iç savaşı bitirdim. Ardından saraya döndüm. Zümrüt yüzüğüm ile artık tek kalp bedduasından da kurtuldum. Artık ne üzüntülerini hissedecektim, ne sevinçlerini. Ama onu geri gönderemezdim. Bu sefer onu bekletmeden öldürürlerdi.
Ben hain değildim. Ben Shuiyuntianlıydım. Dönmem gerekti. Kader köşkünü özlemiştim. Çiçeklerimi. Çiçek perilerini. Hep onun suçuydu. Beni burada zorla tutamazdı. Ben onun mahkumu değildim. Dönmeliydim.
Kaldığı yeri özlemesin diye sarayımda kader köşkünün aynısını yaptırdım. En ufak ayrıntısına kadar aynısını. Tam 8452 tane çiçekle süslettim. Aynı tür çiçeklerle. Ne olursa olsun evini özlememeliydi. Ama özlüyordu. Özleminin hıncını da benden çıkarıyordu.
O köşk gerçek değildi. Sahteydi. Ben evime dönmek istiyordum, gerçek Kader köşküne.
Takip eden günler tatsız günlerdi. Kaçmaya çalıştı. Açlık orucuna girdi. Hasta taklidi yaptı. Beni çok endişelendirdi. Bir gaflet anımdan yararlandı ve ruhlarımızı yer değiştirtti. Onun ruhu benim bedenimde, benim ruhum onunkinde. Planı neydi ki? O vücutla kaçmak mı? Hem beni hem kendini öyle bir tehlikeye attı ki. Shuiyuntian’a gitmesine gerek kalmazdı. Ay krallığında öldürürlerdi. O değil ama ben neredeyse öldürülecektim. Beni son anda yine peri kurtardı.
Lord Chang Heng benim için gelmişti. Beni kurtarmaya. En yakın dostu Lord Rong Hao ile ellerine büyük bir fırsat geçmişti. En güçlü düşmanları Yüce Ay Lordundan kurtulma fırsatı. Ben Chang Heng ile dönmeyi kabul etseydim her şey bitecekti. Shuiyuntian’a dönebilecektim. Belki, belki. Lord Chang Heng ile evlenecektim. Ama, onun öldürülmesine nasıl razı olurdum? Nasıl? Olamadım.
Pişmandı belki. Ancak sanki mutluydu da. Mutluydu değil mi? Shuiyuntian’a dönme şansını kendi eliyle yok ettikten sonra başka şansı kalmamıştı. Artık saray ehli de onu kabullenmişti. Saygı görüyordu. O arkadaşı da yanındaydı. Mutluydu. Mutluydu, değil mi?
Karmakarışıktı duygularım. Bir tarafım kaçmak istiyordu. Bir tarafım kalmak. Bir tarafım umarsızdı. Bir tarafım onun bana aşık olması ile mutluydu. O gün kalbimi çok kırmıştı. Tek kalp bedduası yüzünden benimle ilgilenmiş. Yoksa bana aşık değilmiş. Şimdi zümrüt yüzüğünü taktığı için benim hissettiklerimi hissetmeyecek, benimle ilgilenmeyecekmiş. Ama neden buna çok üzülmüştüm? Benimle başka hiç kimse onun kadar ilgilenmemişti. Beni bu kadar sevgisine alıştırdıktan sonra… Odun kafalı.
O nasıldı acaba? Mutlu mu? Üzüntülü mü? Neden merak ediyordum? Neden? Ben bütün duyguları alınmış bir adamdım.
Yüzü asıldığında içim daralıyordu. Gülmezdi. Hiç gülmezdi. Üç alemin en korkulan adamı gülmezmiş. Gülemezmiş. Ama için için güldüğü olurdu. Gözlerinin pırıltısından anladığım. O anlar. İşte o anlar dünyalar benim olurdu. Bir tarafım ona içten içe kızıyordu. Başıma ne geldiyse hep onun yüzündendi. Ama bir tarafım onun için üzülüyordu. Yüce Ay Lordu Dongfang Qing Cang. Varlığı bile krallığında savaşları bitirip, barışı getirmeye yeten o adam. Adı anıldığında kanların donduğu o adam. Sarayında yüzlerce kadının hizmet ettiği. Yüzlerce askerin gözünün içine baktığı. O adam aslında yapayalnızdı. Mutsuzdu. Tek başınaydı. Kardeşi en büyük düşmanıydı. Kardeşi. Onu öldürmek isteyecek, düşmanla işbirliği yapacak kadar. Ya o yaşlı kadın? Kocası, oğlu, torunu Dongfang’ın son seferinden dönemeyen kadın. O sözleri. O sözleri ne ağırdı. En ufacık bir saygısızlığın cezasını ölüm olarak veren o adam, o kadını sadece durup dinlemişti. Tek bir kelime cevap vermeden. Halbuki, otuz bin yıldır hapsedildim. Ancak dönebildim diyebilirdi. Demedi. Sustu. Nasıl bir ağırlıktı kalbinde taşıdığı? Sadece Shuiyuntian’dan intikam mı istediği? Yoksa yüzbinlerce yas içinde bekleyen kadına babalarını, kardeşlerini, kocalarını, oğullarını geri getirmek mi?
