[voiserPlayer]
Nevşin Mengü tanıştırılmaya ihtiyaç olmayan, Türkiye’de herkesin tanıdığı bir gazeteci. Yıllarca anaakım medya kanallarında çalıştıktan sonra gazetecilik yolculuğuna bir süredir sosyal medya ve internet üzerinden devam ediyor. Arın Demir, bu röportajında Nevşin Mengü’yle Türkiye’de medyanın geldiği durumu ve bu duruma nasıl geldiğini konuştu.
Yakın geçmişe kadar farklı geleneksel medya mecralarının kendi yayın ilke ve kültürlerine bağlı bir şekilde haberleri yorumlama veya yayınlanma çeşitliliği, tarzları bulunurdu. Geleneksel medyadaki çeşitliliğin azaltılmasındaki süreç nasıl işledi?
Medyanın bu hale getirilmesi çok planlı ve programlı bir süreç kapsamında gerçekleştirildi. Türkiye medyası için özellikle Gezi Parkı çok keskin bir dönemeç oldu, devamında iktidarın dünyaya bakış açısı değişti. Gezi öncesinde Ak Parti iktidarına baktığımızda biraz daha dünyaya entegre olmaya çalışan ve ılımlı İslam modeliyle Batı ile uyumlanmaya çalışan bir görünümü vardı. Gezi ile beraber Recep Tayyip Erdoğan uyumlanmaya çalıştığı Batı medeniyetinin kendisine karşı olduğu hissiyatına kapıldı. Bu hissiyat ile politikalarını üretip, şekillendirmeye başladı. Bunun yansıması medya sektörüne çok sert oldu. Gezi döneminde ben CNN Türk’te çalışıyordum. Gösterilerin en şiddetlendiği 31 Mayıs akşamı penguen belgeseli gösterildiği için CNN Türk bir hayli eleştirildi. Onun dışında her saat başı meydanlara bağlanıp, yayın yapıyorduk. CNN Türk Taksim’den haber yaptığı için diğer haber bültenleri de Gezi Parkı haberleri yaptılar. Kısa bir süre sonra Ak Parti, CNN Türk’e çıkmama kararı alarak ambargo uygulamaya başladı ve medya ambargo kültürü ile tanıştı. Gezi ile beraber çok net biçimde görüldü ki, iktidar mensupları bazı televizyon kanallarına çıkarken bazılarını yok sayma stratejisine geçtiler.
Daha sonradan farklı bir strateji uygulanmaya başlandı. Normalde tartışma programlarının formatları gereği, gündemdeki konular iktidar ve muhalefet partilerinin yetkilileri ile tartışılırdı. İktidar milletvekilleri bir parti stratejisi olarak kesinlikle muhalefet milletvekilleriyle aynı ekranda olmama kararını aldılar. İktidar partisi, tartışma programlarına doğrudan kendi yetkililerini göndermek yerine kendilerine yakın avukat, kanaat önderi gibi temsilcilerini yollamaya başladılar. Zamanla bu alan da daraldı. İktidarın hoşuna gitmeyen isimlerin çıktığı televizyon kanallarına reklam verilmemesine ilişkin reklam veren şirketlere uyarılar yapıldı. Benzer uyarılar gazetelere de iletildi. En sonunda pek çok yayıncı kuruluş kendilerine dayatılan maddi baskılara dayanamadılar. Günün sonunda yayıncı kuruluşlar da aldıkları reklamlarla geçinmekteydiler. Televizyon haberciliği, gazete haberciliğinden daha pahalıdır. Gazeteler genellikle iş adamlarının diğer yaptığı işlerle yayıncılık hayatlarını sürdürürler. İktidarın medyada yatırımı olan iş adamlarının diğer işlerini sınırlandırmaya veya engellemeye başladıkları noktada medya patronları ellerindeki televizyon ve gazeteleri satmaya başladılar. Bugün medya düzenin geldiği noktanın kısa özeti budur. Tüm yapılanlar planlı ve programlı bir stratejinin parçasıydı.
Habercilikte yayıncılık kültürünün aynılaşmasının kamuoyundaki tartışma kültürüne yansımasını nasıl yorumluyorsunuz?
