[voiserPlayer]
Karar gazetesi yazarı Yıldıray Oğur, geçtiğimiz hafta 74 siyaset bilimci akademisyenin Altılı Masa’ya yönelttiği soruları eleştiren bir yazı yazdı. Kendine has üslubu ile kavramları literatürdeki karşılığından oldukça farklı ve yerel şekilde yorumladı. Kendi zihin dünyasındaki karabasanları ve travmaları bu tartışmadaki muhataplarını yaftalamak için kullanmaktan çekinmedi. Ve elbette anti-entelektüel popülizmden medet umarak, fildişi kulede yaşayan akademisyen ile sahada ter döken siyasetçi ikilemini yaratmayı ihmal etmedi. Tüm bunlara uzun yıllardır Oğur’u takip eden kamuoyu alışkın. Kendisinin desteklediği mevcut iktidar yapısından şikayetçi olanları toyluk, ergenlik ve şımarıklıkla itham etme konusunda hatırda kalacak yazılara imza atan bir köşe yazarı Oğur.
Seküler muhalefet onun bu yeteneğini, İlhan Cihaner’in evinde yapılan aramada kızının el konulan çizgi film cd’lerine porno film göndermesi yaparak dalga geçtiği tweet’i gördüğü zaman keşfetmişti. Gezi Parkı olayları sırasında ise sivillere karşı uygulanan orantısız polis şiddetinden hiç rahatsız olmadı ve protestocuları darbeci Beyaz Türkler olarak yaftaladı. Oğur, o tarihte de memnuniyetizliği küçümsüyor, “iktidarı totaliter yapan ne?” diye soruyordu. Birçok muhalif, Tuzluçayır’da, Bağcılar’da seçim gecesi sabahlara kadar sandık, tutanak peşinde koşarken Oğur, seçim usulsüzlüğü iddialarını da her seferinde benzer bir küçümsemeyle geçiştirdi. Hafızası kuvvetli muhafazakarlar da aslında biraz düşündüklerinde Oğur’un iktidarı desteklerken kullandığı tahfif etme stratejisine tanık olduklarını hatırlayacaklardır.
Şimdilerde pek konuşulmasa da 2014 yılının Ağustos ayında AKP’nin içi oldukça karışıktı ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını bıraktıktan sonra partinin başına geçmesi ve haliyle başbakan olması ciddi anlamda konuşuluyordu. Zira, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte bu koltuk boşalacaktı. Ne var ki bir filmler döndü ve AKP kongresi bir hafta erkene çekildi. Ahmet Davutoğlu parti genel başkanı ve başbakan olurken Gül zorunlu bir emekliliğe çekildi. Oğur ise benzer tavrını o dönemde de sergiledi ve Gül’ün otoriterlikten şikayet etmesini dalgacı bir üslupla ele alarak Hayrünisa Gül’ü de işin içine katıp cevap verdi. Gül çifti istirahata çekilirken Oğur onlara karşı sırıtarak el sallıyor ve sırtını dayadığı iktidarın verdiği güven ile uzun süre geri dönemeyeceğini bildiği bir lideri uğurluyordu.
Burada bir davranış kalıbı mı yoksa kişilik özelliği mi olduğuna karar verecek müktesebatım yok. Ancak farklı bağlamlarda kendini tekrar eden ve bulduğu ilk güç merkezine kendisini yasladıktan sonra muhalifleri küçümseyerek ezmeye çalışan bir devamlılık olduğunu söyleyebilirim. Bu tespit aslında Oğur’un akademisyenler bildirisine niçin cevap verdiğini de açıklıyor. Zira, muhalefetteki yeni güç merkezi Altılı Masa ve Masa’dan ziyadesiyle siyasi kazanç uman 5 parti. Cumhuriyet Halk Partisi, kendi genel başkanının muhalefetin ortak adayı olma stratejisini Masa üzerinden gerçekleştirmeye çalışırken, toplam oy oranı %3-5 arası değişen dört küçük parti de Masa sayesinde hem yürütme erki üzerinde denetim hem kabinede bakanlık hem de parlamentoda temsil edilmeyi umuyorlar. Dolayısıyla Oğur, bu mekanizmanın siyasetin doğası ile ilişkisini sorgulayan akademisyenleri, sarsılmaz bir iktidarın desteğini arkasında hissederek yıllardır benimsediği karikatürize etme ve küçümseme metoduyla yıldırmaya çalışıyor. Bu bize Arendt’in “karanlık zamanlarda insanlar” kitabını hatırlatmalı. Çünkü kamusal bir tartışmayı genişletmekten ve konuşmaya çalışmaktan ziyade, kamusal alanı tehlikeli bir yer haline getirmenin bir mantığı var. Kamusal alan karardıkça ve insanları hırpalayan tekinsiz bir yer haline geldikçe görüşlerini ifade etmek isteyenlerin kendi dünyalarına ve suskunluğa çekilmeleri mukadder hale geliyor. Böylece, iktidarın huzurunu kaçıran görüşler kamusal alanı terk ediyor ve salt güç ile bir iktidar kurmak mümkün oluyor. Oğur’un, dün iktidara yakınken hedefinde olmak daha korkutucu bir şeydi muhtemelen. Yarın iktidara yakın olursa da korkunç olacak.
