9 Mayıs 1950’de Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman Fransa ile Batı Almanya’nın kömür ve çelik sanayilerini tek çatı altında birleştirmeyi öneren bir deklarasyon yayınladı. Bu sektörel işbirliği adımı Avrupa Birliği’nin temelini attı. Bu yüzden 9 Mayıs Avrupa Günü olarak kutlanıyor.
Bu vesileyle bazen imrendiğimiz, bazen kızdığımız; hem ciddi bağlarımız bulunan hem halimizin sürüncemede olduğu; özetle ne onunla ne onsuz yapamadığımız Avrupa Birliği’ni konuşalım. Tehditleri, fırsatları ve atılabilecek adımları ele alalım.
I.
15 Eylül 1961. Marmara Denizi’nin ortasında bir hücumbottayız. Teknede elleri kelepçeli yirmi kişi var. Bu kişiler, 27 Mayıs sonrası kurulan ve hukuk tarihimize bir utanç olarak geçen Yassıada Mahkemesi’nin idama mahkûm ettiği Demokrat Partililer.
İstiklal Harbi Kahramanı, devrik Cumhurbaşkanı Celal Bayar yanındaki kişiye sorar: “Fatin Bey, bize şu Ortak Pazar’ı anlat.”
Fatin Bey, yani Fatin Rüştü Zorlu, idam mahkûmu değilmiş gibi anlatmaya başlar. Avrupa Ekonomik Topluluğu 1957’de kurulmuştur. Bundan sadece iki sene sonra, 1959’da da Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu’na başvurmuştur.
Devrik Dışişleri Bakanı bu konuşmanın ertesi günü katledildi. Ama Türkiye’nin Avrupa yolculuğu hâlâ sürüyor.
II.
Bu yolculuk hayli zorlu oldu, oluyor.
1987’de tam üyelik başvurusu yaptığımızda henüz komünist blokta olan Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan gibi ülkeler üyelikte yirminci yıllarını dolduruyorlar.
1996’da Gümrük Birliği’ne girdiğimizde yepyeni icatlar olan cep telefonu ve internet bugün hayatımızın doğal birer parçası.
1999’da aday ülke ilan edildiğimiz gün doğan bebekler üniversiteyi bitirdiler.
2005’te tam üyelik müzakerelerine birlikte başladığımız Hırvatistan on bir yıldır tam üye, avro kullanıyor ve Schengen serbest dolaşım bölgesine katıldı.
Büyük bir heyecanla başlayan ve ciddi adımlar katedilen bizim sürecimiz ise 2016’dan beri fiilen dondu. İlişkilerin tek konusu düzensiz göçmenler haline geldi.
İşe böyle bakınca hepimizin içine bir yılgınlık çöküyor. İnsanın “aman boş verelim” diyesi geliyor.
Ama bu doğru bir yaklaşım değil.
Kalkınmamız için doğru değil.
Hukuk ve demokrasimiz için doğru değil.
Ülkemizin büyük potansiyelini hayata geçirmemiz için doğru değil.
Üstelik, “aman boş verelim” demek Avrupa için de doğru değil.
III.
Kalkınma ile başlayalım.
Öncelikle, 200 milyar doları aşan bir hacim ile Avrupa Birliği en büyük ticaret partnerimiz. Oraya 100 milyar doların üzerinde ihracat yapıyoruz. Yüzde 40 pay ile en büyük ihracat pazarımız. Onlardan da neredeyse o kadar mal alıyoruz. Yani, ticaretimiz tam dengede.
Halbuki ülkemizin diğer ülkelere ciddi bir dış ticaret açığı var: Geçen yıl 70 birim ihracata karşılık 100 birim ithalat yaptık. Dile kolay, 100 milyar doların üzerinde açık verdik. Dış ticaret açığımızın yüzde 70’i ise iki ülkeye: Çin ve Rusya!
Döviz kazandığımız bir diğer alan turizm. Orada da tablo benzer. Geçen yıl 19 milyon Avrupalı turist ağırladık. Toplamdaki pay ihracatın aynısı, yüzde 40 mertebesinde.
Üstelik, Avrupa Birliği en büyük dış yatırımcımız. Son yirmi yılda ülkemize doğrudan yatırım olarak gelen, yani iş ve aş yaratmaya kalıcı olarak gelen paranın yüzde 60’ı Avrupa Birliği ülkelerinden. Sadece 2023 yılında 10,6 milyar dolardan bahsediyoruz.