Kamuoyunda herhangi bir tartışma ekseni yok. Şu anda çok karikatürize bir durumla karşı karşıyayız. Siyasetçiler kendi aldıkları kararları tartışmıyorlar, onlar yerine başkaları tartışıyor. Hükümet yanlısı veya muhalif olduğu düşünülen gazeteci, avukat alakasız insanlar bir araya gelip kendi çıkartmadıkları yasaları tartışıyorlar. Yasayı bizzat çıkaranlar tartışmıyor, alakasız insanlar tartışıyor. ABD’de bir radyo sunucusu Alex Jones örneği vardır. Yaptığı yayınlarla popülist retoriğin alevlenmesine, komplo teorilerinin yaygınlaşmasına katkı sağlamaktaydı. Sonradan aşırılaşması nedeniyle çalıştığı yayın kuruluşundan kovuldu. Jones, yayınlarında yarı insan kertenkelelerin dünyayı yönettiği veya Pizza Gate adıyla yayılan, demokratların bir pizza dükkanında çocuk ticareti yaptığı gibi saçma sapan komplo teorilerini ortaya atmaktaydı. Bu adam sonradan Youtube’da kanal açtı ve inanılmaz bir izleyici kitlesine ulaştı. Türkiye’de de tartışmaları Alex Jones’lar yapıyor. Ana akım dediğimiz kanallarda sadece Alex Jones’lar var. Bundan dolayı programda rasyonel hiçbir argüman geliştirilmiyor. Zaman zaman aklı başında isimleri çağırdıklarında da tartışmalarda garip durumlar ortaya çıkıyor. Geçenlerde Habertürk’te Aydın Sezer düşmüş böyle bir ortama. Tabii rasyonel bir şeyi savunmak mümkün değil çünkü, karşınızdaki herkes delice şeyler söylüyor. Beş kişi oturmuş birbirlerine irrasyonel, deli deli şeyler anlatıyorlar. Sonra altıncı kişi bilimsel temellerle meseleleri izah etmeye çalışınca program gitmiyor. Türkiye’de komplo teorilerinin konuşulduğu, üretildiği yer; medeni dünyalardaki örneklerinin aksine sosyal medya değil, tam tersine ana akım medyada konumlanan televizyon kanallarıdır.
Kamu ve kamu iştiraki şirketlerin, bazı medya kuruluşlarına reklamlar üzerinden sağladığı destekler hakkında düşünceleriniz nelerdir? Medya düzenine etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Alınan reklamlar medya düzenini doğrudan etkiliyor. Bugün bir televizyon kanalının sadece Digitürk’te yer alması için milyonlarca lira harcamanız gerekiyor. Sadece yayını sürdürmek için bile stüdyo altyapısını kurmak çok maliyetli yatırımlar. Televizyon haberciliği çok pahalı bir iştir. Normalde uluslararası düzeyde haber yapmak 50 bin dolardan başlamaktadır. Geçtiğimiz haftalarda tüm dünya Beyrut’ta yaşanan patlamayla sarsıldı. Bu olayı gerçekten araştırıp, soruşturmak, arkasında kim olduğunu anlayıp haberleştirmek için aslında ciddi paralar harcamanız gerekiyor. Bir kere Lübnan’a gideceksiniz. Kameraman ve muhabirin kalacak güvenli yerleri ayarlanacak. Bilgiye ulaşmak adına birtakım insanlara ödemeler yapmak zorunda kalacaksınız. Oranın toplumunu, kültürünü anlayacaksınız ve haberi bu şekilde çıkartacaksınız. Televizyon haberciliği gerçekte çok pahalı bir şeydir. Türkiye’deki çarpık kapitalizm nedeniyle televizyonların reklamlara dayanan bütçesinin geldiği yer ile televizyon haberciliğinin geldiği nokta ortadadır. Türkiye’deki tüm özel şirketler bir şekilde devletle iş yapıyorlar. Bu nedenle devletin hoşuna gitmeyecek bir haberi finanse edebilecek burjuva sınıfı yok. Bu düzen içerisinde kimse hükümeti kızdırmak istememekle beraber kamu iştiraklerinden alınan reklamlar epey önem kazanıyor. Televizyonların kendilerini döndürmesi, geçinmesi alanında bu iştiraklerin reklamları iktidarın hoşuna giden kanallara veriliyor.