Yine de kamusal alanı terk etmemek ve tartışmayı olabildiğince entelektüel düzeyde tutmakta fayda var. Oğur’un bildiriye getirdiği eleştiriler yanıtlanmayı hak ediyor çünkü ayartıcı kelimelerle kurulan argümanların bir paradigma oluşturma tehlikesi ve ezbere okunan bir dua gibi anlamını yitirse de okuyanı ve dinleyeni etkilemesi muhtemel.
İlk olarak, siyaset bilimcilerin Altılı Masa’ya yönelttikleri eleştirinin, taşıdıkları ünvan ile ilişkisi sorgulanıyor Oğur’un yazısında. Buna göre, siyaset bilimciler vazifeleri olan tarihsel, entelektüel ve ideolojik yorumlarda bulunmak varken hadlerini aşıp güncel siyasete el atmakta ve adeta taktik veren bir futbol koçu gibi siyasetçileri yönlendirmeye çalışmaktadır. Bu Oğur için her şeyden önce ülkeyi iki kere tavaf eden, ter döken siyasetçilere haksızlıktır. Tabir caizse oturduğu yerden ahkam kesmektir. Bu argüman Oğur’un siyaset bilimi disiplinine dair bilgisinin ne denli kısıtlı olduğuna dair bir şeyler söylüyor ve bize, sosyalleştiği siyaset bilimciler hakkında yorum yapma imkanı tanıyor. Oğur pek takip edememiş olabilir ancak siyaset bilimi disiplini sadece siyasi tarih, siyaset felsefesi veya ideoloji tartışmalarından ibaret değil. Demokratikleşme, demokratik geri gidiş, otokrasi, seçmen psikolojisi, oy verme davranışı, liderlik, politik psikoloji, oyun teorisi, koalisyon inşası gibi birçok alanda spekülatif olmayan çalışmalar yapılıyor. Bu çalışmalar ortaya koydukları hipotezleri verilerle test ediyor ve bir sonuca ulaşıyor. Yani, otokrasiden kurtulmak için ortaya konan bir kuram için Oğur’un kutsal bir varlıkmış gibi öne çıkardığı siyasetçiler aslında bir veriden ibaret. Hiçbir siyaset bilimci soru sorarken veya bir yorumda bulunurken bunu normatif, olması gereken bir amaca hizmet etmesi için yapmıyor. Aksine, farklı vakaların gözlemlenmesi üzerine ulaşılan sonuçlar çerçevesinde bir analiz yapıyor. Son dönemde popülist otoriter yönetimlere karşı örgütlenen muhalefet hareketleri bu açıdan verimli bir laboratuvar. Mesela, Macar muhalefetinin başarısızlığı, İstanbul seçimindeki başarı, Brezilya’da Bolsonaro’nun düşüşü, Biden’ın Trump’ı mağlup etmesi, Corbyn’in Boris Johnson’a karşı yaşadığı hezimet, siyaset bilimciler açısından birer vaka ve Türkiye ile benzer sistemler keşfedilerek bu vakalardan gerekli dersler çıkarılabilir. Bu açıdan bakıldığında, insanları cezbeden “Kılçdar kazanamaz, İmam alır” avamlığına düşmeden muhalefetin örgütlenme modelini irdelemek, aslında teknik bir mesele halini alıyor.
