Sait Mürsel Çeşitcioğlu, Hukukçu
[voiserPlayer]
Türkiye’nin geldiği siyasi durum hakkında çok sayıda fikir ve değerlendirme olmakla birlikte, kutuplaşmış bir siyasal atmosferde aslında manzara-i umumi son derece berrak. Eğer temennilerini tespit zanneden bir entelektüel değilsek, Türkiye’nin çok partili siyasi tarihindeki olağan akışın en azından şu iki fay üzerinde şekillendiğini biliriz:
Birincisi, dini pratiklerde serbestlik-laiklik kaygısı, diğeri de ekonomik istikrar-kriz kaygısı. Olağanüstü dönemler ise birincisine milliyetçilik, ikincisine devletçilik tutkalıyla mukabele ediyor. Eğer ki değişim isteyen bir muhalifseniz, bu iki temel kaygıyla yüzleşmeden Türkiye’nin demografik gerçekliği üzerinde sürdürülebilir siyasi bir başarı elde etme şansınız zayıftır ve en azından bugüne kadar pek teveccüh göremediğiniz açıktır. Milliyetçilik ve devletçiliğin ise bu coğrafyada çok güçlü olduğunu görmek için bu alandaki araştırmalara bakmak yeterli.
Buraya kadar dillendirilenler bakımından, birinci kaygının ispatı Türkiye’de kapatılan siyasi parti sayısı, kapatılma gerekçelerinin yüzdesi, darbe ve muhtıraların gerekçesi olarak ileri sürülen tezler, çok partili siyasi tarihimizde olağan dönemlerde iktidara gelebilen siyasi hareketlerin temel eksenleri vb. üzerinden bir okuma yeterli olacaktır. Zira bunların ortak özelliği Türkiye’deki müslümanların din özgürlüğü versus Türk tipi laikliktir.
Milliyetçiliğin tutkallığının ise, laiklik kaygısıyla şekillenen olağanüstü dönemlerde ve sonrasında kapatılan siyasi parti sayısı, kapatılma gerekçeleri, yoğun siyasi yasaklar üzerinden yükseldiğini görmek mümkün. 27 Mayıs ve 28 Şubat bu konuda apaçık ve bariz örneklerdir. Kültürel iktidarın 12 Eylül anlatısı farklı olsa bile, 12 Eylül 1980 de böyledir. Darbe ile indirilen kişi, bir merkez sağ siyasetçi olan Başbakan Demirel idi. Siyasi manzarada onun gerçek alternatifi ise Erbakan idi. 12 Eylül 1980 darbesinden 1 ay önce Ayasofya’nın ibadete açılmış olması, Kenan Evren’in basına karşı ilk demecinde “bardağı taşıran damla” olarak nitelediği ve darbeden 1 hafta önce Konya’daki Kudüs mitingi, darbeci konseyin 1 numaralı bildirisindeki “irtica” vurgusu, darbeciler için birkaç asli meseleden biriydi.
Dini pratiklerde serbestlik-laiklik kaygısı: Bugün?
Bugün üzerinde siyaseten çok tepinildiği için “bıktık mağduriyet söylemlerinden” denilse de cumhuriyet tarihi boyunca devlet, oruç hariç dini pratik sahalarının hemen her birinde kötü laiklik uygulamalarıyla yüzbinlerce insanı doğrudan mağdur etti, bedel ödetti. Söz konusu mağduriyetlerin ve bedellerin ürettiği siyasal farkındalığın (ve siyasi iktidarın radikal taraftarlarındaki tutkulu rövanşizmin), bugünkü siyasi iktidarı ayakta tutabilen ana damarlardan olduğunu sanırım 17-18 yıl boyunca gördük. Peki başa dönersek; dini pratiklerde serbestlik-laiklik kaygısı bugün neyi ifade ediyor? Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ’un son dönemde artan özeleştirileri ya da ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü pişmanlıkları ve geçmişin muhasebesi bir yana, dini pratiklerde serbestlik-laiklik kaygısı bugün neyi ifade ediyor?
Bugünün yüzleşmeye açık siyasi muhalifleri için, söz konusu özgürlük-laiklik kaygısı laikliğin kötü uygulanmasından kaynaklı kötü tecrübeler olarak geçmişimizde yer alan ve artık sadece muhafazakarlarca istismar edilen bir alan olarak görülebilse de Türkiye’deki siyasi muhaliflerin önemli bir kısmının yeni şeyler söylemek yerine eskiye özlemle enerji bulduğu kuşkusuz.
Diğer taraftan böyle bir yüzleşme ve özeleştiri sürecinin, “Geçmişte başörtüsü ile uğraşarak hata yaptık” vb. söylemlerin artık zamanın gerisinde kaldığını, bir diğer ifadeyle anlamsızlaştığını söylemek mümkün. Çünkü Türkiye’de başörtülü kızların üniversiteye alınmadığı günlerde Belçika’da yıllarca milletvekilliği yapan ve şimdi Türkiye’nin Cezayir Büyükelçisi olan Mahinur Özdemir için ve onu görenler için bu yüzleşme artık çok geç. Dolayısıyla “bıktık bu mağduriyet söyleminden” veryansını ya da geçmişe dönük yüzleşmeler bugün siyasi iktidar destekçilerinde esaslı bir karşılık bulmuyor ve bulmayacak. Türkiye’deki siyasi muhalifler, Ak Parti döneminde somutlaşan belli başlı dini pratiklerdeki serbestilerin kurumsallaşmasına katkı sağlamaksızın, zamanın gerisinde kalmaya da devam edecek. Çünkü siyaset, hasmınızın kitlesini zamanın gerisinde kalmayarak ikna edebilmenizle yakından ilişkili. Doksanlı yıllarda eşcinsellerin Taksim buluşmasına tebrik için çelenk yollayan ya da meyhanelerde vatandaşlarla buluşan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Adayı Tayyip Erdoğan’ın siyasi kariyeri, doğru zamanda ikna edip kaygıları gidermeye çalışmanın örnekleriyle dolu. Son yerel seçimde Ekrem İmamoğlu’nun başarısındaki sır, her kesimin kaygılarını gidermeye odaklanan ve yaşanan her krizde Cumhurbaşkanı dahil muhatabını yargılamadan ikna etmeye çalışan, hasmıyla yüz yüze muhatap olmak için çabalayan bir doğrudan iletişimde saklı.