Bugün geleneksel medyadaki tartışma programlarında teknik bilgi gerektiren konularda dahi hep benzer profil ve bilgi birikimine sahip konukların davet edildiğini gözlemliyoruz. Medya kanallarında konuk seçimleri nasıl ve ne şekilde yapılıyor?
Sürekli güncellenen bir liste var. Ben CNN Türk’de çalışırken de böyleydi. O listeyi kim neye, nelere göre seçiyor bilemiyorum çünkü ben yönetici pozisyonda hiç olmadım. Siz bir konuk yayına çağıracağınız zaman yönetime soruyorsunuz. Yönetim cevap olarak biz artık x veya y’yi çağırmıyoruz, listeden şunu çağıralım diyorlar. Bu nedenle dönüyor dolaşılıyor tüm medya altı kişiye kalıyor. Onun için bugün her akşam aynı kişiler farklı kanallardalar.
Kamu çıkarını nasıl tanımlıyorsunuz? Geleneksel medyadaki konuk seçimlerinin, kamu yararına yayıncılık ilkeleriyle ne derece uyuştuğunu düşünüyorsunuz?
Ülkemizde kamuoyu yararı ve devlet yararı ya da kamu menfaati, devlet menfaati birbirine karıştırılan kavramlardır. Kamu yararı her zaman devletin yararına olmayabilir. Kamunun menfaati her zaman devlet menfaati ile uyuşmaz. Hatta çoğu zaman uyuşmaz. Bir de şimdi hükümet ve devlet de karıştı. Devletin çıkarı ile Ak Parti’nin çıkarı aynıymış, eşitmiş gibi bir algı, değişim var. Fakat, bunların hepsi birbirinden farklı olabilir. İktidar partisi sadece iktidarda kalma iç güdüsüyle hareket eder. Bunun için de elinden gelen her şeyi yapar. AK Parti’nin çıkarı, Ak Parti’nin bekası, devletin bekası demek değildir. Ak Parti sadece iktidarda kalmak istiyor. Dolayısıyla, siyasi partiler tarafından üretilen söylemler, devlet için iyi olana ilişkin sadece görüş belirtmedir. Bu da halk için iyi olan demek anlamına gelmeyebilir. Gelelim bu tartışmalarda medyanın konumuna. Medyanın burada tek yükümlülüğü bulunmaktadır. Medya sadece aracıdır. Medya her ne olduysa bunu olduğu gibi ortaya koymalıdır. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı bir müjde açıklayacağına dair bir duyuru yaptı. Medyanın görevi, Cumhurbaşkanı tarafından yapılan açıklamayı olduğu gibi aktarıp, devamında alanında uzman kişilerden bu açıklamalara ilişkin görüşleri alarak tartışma noktalarını belirlemektir. Ardından tüm vatandaşlar meselenin ne olduğuna zaten kendileri karar verirler. Bu kadar basit. Üstüne yeniden teoriler yazıp, Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Haber yapmak sadece ‘‘En süper gaz bizim gaz.’’ diyen uzmanla konuşmak demek değildir. Habercilik bugün buna dönüşmüş durumdadır. Peki bu kamu yararına mıdır? Hayır, değildir çünkü kamuoyunu tek taraflı görüşlerle kandırmış oluyorsunuz. Buradaki yarar Ak Parti tarafınadır. Ak Parti, kendisi için bir başarı hikayesi yazıp, bir dönem daha iktidarını garanti altına almak istiyor. Karadeniz’de yapılan keşif önemlidir ama bunu habercilik olarak bu şekilde sunmak doğru değildir. Yapılan habercilikten çok Ak Parti’nin kendi politik stratejisidir. Ak Parti sözcüsü böyle cümleler kurabilir, bunda bir sakınca yoktur ama gazetecinin yapması gereken kamuoyundaki farklı görüşleri bir araya getirerek en doğru haber aktarımını ortaya çıkartmaktır. Kamuoyunun yararına olan işte budur.
Bir vatandaş olarak araştırma ve sorgulamaya dayalı hakikati arayan bilimsel habercilik ile halka ilişkiler stratejisi içeren haber ve içerikleri nasıl birbirinden ayırabiliriz?