Bu elbette ki her siyaset bilimcinin en isabetli yorumu yaptığı anlamına gelmez. Aynı, Türkiye’yi iki kere dolaşan her siyasetçinin seçimi kazanmasının garanti olmadığı gibi. Ancak, yapılan hataların bir açıklamasını bilimsel açıdan yapmayı gerektirir. Hangi değişkenlerin göz ardı edildiği veya etkisinin abartıldığı akademik müzakereye açıktır. Mesela, otoriterliğe karşı kurulan muhalefet cepheleri incelendiğinde adayını erken açıklayan mı yoksa geç açıklayan mı başarılı olmuştur. Ya da, liderinin karizması düşük muhalefet hareketleri mi kararsız seçmeni cezbeder yoksa enerjisi yüksek, karizmatik bir adayın mı? Bu sorulara farklı cevabınız olabilir lakin siyaset bilimcilere bu konularda yorum yapmayı yakıştıramamak bir cevap değildir.
Bu süreçte Kemal Bey’in adaylığını destekleyenlerin Biden modeli üzerinden bir argüman geliştirmeleri, bu adaylığa karşı çıkanların ise Macaristan seçimlerini örnek göstererek daha genç ve dinamik bir ismin daha şanslı olacağını iddia etmeleri oldukça verimli bir tartışma olabilirdi. Ancak soru soranları aşağılamak, konuşmalarını ayıplamak ve onları karikatürize etmek gibi bir yöntem ile bu tip medeni tartışmaların yaşanmayacağı ve konunun kırsal bir zemine oturacağı muhakkak.
Oğur, yazısına akademisyenlerin sorduğu son soruyla başlıyor. Bu soruda akademisyenler, başkan adayını belirlemekle yükümlü siyasi parti liderlerine başarısızlık durumunda, yani yanlış bir aday gösterilirse, nasıl bir maliyet üstleneceklerini soruyor. Buna karşılık Oğur akademisyenleri bir yandan ağızlarında gümüş kaşık ile hiçbir derdi olmayan insanlar olarak sunarken öte yandan da bildirinin muhatabı kabul edilen siyasetçileri olabildiğince mağdur, olabildiğince cefakar ve olabildiğince gözüpek tanımlama konusunda hiç bencil davranmıyor. Öyle ki, bu akademisyenlerin liderlerin bile çıkamadığı televizyon kanallarına çıktıklarını iddia ediyor.
Halbuki, bugün Altılı Masa’yı destekleyen Halk TV, KRT, Tele 1, TV 5 ve Fox TV gibi televizyonlar var. Muhalefet partilerine mensup siyasetçiler Habertürk televizyonuna rahatlıkla çıkabiliyor. Sözcü, Cumhuriyet, Birgün, Karar gibi gazeteler muhalif çizgide yayın yapıyorlar. Bildiride ismi geçen çoğu akademisyen ise genel itibarıyla kamusal alanda görünür olmayı tercih etmeyen kişiler. Bunu tercih edenler ise YouTube üzerinden yayın yapan kanallarda gözüküyor daha çok ve dijital mecralarda yazılarını yayınlıyor.
Bu yapay ve abartılı karşıtlık aslında bir hakikati konuşmamak için. Bu hakikat, izlerini Kant’a kadar sürebileceğimiz bir düşünce geleneğine dayanıyor. Karar alıcılar aldıkları kararların bedelinden doğrudan etkilenmezlerse diğer insanların hayatını tehlikeye atabilecek kararları çok rahat alabiliyorlar. Bu yüzden Kant, seçimle iktidara gelen hükûmetlerin savaş kararlarını alırken olabildiğince temkinli davrandığından bahseder. Zira, savaş yokluk ve acı demektir. Kendisine bunları yaşatan hükûmet ise halk tarafından bir sonraki seçimlerde mutlaka cezalandırılacaktır. O yüzden, seçimle iktidara gelen lider savaş kararı alırken daha temkinli davranır, çünkü ödeyeceği bir maliyet vardır. Öte yandan, iktidarı atadan miras kalan ve halkın tepeden gören hükümdarlar savaş kararlarını daha kolay ve hızlı alır.
