[voiserPlayer]
“İnşaat Ya Resulullah” Tanıl Bora’nın editörlüğünde İletişim Yayınları’ndan çıkan bir derleme kitabın başlığıydı. Şöyle diyordu tanıtım yazısında: “Şefaat ya resullulah niyazından uyarlandığını herkesin anlayacağı bu slogan, İslâmcı menşeli liberal-muhafazakâr siyaset pratiğinin bir hicviyesidir. İnşaat sektörü, AKP iktidarının ekonomi-politiğini çözümlemek için kilit bir alan. Onun politik mitolojisini anlamak için de öyle…”
Gerçekten de böyleydi. AK Parti yıllarında devasa binalar yükselirken, iktidar partisi aynı zamanda buradan hareketle büyük bir rantiye düzenine yol veriyordu. Bu rantiye makinesinin en basit tanımı şöyle yapılabilir: Bir yandan kamu arazilerini müteahhitlere peşkeş çekerken, diğer yandan toprağın bitmeyen bir kaynak olmamasından dolayı “kentsel dönüşüm” kisvesiyle lüks semtleri ya da lüks semtlere yakın bölgeleri de yine aynı müteahhitlerin gözü dönmüş kâr hırsına hizmet eder hâle getirmek. Alınan her ihaleden, peşkeş çekilen kamu arazileri üzerinde yükselen her projeden de kendilerine yakın vakıf ya da derneklere belli bir miktarda bağış yapma zorunluluğu getirerek, zenginleştirdikleri bir avuç insana karşı yoksullaşan koca bir halk kitlesini “sosyal yardım” adı altında bu vakıf ve derneklere fonlatmak.
Bu politikanın mantığı aslında çok basit: yarattıkları bir avuç türedi zenginle, yoksullaştıkları koca bir halk kitlesi arasında, başka bir ifadeyle toplumun en zenginleriyle en yoksulları arasında bir çıkar birlikteliği yaratarak sandık başarısını sürdürülebilir kılmak. Bu, iktidarın iktidarını sürdürme stratejisinin ekonomi-politiğini, yani altyapısını oluştururken; bunu destekleyecek üstyapı kurumlarına, yani alternatif bir hegemonya ve gerçekliğe de ihtiyaç vardı elbette. Bu hegemonya da iktidarın belli gruplardan gelen entelektüellerle yaptığı ittifaklar ve basın-yayın organlarının ele geçirilmesiyle sağlandı.
Sonuçta beton yığınlarının başlı başına bir kalkınma ve büyümeyi temsil ettiğini iddia eden ve bu yandaş yanlısı “kalkınma ve büyümeyi” halk lehine evirmeye çalışan herkesi “Büyük Türkiye’ye düşman” olarak karikatürize eden bir hegemonyayla karşı karşıya kaldık. İşte bu depremde yurttaşlarımızla beraber bu beton fetişisti yaklaşım da enkaz altında kaldı. İktidarın bütün bu telaşı da bu yüzden. Peki, iktidar utangaç bir yaklaşımla susup köşesine mi çekilecek? Asla!
Nitekim iktidarın birkaç günlük şok hâlinden sonra yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali sebep olduğu bu yıkım ve koordinasyonsuzluğu eleştirenlere karşı nasıl saldırgan bir dil kullandığına hep beraber şahit olduk. Tam da bu nokta, yani iktidarın kullandığı dil ve söylem, iktidarın seçim stratejisin ne olacağının ipuçlarını veriyor. İlk olarak Erdoğan’ın şehirleri inşa etmek için istediği müsaadeyi değerlendirmek gerekir. Bütün bir siyasi hikayesini “icraatçılık” üzerinden kuran ve “icraatı” her türlü yasa ve mevzuata üstün gören bir siyasetçinin bu beklentiyi yaratması boşuna değil muhakkak. Yukarıda anlattığım iktidarın çalışma mantığı içinde önce insanları yoksullaştırıp kendisine muhtaç eden, yani inorganik bir muhtaçlık ilişkisi kuran bu iktidar makinesi, insanların neredeyse her şeylerini kaybettikleri, yani gerçekten muhtaç oldukları bu organik süreçte bu beklentiyi kısa sürede karşılamayı vadediyor. Yani iktidar, 1 yıl içinde insanların en temel ihtiyaçlarından olan barınmayı onlara geri vermeyi vadediyor. Bu yolla bir yandan depremin yıkımından mustarip olmuş vatandaşları etkilemeye çalışırken, diğer yandan da bütün beceriksizliğine rağmen “toplumun sorunlarını kısa sürede çözmeye muktedir tek aktör” imajını tüm seçmene iletmeye çalışıyor. Yani, her sıkıştığında yaptığı gibi “İnşaat ya Resulullah” diyor.