Biliyor musunuz artık ben ne düşünmeye başladım. Demokrasi vatandaşlara aslında çok iş yükleyen bir rejim. Otokrasiler veya rekabetçi otoriter rejimlerde halkın çok bir şey yapmasına gerek yok. Halk birisini seçiyor sonra “Birader beni rahatsız artık etmeyin” diyor. “Dış politikada veya iç politikada ne yaparsınız yapın beni işin içine karıştırmadan çözün” diyor. Otoriter sistemlerde devlet yönetimi vatandaşların devlet yöneticilerine sınırsız vekalet vermesiyle yürütülüyor. Demokrasilerde ise vatandaşın üzerinde iktidarı denetleme görevi var. Demokrasinin kendi içinde vatandaşı denetim mekanizması ilan eden bir pozisyonu var ve zaten bu nedenle demokrasi çok güzel bir rejim. Bir açıdan da böyle düşünce, demokrasi gerçekten lüks ve zahmetli bir rejimdir. Onun için demokrasi vatandaşa bilme, haberdar olma yükümlülüğünü veriyor. Dünyada popülizmin zemin kazandığı, demokratik rejimler demokrasinin bu zorluğuyla karşı karşıya kaldılar. Buna karşı öyle veya böyle vatandaş bu yükümlülükleri demokrasi adına yerine getirmek zorundadır. Vatandaşlar yükümlülüklerini yerine getirmedikleri zamanlarda demokrasiler de işlemiyor.
Önemli bir haber veya projenin halka ilişkiler motivasyonlarıyla araçsallaştırılması, kamu çıkarına ilişkin ne gibi riskleri barındırmaktadır?
Normalde RTÜK gibi kuruluşların haberlerin, reklam amacıyla verilmesini dengeliyor olması lazım. Örnek olarak İrlanda’da bizim RTÜK kuruluşunun karşılığı bir kurum var. Buranın üyeleri bizdeki gibi siyaseten seçilen insanlardan değil, gazetecilerden oluşuyor. 2018 senesinde İrlanda’da bir kürtaj referandumu yapıldı. Referandumda, İrlanda’daki RTÜK reklam veya propaganda içeren haberlerin dengelenmesine ilişkin önemli bir karar aldı. ABD’de çok fazla İrlanda kökenli Katolik lobiler bulunuyor. Bu Katolik lobisi İrlanda’daki kürtaj referandumu tartışmalarına inanılmaz para döküyor. Reklamlar tabii kürtaj karşıtı yani, doğrudan referandumdaki sonuçları etkilemek amacıyla yapılıyor. Ardından İrlanda’daki RTÜK durumu dengelemek adına devreye giriyor ve bu reklamların sayısına bir sınır koyuyor. İşte bir üst kurumun, iktidarın bir sansür aracı olarak değil, denge ve denetleme mekanizması zihniyetiyle çalışması gerekiyor. Bu nedenle bugün RTÜK’ün tüm yapısının değişmesi gerekmektedir. RTÜK şu anda TBMM vasıtasıyla seçilen siyasi üyelerden üst kurulunu oluşturuyor. TBMM yerine gazeteci örgütlerin kendi kendilerine üyelerini seçiyor olması lazım. Gazetecilerin, kendi kendini denetlemesi gerekmektedir. Sistemde haberlerin reklama dönüşmemesini ve diğer konuları denetleyip, dengelemesi adına bu şekilde çalışan yeni bir mekanizmaya ve zihniyet yapısına ihtiyacımız var. Başından beri Türkiye’de basın kartlarını devlet dağıtıyor, bu ancak komünist rejimlerde geçerlidir. Bütün demokrasilerde basın kartlarını ilgili gazeteci meslek örgütleri kendileri dağıtırlar, devlet dağıtmaz. Devletin onayladığı basın kartıyla gömlek baştan yanlış ilikleniyor, onun için burada mesleğin kendi kendini örgütleyip dengeyi bir şekilde bulması gerekiyor. Sil baştan bir sistem kurulmalıdır. Olağan sistemde, reklamla haber, propagandayla haber hepsi birbirine karışıyor. Bunu denetlemekle görevli kurum ve kuruluşlar da siyasileştiği için de hakkaniyetli davranmıyorlar.