Burada karar alıcının rasyonalitesine maliyet değişkeni eklenmiştir. Akademisyenler de, haklı olarak, halkın dahil edilmediği ve altı siyasi parti genel başkanının iki dudağı arasına sıkışmış karar alma sürecinin rasyonalitesini anlamak için başarısızlık durumunda ödeyeceği maliyetleri sormaktalar. Oy oranları yüzde 1 civarında seyreden 4 parti için herhangi bir riskli kararı almak, oy oranı yüzde 25 olan bir partiden daha kolaydır. Kaybedilecek olan şey çok azdır. Bunun karşılığında kazanılacak olan ise mecliste temsil ve yürütmeye ortak olmaktır. Dolayısıyla, kendi partilerinin kazançlarını en fazla maksimize edecek adaya meyletmeleri daha muhtemeldir. Seçimlerin kaybedilmesi durumunda bile bu partilerin elitleri parlamentoda olacak ve kendilerini otokrasinin gadrinden korumayı başaracaklardır. Yani bu parti elitlerinin, kendilerine daha az çıkar sağlayacak ancak seçilme ihtimali yüksek bir başkan adayına mı yoksa kendilerine daha fazla çıkar sağlayacak ancak seçilme ihtimali düşük bir adaya mı yönelecekleri sorusu gerçekten çok önemlidir. Seçimlerin kaybedilmesi durumunda oluşacak maliyetleri üstlenmek istemeyen ve kaybedilen seçimlerden kendisi adına maksimum kazançla çıkan aktörlerin, tüm muhalefet adına aldığı kararların rasyonalitesi dünyanın her yerinde sorgulanır.
Bu krizi aşmak için gelişmiş demokrasilerin ön seçim, parti içi demokrasi veya kamuoyu yoklamaları gibi yöntemlere başvurduğunu görebiliyoruz. Oysa bu yöntemlerin hiçbiri Altılı Masa tarafından benimsenmedi. Yani karar alırken toplumun önceliklerini göz ardı ederken alınan kararın etkilerinden de bireysel olarak muaf insanlar başkan adayının kim olduğunu belirleyecek. Bu absürt durum, abartılı karşıtlıklar kurgulanılarak üstü kapatılacak bir mesele değildir. Demokrasi, aslında karar alıcıların sürekli olarak maliyet ödeme korkusu yaşadığı bir rejimin ismidir.
Oğur, Altılı Masa’ya yöneltilen İmamoğlu’nun akıbetine karşı nasıl bir tavır alınacağına dair soruya da karabasanlarından bahsederek cevap veriyor ve anlamadığım, konuyla ilişkisini kuramadığım bir şekilde Berat Albayrak’tan bahsediyor. Halbuki soru çok açık ve iktidarın siyasi bir hesap ile başkanlık yarışından elemeye çalıştığı İmamoğlu’na karşı Altılı Masa’nın nasıl bir yaklaşımının olacağını soruyor. Bu mantıklı bir soru, çünkü İmamoğlu’nun iktidar tarafından sakatlanması onu riskli bir aday kategorisine sokacağı için aday listesindeki şansını azaltıyor. İmamoğlu’nun adaylığını benimsemeyen Altılı Masa üyelerinin olması gayet doğal. Ama doğal olmayan hükûmetin hamlesini, kendi desteklediği aday için bir avantaj olarak yorumlama eğilimi. Keza Temel Karamollaoğlu, bu kararın Hem Ekrem İmamoğlu’nu hem Mansur Yavaş’ı oyun dışına ittiğini ve Kemal Kılıçdaroğlu’nu doğal aday olarak öne çıkarttığını söyledi. Bu acul tavır, aslında krizin fırsata çevrildiğini, hükûmetin muradının da gerçekleşmesinin ise pek önemli olmadığını gösteriyor.
Burada yine maliyetler meselesine geliyoruz. Siyaset bilimi disiplininin ilgilendiği konu da aslında tam olarak bu. Rekabetçi otoriter bir rejimin uyguladığı baskı sadece yasalardan kaynaklanmaz, aynı zamanda yasaların keyfi olarak uygulanmasından kaynaklanır. Bu keyfilik ise belirli kişilerin, belirli bir zamanda gadre uğramalarının hükûmete ne fayda sağlayacağına ve ne kadar maliyet yükleyeceğine bağlıdır. Doğru zaman kollanır, doğru kişi hedeflenir. Mesela, toplumun kutsal saydığı bir kavramı ağır ifadelerle ve ağdalı bir akademik dil ile eleştiren dünyaca ünlü bir akademisyen, eğer çok fazla insanın ilgisini çekmiyor ve sadece kendi blog sayfasında yazılar yayınlıyorsa bu ifadelerden dolayı hükûmet aksiyon almaz. Ancak göz önünde bir pop yıldızının benzer bir tutum alarak söylediği ve toplumda büyük tartışma yaratan sözleri hükûmeti hemen harekete geçirir. Muhafazakar kesimlerin alkışı alınır. Yani pop yıldızını tutuklamanın faydası daha yüksektir. Öte yandan dünyaca tanınmış bilim insanını mağdur etmek kimsenin ilgisini çekmez. Ancak, dünyaca tanınmış bir bilim insanının tutuklanması uluslararası alanda daha fazla bela açarken pop yıldızının mağduriyeti yerel bir magazin olayı olarak kısa zamanda unutulur.