Yanı başımızda 750 milyon nüfusu (AB nüfusu 450 milyon), 19 trilyon dolar milli geliri ile dünyanın en büyük üçüncü nüfusuna, en büyük ikinci ekonomisine sahip bir dev var.
Kalkınma meselemizi kalıcı olarak çözmek için bundan yararlanmak zorundayız.
IV.
Hukuk ve demokrasi ile devam edelim.
Ülkemizde en üst kalitede hukuk ve demokrasiyi Avrupa istiyor diye değil, vatandaşlarımız buna layık olduğu için istiyorum. Brüksel öyle dedi, Strasburg böyle dedi diye değil; Anadolu öyle dedi, Trakya böyle dedi diye istiyorum.
Sayın Cumhurbaşkanı hâlâ aynı fikirde mi bilmiyorum, ancak kendisinin yıllar önce söylediği “Gerekirse Kopenhag Kriterlerinin adını Ankara Kriterleri yapar, yolumuza devam ederiz.” sözüne yürekten katılıyorum.
Zaten Türkiye Avrupa Konseyi’nin kurucu üyeleri arasında sayılıyor. 1987’de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin denetim sürecine bireysel başvuru hakkını, 1990’da ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin zorunlu yargı yetkisini kabul ettik.
Bununla birlikte gerek düzensiz göç, gerek Gazze’deki zulüm vesilesiyle gördük ki kendisini insanlık ideallerinin merkezi olarak gören Avrupa, iş zora girdiğinde samimiyet testinden geçemedi.
Ancak, eğri oturalım doğru konuşalım. Avrupa Birliği sürecimizin zayıflamasıyla hak ve hürriyet karnemizin kötüleşmesinin aynı zaman diliminde gerçekleştiğini de unutmayalım. Demek ki bu süreç bizim için önemli bir çıpa.
V.
En önemlisi ülkemizin büyük potansiyeli.
Avrupa’nın en büyük yüzölçümüne, en büyük nüfusuna ve en büyük şehrine sahibiz.
35 yaşın altındaki nüfusumuz İspanya’nın toplam nüfusu kadar!
Sadece üniversite öğrencisi sayımız Bulgaristan’ın toplam nüfusu kadar!
Batı Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımızın sayısı, yani diasporamızın büyüklüğü, Danimarka’nın toplam nüfusundan fazla!
İstanbul’un ekonomisi Yunanistan’ın toplam ekonomisinden büyük!
Ancak kişi başı milli gelirimiz hâlâ Avrupa Birliği ortalamasının dörtte biri. Bu büyük potansiyeli kullanırsak ciddi bir hamleyi başarabiliriz.
VI.
Peki, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri bizim için önemli de onlar için değil mi?
İki hafta önce Berlin ve Brüksel’deki muhataplarımın yüzüne çok net şekilde söylediğim gibi, bir o kadar önemli! Zira dünyanın yaşadığı üç büyük dönüşüm ciddi tehditler ve fırsatlar getiriyor. Bu alanlarda Türkiye Avrupa Birliği için çok önemli bir kazanım.
Birincisi, dijital dönüşüm. Amerika Birleşik Devletleri ve Çin artık tüm diğer ülkelerin çok önündeler. Avrupa regülasyonlar vasıtasıyla kendine bir rekabet avantajı yaratmaya çalışıyor. Bu ne kadar sürdürülebilir, şüpheli. Türkiye’nin dinamik girişimcileri bu konuda önemli bir kaynak olabilir.
İkincisi, yeşil dönüşüm. Türkiye hem güneş hem de rüzgâr enerjisi kapasitesinde çok avantajlı bir konumda. Üstelik, uzak coğrafyalardan alınan ürünler, karbon salınımı sebebiyle daha “pahalı” hale geliyor. Avrupa’nın hemen yanında bulunan ve çok ciddi bir sanayi kapasitesi olan Türkiye daha da önemli bir üretim üssü olabilir.
Üçüncüsü, jeopolitik gerginlikler ve sıkıntılar. Eskiden sorunsuz işleyeceği sanılan tedarik zincirlerinin kırılganlığını artık hepimiz anladık. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri ile Çin arasında başlayan teknolojik soğuk savaş İtalya’daki araba satışlarını; Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan sıcak savaş Almanya’daki hanelerin ısınmasını; Süveyş Kanalı’nda yaşanan tıkanmalar Fransa’ya Çin’den gelen ürünlerin teslimatını etkiledi. Bunun neticesinde, tedariği çeşitlendirme, yakın ülkelerden satın alma (near-shoring) ve dost ülkelerden satın alma (friend-shoring) eğilimleri artıyor. Giderek daha “korumacı” hale gelen Avrupa ticari bloğu için Türkiye’nin önemi artıyor.