Son zamanlarda gündemin kimlik siyasetine etkisi olan farklı gelişmelerle yoğunlaşması, vatandaşların günlük hayat gündemleri ile ülke gündemi arasındaki sınırları yakınlaştırdığını düşünüyor musunuz?
İktidar kendi tabanını konsolide etmeye çalışıyor. Ak Parti 2002 yılında siyaset sahnesine girdiğinde bir koalisyondu. Koalisyon içerisinde İslamcılar, demokratlar, merkez sağcılar, liberaller, bir ölçüde sosyal demokratlar hatta Aleviler bile vardı. Zaman içerisinde bu koalisyonlar dağıldı ve Ak Parti yalnızlaştı. Kopuşların ardından Ak Parti iktidar ortağı olarak kendisine milliyetçileri ve aşırı İslamcıları seçti. Kendisini artık bu tabana sıkıştırmış durumda ve yeniden merkeze gelme imkânı bulunmuyor. Sıkıştığı köşede yapması gereken artık elindeki bu radikal unsurları bir arada tutabilmek. Aşırı milliyetçiler ve aşırı İslamcıları bir arada tutabilmek adına sürekli gündemi sarsıcı, kökten değiştirecek adımlara, haberlere ihtiyaç var. Bu nedenle devamlı kriz yönetimi ile iktidar koalisyonunu bir arada tutmaya çalıştıklarını görüyoruz. Koalisyon bir arada duramadığından da sürekli yeni gündemlere ihtiyaç duyuyorlar. Bundan dolayı hayatımızda, her gün gündeme gelen değişik krizler ve yeni açıklamalarla baş başayız çünkü diğer türlü taban dağılıyor.
Herhangi bir haber anlatımında aktarılan duyguların seviyesi ve dozu, izleyicilerin gerçeklik ve algı arasındaki zihni algılamalarını ne kadar etkiliyor?
Kesinlikle zihni algılamaları etkiliyor. Ben habercilik sektöründe ikisinin de bulunması gerektiğini düşünüyorum. Zaten ikisi de haberlerin içeriğinde oluyor. Duyguların kullanımı biraz habercilik ekolüne göre de değişmektedir. Hikâye anlatıcıları işin içine duygu katmayı daha çok seviyorlar. Türk insanı da duyguları sever, haber dinlerken aynı zamanda duygular da haber dinler. Siyaseten oy verirken de duygularımız çok etkilidir. Eskiden NTV ekolünde haberler verilirken duygulara yer verilmezdi. Sadece düz olgulara (fact) dayalı habercilik yaparlardı. Bugün ise haber aktarımında fact koyan bir yayıncı kuruluş bulunmuyor, herkes hikâye anlatıyor. Bol bol duygularla seslenen bir yayıncılık anlayışı oluştu. Bu da insanları gaza getiriyor ağlıyoruz, bağırıyoruz, gururlanıyoruz, seviniyoruz ama günün sonunda markete gittiğimizde hala her şey çok pahalı. Peki bunun nedeni nedir? Bunun da arkasında yatan gerçekliği anlamaya ihtiyacımız var. Normal şartlardaysa, ben sektörde her ikisini de haberin doğru aktarımı açısından olması gerektiğini düşünüyorum.
Devletlerin ulusal güvenlik tanımlamaları ile medya merkezlerinin habercilik alanlarının arasındaki ilişkileri değerlendirirken parametreler neler olmalıdır?