Bu örnek, İmamoğlu konusunun aslında hükûmet tarafından da benzer bir perspektifle ele alındığını göstermek için verildi. Henüz adaylığı açıklanmamış bir siyasetçiye, siyasi yasak getirmek ile Erdoğan’a karşı yarışacağı kesinleşmiş bir ismi yarış dışı bırakmak birbirinden farklı şeylerdir. Fark, aynı eylemin zaman içinde yaratacağı maliyet ile ilişkilidir. Ve akademisyenlerin sorusu tam da bu noktada anlam kazanır. Altılı Masa, Erdoğan’ın çekindiği bir ismi aday yapıp, siyasi yasak kararının maliyetini arttıracak mıdır? Yedek aday ile çıkarak, oluşabilecek mağduriyetin siyasi enerjisinden faydalanmayı düşünüyor mudur? Yoksa, başlarını ağrıtan bir İmamoğlu’nun adaylık ihtimalinin Erdoğan eliyle bertaraf edilmesinden memnun şekilde, apar topar organize edilen bir miting ile bu meseleyi geçiştirecek midir? İmamoğlu’na siyasi yasak getirilmesinin üzerinden henüz bir ay bile geçmemişken bu olayın unutulması ve dört küçük partinin neredeyse hiç bu konudan bahsetmemeleri aslında bize onların hassasiyetleri ve gündemleri ile alakalı da esaslı şeyler söylüyor.
Burada Oğur’un tepki verdiği şey ne olabilir diye düşünmeden edemiyorum. Kendisini zaten otoriter bir hükûmete karşı muhalif olarak tanımlayan akademisyenlerin önceliği seçimleri kazanmaktan başka ne olabilir. İmamoğlu gibi Erdoğan’ı 3 kez mağlup etmiş, halk desteği yüksek ve yönetme kapasitesini İstanbul’da ispatlamış bir adayın siyasi yasak alması ve sürecin dışına itilmesini, elti ile kaynana arasında yaşanmış bir tatsızlık olarak görüp geçiştirmeleri beklenemezdi heralde. Sürecin sonunda, İmamoğlu’nun aday olarak ortaya çıkmasından bağımsız olarak, güçlü bir muhalif adayın yaşadığı mağduriyetten faydalanmak ve buradan doğacak enerjiyi seçim sonuçlarına yansıtmak dışında, bir muhalif zaten ne düşünebilir ki? Burada gerçek muhalif kimdir sorusuna geliyoruz ister istemez. Gerçek muhalif Erdoğan’ı mağlup etmek isteyen midir yoksa Altılı Masa’yı muhalefetin tek temsilcisi olarak gören ve onun göstereceği adayı itiraz etmeden destekleyen mi? Oğur için bu sorunun cevabı çok açık.
Gelelim son meseleye. Siyaset bilimciler metne başlarken muhalif partiler arasındaki ittifak fikrine asla mesafeli olmadıklarını söylüyor ve otoriter bir hükûmete karşı işbirliğinin önemli olduğunu vurguluyorlar. Ancak ittifak ve işbirliği ihtiyacının doğru bir model ile ortaya konması gerektiğini, Altılı Masa’nın mevcut haliyle bunu karşılayamadığını iddia ediyorlar. Yani, Oğur’un arkasına gizlendiği “ittifak şart” fikrine hiç kimse karşı değil. Fakat ittifaka duyulan ihtiyacın kaçınılmaz olarak Altılı Masa mekanizmasına bizi mecbur edemeyeceğini söylüyorlar. (Bu cümleleri, Oğur’un bu farkı anlayıp anlamadığına emin olmak için defalarca tekrar etmek istiyorum.)
