[voiserPlayer]
Geçtiğimiz hafta CHP’nin 99. yıldönümüydü. Türkiye gibi siyaset zemininin son derece kaygan olduğu bir yerde CHP’yi hayatta tutan birkaç şey vardı. Her şeyden önce CHP’nin kuruluş anından itibaren kadrolarının çağa adapte olmaktaki iştahı, bu direncin ve varoluşun nedeni. Başta Atatürk olmak üzere hem Türkiye’nin hem de CHP’nin kurucuları, çağlarının ürünleriydiler ve daha da önemlisi çağın gereklerini yerine getirme kabiliyetine sahiptiler. Bu nesil, imparatorluklar çağının bitip, ulus-devletler çağının açıldığını anlamayı kabil olacak kadar çağa ve dünyaya açık bir nesildi. Sadece Atatürk’ten ibaret de değildi bu neslin entelektüel iddiası. Örneğin İsmet Paşa, 1950’lerin sonunda muhalefet lideri olduğu günlerde Türkiye’nin yaşadığı ekonomik buhrandan nasıl çıkacağı ve servet adaletsizliğini nasıl çözeceğiyle ilgili iddiasından vazgeçmiş değildi. O yılların anılarına baktığımızda İsmet Paşa’nın ilerlemiş yaşına rağmen Türkiye’yi yaşadığı buhrandan çıkarabileceğine inandığı kamuculuğu dinlemek için Doğan Avcıoğlu’nun Kızılay’daki bir binanın en üst katındaki ofisinde hemen hemen her gün merdivenleri aşındırdığını görüyoruz.
İşte ikinci faktör de tam burada devreye giriyor: nesiller arası seçmen aktarımı. Özellikle İsmet Paşa’nın uzun süre parti lideri olarak kalması, CHP’yle İnönü’yü, İnönü’yle Atatürk’ü, Atatürk’le de Cumhuriyeti özdeşleştiren istikrarlı bir seçmen sağladı partiye. Türkiye’de refahın ve mülkiyetin demokrasiyi ayakta tutarak nasıl tabana yayılacağı sorusunun yaklaşık 15 yıllık bir tartışmanın ardından vardığı menzil olan ortanın soluyla birlikte ise üçüncü ve son ilişki ortaya çıktı: CHP’nin Türkiye’nin sosyal demokrat partisi olması tekelini elinde bulundurması ve bu nesiller arası aktarımı ideolojik bir hatla beslemesi.
12 Eylül Darbesi’nin Türkiye’yi ideolojisizleştirme çabasına direnen ve Ecevit’in yerel dinamiklerden beslenen sosyal demokrat anlayışından birkaç adım öteye giderek evrensel sosyal demokrasiye yaklaşma iddiasıyla ortaya çıkan önce SODEP ve ardından SHP, DSP’nin varlığı dolayısıyla doğan bölünmüşlükten de kaynaklı olarak %20’ler bandına demir atarak 1970’lerdeki oyların çok uzağında kaldı. 1980’lerin sonunda neoliberalizmi toplumların kılcal damarlarına zerk eden spiritüel soslu Yeni Sağın Türkiye ayağı olan Özal ve ANAP’a karşı ayaklanan Türkiye’nin emekçi gruplarını ikna edebilecek bir alternatif hegemonya kuramayan SHP, Kemalist aydınlara dönük suikastlar silsilesinin yaşandığı ve Kürt hareketi ile siyasal İslam’ın yükseldiği 1990’lardan itibaren günden güne ulusalcı siyasete meyletti.