Artık emindim beni sevdiğine. Lord Chang Heng’i değil. Beni tercih etmişti. Yine beni tercih etmişti.
Dongfang’ın yapabileceklerinden korkmuştum ve onun ardından ölümlülerin yaşadığı Lucheng’e gitmiştim. Eski Savaş Tanrıçası Leydi Chidi oradaydı. Bir ölümlü olarak imtihanını veriyordu. İmtihanını başarırsa ölümsüzler arasına dönebilecekti. Lord Chang Heng de ölümlü olarak oradaydı. Shuiyuntian’da neler olmuştu da Lord Chang Heng de bir ölümlü olarak Lucheng’deydi? Bizde oradaydık. Lord Chang Heng bana aşık oldu, görür görmez ve benimle evlenmek istedi. Shuiyuntian’da hayalini dahi kurmaktan korkacağım bir şeydi bu. Ancak neden mutlu değildim? Neden aklım sürekli Dongfang’taydı? Neden? Leydi Chidi de Dongfang’a aşık olmuştu, onunla evlenmek istiyordu. Lucheng’de anladım. Lord Chang Heng’e duyduğum sadece minnet duygusuydu. 1500 yıl önce beni henüz basit bir orkide iken yok olmaktan kurtardığı için duyduğum minnet. Bir bakışı, bir sözü ile kalbimi paramparça edebilen de, neşe ile doldurabilen de Dongfang’dı. Lord Chang Heng bir başka kadını sevse, onunla evlense, onunla mutlu olsa, sorun etmezmişim. Dongfang’ın ise başka bir kadın tarafından sevilmesi fikrine dahi tahammül edemiyordum. Dongfang’ın benden başka bir kadına iyi davranması fikri. Ona gülmesi, onu sevmesi. Nasıl kabul edebilirdim bunu?
Lucheng dönüşü o artık eski peri değildi. Hala cıvıl cıvıldı. Ancak sanki büyümüştü. Büyük sorumlukları yüklenmeye hazırdı. Her acının içinden geçmeye kararlıydı. Bir çiçek gibiydi. Su gibiydi. Yumuşak. Anlayışlı. Sevgi dolu. Her zaman nazikti. Benim de nazik olmamı istiyordu. Kardeşime karşı bile. Ay kabilesini seviyordu, önemsiyordu. Kendi insanları kadar önemsiyordu. On binlerce yıl buz tutmuş duygular denizimin buzlarını eritendi o. Ağacımı yemyeşil yapandı. O küçük bedeninde nasıl bir kalp taşıyordu? Cesurdu, korkusuzdu. Üç alemin en cesuruydu. En güzeliydi. En iyi kalplisiydi. Cangyan Denizinin Ay Kraliçeliği… Üç alemde ondan gayrısı var mıydı?
Yüce kürsümün sana sorması gereken bir şey var?
Benim de sana sormam gereken bir şey var.
İlk önce Yüce kürsüm sorsun.
Benim ki daha önemli.
Yüce kürsümün sorusundan daha önemli hangi soru olabilir?
Benim sorum.
Ne.
Bu orkide bilekliği senin için yaptım. Dongfang Qing Cang, Yüce Ay Lordu, benim evlenir misin? Söz veriyorum. Sana iyi bakacağım. Sadece seni seveceğim, derin bir aşkla. Ve ne olursa olsun, sonsuza kadar yanında olacağım.
Not: İnsan hayal gücünün çılgın bir nehir olup aktığı bir dizi Love Between Fairy and Devil. Bu kısalıkta bir yorum-özetin hikayenin zenginliğini, akışının çılgınlığını aktarabilmesi mümkün değil. O yüzden bir yorum-özet daha gelecek. Belki önümüzdeki hafta…
Love Between Fairy and Devil, Netflix, 2022.