Dolayısıyla, akademisyenler özellikle Deva ve Gelecek Partilerine ontolojik bir karşıtlık içerisinde değiller ve muhalefette kurulacak bir ittifaka itirazları yok. Onların itirazı, Altılı Masa’ya atfedilen misyon ile alakalı. Neticede Altılı Masa, Millet İttifakı’ndan farklı olarak sadece seçimi kazanmak ve siyasi etkilerini arttırmak için bir araya gelmiş partilerden oluşmuyor. Bunun yerine, yeni bir anayasa hazırlamak, hükûmet programı üzerinde uzlaşmak, kabine paylaşımını yapmak ve yeni seçilecek başkanı denetleyecek mekanizmalar üretmek gibi işlere kafa yoruyorlar. Yani seçimi kazanmayı tali bir mesele olarak, bir teferruat olarak görüyorlar. Bu anlayış ise halihazırda kazanılmış bir seçim olduğunu, bir arada durulursa ve HDP de aday göstermezse bu işin ilk turda biteceğine dair bir inanca dayanıyor. Çünkü Erdoğan alerjisinin muhalifleri eksiksiz şekilde sandığa götüreceğinden eminler. Bu varsayımlar ise başkan adayının siyasi enerjisini, aktörlüğünü ve sonuçlara olan etkisini oldukça azaltıyor. Yani kitabın ortasından konuşmak gerekirse Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığına ulaşılıyor.
Bu yüzden, farklı partilerin varlığı, halihazırda kazanılacak bir seçim için çeşitliliği ve çoğulculuğu sağlayan sembolik bir anlam ifade ediyor. Kendilerinden beklenen çıkışı yakalayamayan Deva ve Gelecek Partilerinin ve oy oranı zaten düşük olan Demokrat Parti ve Saadet Partisinin varlığı ise bu çeşitliliğin teminatı olarak görülüyor. Üstelik, AKP’den uzaklaşmış kararsız seçmenin, eski yol arkadaşlarını muhalefette görünce içlerinin bir güven duygusu ile kaplanacağı ve koşarak muhalefetin adayına oy vereceği hesap ediliyor. Bu matematik, her partinin Altılı Masa’ya eşit oy hakkıyla oturmasına ve seçim kazanıldıktan sonra da cumhurbaşkanı yardımcılığı görevinde bulunmalarına, hatta başkanın kararları üzerinde bir denetim yetkisine sahip olmalarına kadar uzanıyor.
Siyaset bilimciler, her biri yanlışlanmaya oldukça müsait bu varsayımları bildiride sorgulamıyorlar. Bunun yerine, Masa’daki karar alma mekanizmasını anlamaya çalışıyor ve önerilen kurumların anayasaya uygun şekilde nasıl işleyeceğini merak ediyorlar. Yani, yürütme erkinin etkin denetimi için siyasi tek anayasal kurum parlamento ise oy oranı düşük partilerin meclise nasıl milletvekili sokacakları önem kazanıyor. Zira bu partilerin oy oranı, milletvekili sandalyesi çıkarmaları için yeterli olamıyor. Bu durumda da Masa’daki büyük partilerin listesine yazılmaları gerekiyor. Bu durum ise güç ve bağımlılık kavramlarını ön plana çıkarıyor. Keohane ve Nye’ın devletler arası ilişkileri açıklarken kullandıkları asimetrik karşılıklı bağımlılık olgusunun bir güç enstrümanı olduğunu unutmamak gerekir. Eğer küçük partilerin siyasi hayatlarının devamı, onlara listelerinden milletvekilliği veren büyük partilere bağlıysa, bu partiler kendilerine verilen eşit oy hakkını kendilerine listede daha çok yer veren parti lehine kullanmaz mı? Yani Kemal Bey, adaylığına dört küçük partiye CHP listelerinden milletvekilliği vererek destek bulup muhalefetin ortak adayı olarak kendisini öne çıkartamaz mı? Küçük partilerin aldığı kararın bütün muhalefetin mi yoksa kendi partilerinin bencil çıkarının mı bir sonucu olduğunu anlamanın tek yolu ise bu soruyu sormaktır.