Ulusal güvenlik ve habercilik arasında her zaman çatışma vardır. Buna ilişkin hatta çok güzel bir söz vardır, “Bazıları bazı şeylerin bilinmesini istemez, biz buna haber deriz”. Devlet bazı şeylerin bilinmesini istemez. Nelerin bilinmesini istemez? Devletin işlev bozukluğundan kaynaklı ortaya çıkan hatalar ya da tam aksine devlet devlet olduğu için ortaya çıkan, hoşa gitmeyen sonuçlar. Bunların saklanması, bilinmemesini istenir. İşte gazetecinin görevi de bunu ortaya çıkarmaktır. Kamunun menfaati ile devletin menfaati her zaman uyuşmaz. Hatırlayacaksınız 2015 senesinde tüm Türkiye’de elektrikler gitmişti. Resmi kanallar elektronik aktarıcıların patladığını söylediler. Arka planında bunun Rusya veya Suriye tarafından Türkiye’nin elektrik sistemine karşı bir siber saldırının olup olmadığı ihtimali hiç tartışılmadı. Bu bir ihtimaldir ama devlet bunun duyurulmasını istemez çünkü, yumuşak karnını göstermiş olur. Olması gereken ise kamuoyunun devletin böyle bir yumuşak karnı olduğunu bilmesidir. Gazetecinin görevi, kamu yararına olacak şekilde gerçekte ne olduğunu kamuya aktarmaktır. Devletimizin güçsüzlüğü ortaya çıkmasın diye bunu haberleştirmemek gazetecilik değildir. Gazeteciler denge ve denetleme mekanizmasının sağlıklı işlemesini sağlarlar. Bunu nasıl yaparlar, sistemdeki açıklara işaret ederler. Akıllı bir iktidar aslında özgür basını kullanır çünkü özgür basın işlemeyen yerleri göz önüne serer. Size işlemeyen yerleri onarma fırsatı verir, fakat iktidarlar çoğu zaman kolaycılığa kaçıyor. İşlemeyen şeyleri onarmak yerine, bir seçim daha kazanmak adına hiçbir şey olmamış gibi devam edelim istiyorlar. Halbuki yanlışların düzeltilerek kamunun yararına hareket edilmesi gerekmektedir.
İzleyicilerin önemli bir kısmının doğru bilgiye ulaşma hedefiyle ilgilerinin, geleneksel medyadan yeni medya mecralarına kaydığını görüyoruz. Geleneksel medyada çalışmış tecrübeli bir gazeteci olarak, geleneksel medyanın kurumsal güvenilirliğini nasıl yorumluyorsunuz?
Eskiden işten eve gelir gelmez tartışma programlarını izlemeyi severdim. Şimdi Yaşar Hacısalioğlu’nu mu izleyeceğim? Artık ben de yeni medya mecralarını takip ediyorum. Bazen Daktilo1984’ü bazen başka kanalları izliyorum. Televizyonda izlenecek bir şey kalmayınca mecburen izleyiciler yeni medyaya kayıyorlar. 40 yaş altı insanlar zaten hemen hemen hiç televizyon izlemiyor. Bilgisayarlardan, telefonlardan veya akıllı televizyonlardan alternatif içeriklere yönelmiş durumdalar. Yayıncılık başka bir tarafa evriliyor. Türkiye’deki sansürcülük anlayışı ise yeni medyaya kayışı hızlandırıyor.
Mevcut medya düzeninde bir ana akım medya var mı? Ana akım medyanın tanımı itibarıyla siz bugün ana akım kanalları nerede konumlandırıyorsunuz?
Ana akım medya kalmadığından konvansiyonel medya ne tarafa evrilecek ona bakmak lazım. Sanıyorum bundan sonra biraz çok çeşitli yayıncılığa doğru kayacak ve habercilik gitgide bireyselleşecek. Artık streamyard programı üzerinden beş kişinin yaptığını tek kişi yapabiliyor ve maliyetler de azalıyor. Yayıncılık imkanları kolaylaştıkça medya düzeni demokratikleşiyor. Artık herkes yayıncı olabiliyor. Eskiden medya kuruluşları yayıncı olarak izleyicilerle garip bir iktidar ilişkisi kuruyordu. İktidar ilişkisinden kastım, medya kuruluşu yayın akışını nasıl oluşturursa izleyiciler de onu izlemek zorundaydılar. Alternatiflerin bu kadar arttığı bir ortamda bu ilişki kırıldı. Katılımcılar dahi bugün canlı yayınlarda yorum yapıp, yayının gidişatına etki edebiliyor. Onun için tamamıyla demokratize olmuş bir yayıncılık düzeni ile karşı karşıyayız. Dünyayı dönüştüren şey iletişim devrimi ve biz de bu devrimin içerisinde yaşıyoruz. İletişim teknolojilerinin gelişimi her şeyi çok hızlandırıyor. İçinde bulunduğumuz iletişim devrimi sürecinde, insanların hayata bakış açıları ve üretim biçimlerindeki değişimleri gözlemliyoruz.