CHP’nin 1992’de yeniden açılması, Ecevit’in ulusalcı söylemini yükseltip Kürt hareketini meclise taşıyan SHP’yi bölücülükle suçlaması ve 1995’teki SHP-CHP birleşmesiyle beraber bu geleneği temsil eden hat, halk lehine bir dönüşüm vadeden yaklaşık 50 yıllık söylemi yerine statükoya yaslanarak laik ve üniter ulus-devleti savunmanın meşru siyasetteki temsilcisi hâline büründü. Elbette laiklik ve üniter ulus-devlet yüksek tondan savunulmalıydı. Ancak bunu yaparken, Türkiye’deki emekçilerin bütün sorunları ortadan kalkmış gibi neoliberal hikâyeye teslim olmak bu dönemin en temel hatasıydı. CHP geleneğinin bu iddiasını dünya sosyal demokratlarıyla paralel biçimde kaybettiği bir evrede siyasal İslam’ın temsilcisi olan RP, sosyal demokrasiden devşirdiği bir imitasyon kavramla, Adil Düzen’le, kent çeperlerine ulaşmayı başardı. Yani, evrimi safsatadan ibaret gören bir hareket, CHP geleneğinin açtığı alana sızarak çok temel bir evrim kuralından yararlandı: Doğa boşluk kabul etmez.
Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olmasıyla beraber, başlarda kullanılan sosyal demokrat söylem, yaşanan seçim yenilgilerinin ardından günden güne geri plana düşerken bunun yerini sosyal gruplarla kurulan temaslar aldı. Bu, elbette önemliydi. Ulusalcı çağda, muhafazakârlara ve Kürtlere dönük son derece buyurgan ve hoyrat bir tavır benimseyen CHP’nin bu konularda kendisini rasyonelleştirmesinin önemi yadsınamaz. Ama yine de bu hikâyenin tuzu biberi, yani iktisadi temeli eksik. Hani olur ya bir film izlerken hikâyesi alır götürür sizi, ama bir eşikten sonra yazarın dimağı yetmez ve hikâye tıkanır, öyle bir tat bırakıyor hâlihazırdaki CHP damaklarda.
Türkiye de dünya da çok kritik bir dönemecin eşiğinde. Bu dönemecin neoliberal şovenizme yaslanan aşırı sağ popülizme mi evrileceğini, yoksa kinin ahbap-çavuş kapitalizmiyle zenginleşen iktisadi elitlere mi yöneleceğini belirleyecek olan şey, sosyal demokratların neoliberal hikâyenin çöktüğü bir konjonktürde kitleleri demokratik siyaset içinde insan onuruna yaraşır standartlarda yaşayabilecekleri bir dönüşümün imkânına ikna edip edememesinden geçiyor.
Sosyal demokrasinin anayurtlarında epeydir kamuculuk yeniden bu geleneği temsil eden partilerin gündeminde. Millet İttifakı’yla beraber iktidara talip olan CHP, Erdoğan sonrasında ülkenin neoliberal şovenizme dayanan daha büyük bir ateşin içine atlamasını istemiyorsa sosyal konut, sağlık, kreş, ücret politikası ve nitelikli eğitim gibi konularda yüksek tondan bir ideolojik çerçeveyi tartışmak zorunda. Bunun aksi hem Türkiye hem de CHP için ontolojik bir sorun yaratacaktır. Unutmamak gerekiyor ki Millet İttifakı’nın rüyası gerçek olursa CHP’nin seçimden sonra anti-Erdoğanizm konforu yok olacak. Bu da yıllardır CHP’yle sehven oy ilişkisi kuran kitleleri CHP’den koparmak gibi ciddi bir riske gebe. Yukarıda bahsettiğim film örneğinden bir benzetmeyle bitirmem gerekirse bu senaryo yüz de güldürebilir, hüzün de yaratabilir, şaşkınlığa da sebep olabilir. Dolayısıyla kalemi elinde tutanlar, yalnızca bu senaryoyu değil, tarihi de yazıyorlar. Küresel bir iddiası olan neoliberalizmin karşıtının da küresel bir tepki olması gerektiği unutulmadan ve yüksek tondan alternatif bir hikâye çıkarılmalı. Bunun için başlangıç noktası, sosyal demokrasinin anavatanı olan ülkelerdeki tartışmaları takip etmek ve sosyal demokrasinin enternasyonal örgütlerine çağrı yapmak olabilir. Yapılırsa, asıl İkinci Yüzyıl Beyannamesi bu olacaktır.
Fotoğraf: jia Lyu