Bu soruya karşı Oğur hiddetleniyor ve Erdoğan karşısında sürekli olarak seçim kaybeden muhalefetin bu partilere ihtiyacı olduğunu belirtiyor. Üstelik bu partilerin hiçbiri İmamoğlu seçim kampanyasına katılmamışken, hatta iki tanesi o esnada hala kurulmamışken, Ekrem İmamoğlu’nun başarısının da bu tip bir hikayeye dayandığını iddia ediyor. Bunu delillendirmek için de İmamoğlu’nun Yasin okuduğunu, cuma namazına gittiğini söylüyor. Oğur’un çorba olmuş zihin dünyasında, kendi özel hayatında dini değerleri önemseyen bir siyasetçi olmak ile kendisini muhafazakar toplum kesimlerinin temsilcisi olarak gören siyasetçiler ile koalisyon kurmak arasında belli ki bir fark yok. Biz İmamoğlu başarısını, siyasetçinin özel kişiliğinin toplum ile yarattığı duygusal bağ çerçevesinde değerlendiriyoruz. Dolayısıyla, Yasin okuması veya cuma namazı kılması, onun siyasi olarak koalisyon kurma stratejisinin bir parçası değil, kendi kişiliğini topluma tanıtma ve kendisini sevdirme çabası. Yani biz İmamoğlu’ndan; muhafazakarları, Kürtleri, sekülerleri, LGBT bireyleri, Alevileri, Sünnileri teker teker sınıflandırıp hepsine konfor alanı sağlayacak bir boncuk siyaseti izlemedik. Bunun yerine, kendi siyasi enerjisini ve insani tarafını ortaya koyan bir siyasetçi gördük. Bahsi geçen bütün kimlikleri ortadan kesen bir durumdur bu. Yasin okuyan da şarap içen de insan olarak İmamoğlu’dur ve seçmenle duygusal bir bağ kurmayı amaçlar. Öte yandan Altılı Masa, muhafazakar ve sekülerleri olabildiğince insani taraflarından arındıran ve bu toplum kesimlerinin arasında aşılması mümkün olmayan engeller olduğunu iddia eden bir yaklaşıma dayanır. Öyle ki, bu engellerin aşılması için muhafazakar 3 partinin iktidarın ortağı olması gerekmektedir. Gerekmektedir ki muhafazakarlar gönül rahatlığıyla gelip oy verebilsinler. Bu iki model arasındaki ayrımı görememek ve bu iki modeli aynı şey zannetmek normal zeka ve gözlem yeteneğine sahip birisi için mümkün değildir.
Oğur bu partileri savunurken hepimizin gözleri önünde yaşanan tarihi eğip bükmekten de geri kalmıyor. Onun anlatısına göre Deva ve Gelecek partileri, gitmesinler diye önlerine yığılan dünya nimetlerini ellerinin tersiyle itmiş, büyük bir mücadele aşkıyla AKP saflarını terk ederek muhalefete geçmişlerdir. Neyse ki yaşananları hatırlıyoruz ve Türkiye’deki demokrasi mücadelesi başlamak için Gelecek ve Deva Partilerinin kurulmasını beklemedi. Davutoğlu’nun başbakanlıktan uzaklaştırılması ve Babacan’ın ekonomi modelinin terk edilmesi bu isimler için AKP kariyerlerinin sonu anlamına geliyordu. Buna rağmen partide kalmaya devam ettiler. 2017 referandumunda, şimdilerde bir çırpıda faşist ve beton kemalist diye yaftaladıkları insanlar OHAL şartları altında karşıt kampanya yaparken, her iki partinin liderlerinden bir ses çıkmadı. Her ikisi de başkanlık sistemi önerisinin meclise gelmesi için imza verdiler. Hatta Davutoğlu bizzat kampanyada rol alıp destek istedi. Referandumun ertesi günü ise halkın doğru karar verdiğini vurgulayan bir tweet attı. Bu partilerde yer alan bazı isimlerin 2018 seçimlerinde AKP’den adaylık başvurusu yaptıklarını ve reddedildiklerini hatta bazılarının yenilenen İstanbul seçimlerinde bile Binali Yıldırım için İmamoğlu’na karşı kampanya yürüttüğünü biliyoruz. Dolayısıyla, büyük bir idealist hikaye bu resimde yok.
Ne Babacan ne Davutoğlu, AKP’nin kirli çıkar çarkına girdi. Bu konuda rahatlıkla her iki liderin de dürüstlüğüne ve ahlakına vurgu yapabiliriz. Ancak AKP’deki kötü gidişi kendilerinin sistemden dışlanmasıyla açıkladıklarını ve bunun yapısal okumasını, eleştirisini yapmadıklarını da hatırlatalım. Şöyle bir totolojik durum var aslında. Babacan ve Davutoğlu sistemden dışlandı, çünkü AKP çirkin bir hale geldi. Ve AKP çirkin bir hale geldi çünkü Babacan ve Davutoğlu sistemden dışlandı. Her iki durumda da bir dışlanma halini kabul etmemiz gerekir, çünkü zaten AKP bu isimleri dışlamasaydı bu kadar çirkin bir hale gelmezdi veya gelmemiş olurdu.