Muhalefetin bu konuda ezber bozmasında fayda var. Muhalefet bu doğrultuda bir yandan şehirler yeniden inşa edilene kadar insanların insan onuruna yaraşır şartlardaki barınma sorunlarının nasıl giderileceğini açıklarken, diğer yandan da bu hızla yapılacak bir inşa sürecinin halk için değil, rant için yapıldığını ifade etmelidir. Ayrıca muhalefet, yine bu hızla yapılacak bir inşa sürecinin aynı-benzer sonuçları doğuracağını, bölgenin deprem kuşağında ve risk altında olduğunu ve dolayısıyla insanların hayatını, evladını, anne ve babasını kaybetmemesi için düzgün bir yapılaşmaya ihtiyaç olduğunu sürekli olarak vurgulamalıdır. Yani muhalefet, iktidarın ihtiyaç duyduğu organik muhtaçlık sürecini bir an önce gidererek, insanların uzun vadeli çıkarları yerine kısa vadeli çıkarlarını tercih ettikleri bir konjonktürün oluşmasının önüne geçmekle mükellef. Bu manada İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin “Bir Yuva Bir Kira” projesi son derece anlamlıydı.
Diğer yandan iktidar, sürekli olarak afetin büyüklüğünü vurgulayarak özellikle ilk üç gün gösterdiği zafiyeti unutturma kaygısında. Bunu sıklıkla da inanç ve kaderle soslamaya çalışıyor. Son olarak Soylu şöyle bir açıklama yaptı:
“Elbette ki hüzünlüyüz. Hatıralarımız, şehirlerimiz, evlerimiz yıkıldı. Sevdiklerimizi kaybettik. Ama biz müslümanız. İnsanın hayatını, takdir edildiği andan bir saniye ileri getirebilme kabiliyeti hiç kimsede yoktur.”
Soylu, sorumluluğu iktidarın üzerinden atmak için “dünyevi” söylemler üretmeyi de ihmal etmedi elbette:
“Bu, yer kürenin en büyük depremlerinden birisidir, asrın değil. Asrın ifadesi bunu karşılamaz. Yer kürenin en büyük depremlerinden. Bunu biz söylemiyoruz, bunu Birleşmiş Milletler’den, dünyanın en gelişmiş ülkelerindeki yabancı uzmanlar dahil herkes söylüyor.”
“Dünyada hiçbir ülke, üst üste yaşanan 5 yıkıcı depremin altından kalkabilecek kabiliyette değildir.”
“Eğer Türkiye çok uzun zamandır bu hazırlıkları yapmamış olsaydı büyük bir kaos ile karşı karşıya kalırdı.”
İşte bu noktada muhalefet, depremin bir kader, ancak binaların yıkılması ve insanların ölmesinin bir kader olmadığını dünyadan örneklerle vurgulamalı. Büyük devlet olmanın çok bağıran devlet olmak değil, vatandaşı bu ve hatta Japonya’da olduğu gibi çok daha şiddetli depremlerde hayatta kalan, kriz anlarında vatandaşına yardım götürme kabiliyeti olan devlet olduğu söylemi sabitleştirilerek sürekli tekrarlanmalı. Bu doğrultuda, “Biz, milletimizin evinin başına çökmeyeceği, insan onuruna yaraşır bir barınma hakkını savunuyoruz. Bunun aksini kimse bize kader diye anlatmasın. Allah bize akıl vermiş. Bu kaderi değiştirecek araçlar vermiş. Allah’ın gücüne gider” gibi bir söylem, iktidarın bütün bir hikayesine cevap verecek ve onun “yeniden inşa” söylemini “yeniden ve insan onuruyla barışık inşa” ile ikame edebilecek bir söylem olabilir.
Fotoğraf: Ben Allan