Dindarların kolektif hafızası ve travmaları, siyasi muhalefetin bagajıdır
Türkiye’nin normalleşmesi arzulanıyorsa, Türkiye’deki muhafazakarların/dindarların kimlik bağlamından uzaklaşıp herkes için daha fazla demokrasi ve özgürlük, daha fazla hukuk devleti için siyasi tavırlar geliştirmesinin önünü siyasi muhalifler açmak zorunda. Bu açılımın gerçekleşmesini ise oy verdikleri muhalif siyasi partiye havale edip kişisel konforlarını bozmayarak sağlamak mümkün değil. Beğenelim ya da beğenmeyelim, Türkiye’de CHP’ye oy veren vatandaş sayısı kadar insanın (11-12 milyon vatandaşın) Tayyip Erdoğan’a bakışı, tüm CHP seçmeninin Kemal Atatürk’e bakışıyla benzerlik taşıyor. Dolayısıyla muhafazakarların kolektif hafızasındaki travmaları giderme eğilimine sahip olmayan bir siyasi muhalefetin 70 yıllık çok partili siyasi hayatımızdaki makus talihini kırması mümkün değil.
Bu yazdıklarımın daha iyi anlaşılabilmesi için 6 yıl önce Galatasaray Üniversitesi’nde yaşanan bir mescit tartışmasını anlatmak isterim. Az sayıda öğrenciye sahip olan üniversitede namaz kılan öğrenciler, namaz kılmayan ama özgürlükçü arkadaşlarından da imza desteği alarak, rektörlükten 4 metrekarecik bir mescit talebinde bulunurlar. Çünkü okula en yakın camilerin tamamı hem tadilattadır hem de açık bile olsalar giriş çıkış epey zaman kaybettirmektedir. Mescit talebi denilen şey de iki kişinin namaz kılmasına yetecek kadar yani çok küçücük bir alandır. Okulda imza vermeyen öğrencilerin önemli bir kısmı mescit talebine şiddetle karşı çıkar ve tepki gösterirler. Rektörlük bomboş depolar olmasına rağmen, birini bile kullandırmaz, tepkilerden korkup bu talebe “yer yok” diye izin vermez. Bunun üzerine imza veren öğrencilerden biri Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a durumu iletir. Birkaç ay sonra üniversitede hem erkekler hem kadınlar için ayrı olarak mescit hizmete girer, abdest alınabilecek nezih ve güzel bir lavabo da yanına eklenir. Şimdi rektörlüğe mescit için imza veren ve samimi olarak namazını kılan bu gençlerin Tayyip Erdoğan dışında kimseye oy vermesini beklemek ne kadar kolay? Aynı sıralardaki okul arkadaşları, hocaları basit ve samimi bir mescit talebine karşı şiddetli tepki göstermişken; mescit talebi hayal kırıklığıyla sonuçlanmış insanların siyasi farkındalığının bu olaydan etkilenmeme ihtimali yok. Dolayısıyla dini pratik hürriyetlerinin ve dindarlığın kamusal alandaki varoluşunun demokratik toplum düzeninde kurumsallaşmasına siyasi muhalifler katkı sağlamadıkça, sesleri diğer tarafa ulaşamaz.
Zamanın ruhu pişmanlık değil, tamir istiyor. Bu tamir, on binlerce iş başvurusuna rağmen Koç Holding’te kaç başörtülü beyaz yakalı olduğu sorusu ile yüzleşmektir. Koç Holding’in başörtülü bir yazılım mühendisi çalıştırmaktan korkmamasıdır, ret sebebi sırf bu olduğunda ayrımcılık yaptığını bilmesidir. Çünkü reddettiği o başörtülü mühendis Betül geçen hafta Amazon şirketinden iş daveti aldı. Ama aynı Betül bir iş başvurusunda “Şirketimizde temizlikçi teyzeler dışında başörtülü çalıştırmıyoruz.” cevabını alalı birkaç yıl oldu. Mevzu artık üniversitedeki bir yasak için zamanaşımına uğramış pişmanlıklar değil. Velhasıl-ı kelam, zamanın gerisinde izole kaldıkça laiklerin endişelerinin yerini, muhafazakarların sosyo-ekonomik durumunu muhafaza etmeye dönük görünen/görünmeyen kaygıları aldı. Muhafazakarlarla yüzleşip, kolektif hafızadaki travmalar için güven vermeyen bir siyasi muhalefetin, düne dönük pişmanlıkları bugün yok hükmünde. Bu dindar kibri değil. Zira “Dün dünle beraber gitti cancağızım, bugün yeni bir şeyler söylemek lazım…”
Fotoğraf: Aziz Acharki