Son olarak, Oğur’un çoğulculuk kavramını yanlış bildiğini iddia ederek yazımı bitireceğim. Oğur, küçük partilerin varlığını çoğulculuğun bir icabı olarak savunmamız gerektiğini, aksi takdirde çoğunlukçu bir yapıya evrilebileceğimizi söylüyor. Buna ilk itirazımı, Deva, Saadet ve Gelecek Partilerinin niçin üç farklı parti olarak temsil edildiğini söyleyerek yapacağım. Mesela Bülent Arınç da ayrılıp parti kursaydı ve diğer partilerle kadro veya program aşamasında anlaşamasaydı onun da Masa’da yeri olacak mıydı? Ya da, Demokrat Parti ile İYİ Parti’nin teker teker politikaları incelendiğinde birçok konuda benzer yaklaşımları olduğu görülüyor. Merkez sağ alanda siyaset yapma iddiasında olan diğer mikro partilerin neden Masa’da olmadıklarının bir açıklaması var mı?
İkinci ve esaslı itirazım ise Oğur’un çoğulculuğun kendini gösterme alanı olarak iktidarı kabul etmesi. Halbuki çoğulculuk, hükmetme sürecinden daha çok hükmedilenlerin temel hak ve özgürlükleri ile alakalı bir durumdur. Yani başkanlık sistemi ile yönetilen ABD’de yönetim tek bir kişi ile özdeşleşmiştir. Hatta parlamentoda iki ana parti vardır. Ancak ortada çoğulcu bir sosyal ve siyasal yaşam vardır. Kişiler; tercihleri, kimlikleri, görüşleri yüzünden bedel ödemezler ve mutluluklarının peşinden gitme hakkına anayasal olarak sahiptirler. Yani çoğulculuk, iktidarın kerameti kendinden menkul şekilde kurulan bir Masa’ya oturmuş siyasetçiler tarafından paylaşılmasından çok insanların türdeş olmayan bir toplumda, güvenli ve özgür şekilde yaşayabilmesidir. Siyasal alanda ise siyasi partilerin faaliyette bulunma özgürlükleri, medya özgürlüğü, ifade hürriyeti, toplanma hürriyeti gibi kavramlarla özdeşleşir.
Oğur’un işaret etmek istediği kavram Arendt Ljiphart’ın “consociational democracy” (oydaşmacı demokrasi) kavramıdır. Ljiphart, özellikle ideolojik, etnik veya mezhepsel olarak bölünmüş toplumlarda bir arada yaşamanın formülü olarak bu modeli geliştirmiş ve kimlik gruplarına aldıkları oydan bağımsız olarak verilecek temsilci kotalarından bahsetmiştir. Mesela, Irak Kürt Bölgesi parlamentosunda Türkmen vekillere ayrılan kota gibi. Bu kota sayesinde Türkmenler her halükarda 5 vekile sahiptir ve bunu kaç oy karşılığında aldıklarının bir önemi yoktur. Şimdi Oğur, Ljiphart’ın bölünmüş toplumların silahlı iç savaşlara sürüklenmemesi için tasarladığı modeli alıyor ve muhalefete uyarlıyor. Muhafazakarları; tehdit altında, radikalleşmeye müsait ve sekülerler ile silahlı çatışmanın arefesinde bir topluluk olarak resmetmek aslında bu. İktidara eklemlenmeyi çoğulculuk ile açıklıyorsanız, kota vermeyi düşündüğünüz kimlik grubunu veya ideolojik grubu bu şekilde tanımlıyorsunuz demektir.
Yazıyı bitirmek istiyorum. Oğur’un akademisyenleri otel lobilerinde oturan delegelere benzettiği kısım hakkaten tebessüm ettirdi. Ancak bu insanların, soyutlama yapıldığında, parti profesyonelleri olduğu ve parti kariyerleri için emek, zaman ve para harcayan rasyonel bireyler olduğunu unutmaması lazım. Yarın savunmasını yaptığı partiler CHP’nin kapısına gidip milletvekili istedikleri zaman karşılarında siyaset bilimciler değil bu delegeler olacak. Ve onlara bizler kadar kibar cevap vereceklerini de hiç sanmıyorum.
Fotoğraf: Matt Walsh