VII.
Peki, ne yapalım?
Kıbrıs gibi yıllardır çözülemeyen meseleler, Avrupa Birliği’nin büyüme kapasitesi, bazı karşılıklı inatlaşmalar ve duygusal yorgunluklar derken herhangi bir adım atmak mümkün mü?
Üç konu öneriyorum. Çok çetrefilli olmayan, hisleri kabartmayan, iki tarafın da menfaatine olan üç adım. Üç güven artırıcı tedbir.
Bunlardan birincisi, Gümrük Birliği modernizasyonu. Konuşmamın başında da bahsettim. 1996’da Gümrük Birliği’ne girdiğimizde cep telefonu ve internet yepyeni icatlardı. İhracat demek sanayi demekti. Bugün dijital ürün ve hizmetlerin ekonomideki rolü artıyor. Mikro-ihracatçı girişimcilerimiz ve freelance iş yapan vatandaşlarımız için tek dijital pazarda yer almak, fabrikalarımızın buzdolabı ya da otomobil ihraç edebilmesi kadar önemli. Ticareti engelleyici konuların ortadan kaldırılması ve günümüze uygun bir gümrük birliği hepimizin menfaatine.
İkincisi, vize süreçlerinin kolaylaştırılması ve vize serbestisi. Vize kuyrukları ve vize sürecindeki ters muameleler doğrusu hepimizin kanına dokunuyor. İşin garip kısmı, bu durum Türkiye’de Avrupa’ya en yakın insanları cezalandırıyor ve Avrupa Birliği’ne ciddi bir antipati yaratıyor. Elbette ki ticarete ve yatırıma takoz koyuyor, kültürel ve akademik ilişkileri frenliyor.
Oysa Avrupa Birliği Arnavutluk, Sırbistan ve Gürcistan’dan yıllardır vize istemiyor. Geçen hafta öğrendik ki Avrupa Birliği; Suudi Arabistan, Umman ve Bahreyn vatandaşlarına yönelik vize kurallarını yumuşatıyor. Bu ülkelerden yapılan başvurularda bizim vatandaşlarımız için adeta hayal olan beş yıllık ve çoklu girişli vize verilmesi öngörülüyor. İşe olumlu tarafından bakarsak, isteyince adım atılabiliyor. Örneğin, Yunanistan bazı Ege adalarına vizesiz seyahat imkânı sağlıyor. Hatta Başbakan Miçotakis, Ayvalık’tan gelen bir turist gemisini karşılıyor. Vize işini çözmek hepimizin menfaatine.
Üçüncüsü, her kademede diyaloğun artırılması. Yüksek Düzeyli Diyalog toplantılarından sivil toplum kuruluşlarının ziyaretlerine, Erasmus’tan Eurovision’a kadar her adım, hepimizin menfaatine.
Bu üç konuda atılacak adımlar hem değer yaratacak hem de yeni adımların kapısını aralayacak. Unutmayalım, II. Dünya Savaşı’ndan sadece beş sene sonra, bir 9 Mayıs günü, Schuman Deklarasyonu ile doğan Avrupa Birliği, siyasi ya da mali bir federasyon olarak değil, çelik ve kömür alanında bir işbirliği olarak yola çıkmıştı.
VIII.
Vatandaşlarımızın refah seviyesinde de, hukuk ve demokraside de, fırsatlara erişimde de en iyiyi hak ettiğine inanıyorum. Elbette bunu Avrupalının keyfi olsun diye değil, kendi vatandaşımızın hayat kalitesi artsın diye istiyorum.
Bu çerçevede, Avrupa Birliği ile ilişkilerimizi rasyonel bir şekilde sürdürmenin bu hedefe erişmemizi kolaylaştıracağını düşünüyorum.
Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal bundan 37 yıl önce Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üyelik başvurusunu yaparken “uzun ince bir yola çıkıyoruz” demişti. Nitekim ondan önce ve ondan sonra gelen pek çok hükümet de benzer düşüncelerle, bu yolda yürüdü.
9 Mayıs Avrupa Günü vesilesiyle, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin, karşılıklı saygı ve menfaati gözeterek tekrar ilerlemeye başlamasını diliyorum.