[voiserPlayer]
Tarihçi Doğan Gürpınar’ın 90’lı yılları birçok farklı boyutuyla ele aldığı kitabı Küstah ve Cüretkar, Telemak Yayınevi tarafından yayınlandı. Özel kanalların dönemin siyasetine etkisinden, POP milliyetçiliğe; Amerikanlaşmadan, Yeni Demokrasi Hareketine kadar bu çalkantılı dönemin merak edilen ve öne çıkan ilginç konularını anlattığı yeni kitabından yola çıkarak Doğan Gürpınar ile konuştuk.
Neden Küstah ve Cüretkar ismini kullandınız doksanlı yılları anlatırken?
Doksanlar hakikaten Star’ın ve Show’un cüretkâr ve küstahlığa varan performansıyla kafamızda canlanıyor.
Aslında öncesinde kitap için daha akademik ve duru bir isim düşünmüştük; Türkiye’nin Doksanlı Yılları, Nostalji ve Hafıza gibi. Fakat biraz daha vurucu ve doksanların ruhunu anlatacak daha güçlü bir isim düşündük ve alternatif isim önerileri arasında gidip gelip en son bu ismi tercih ettik. Ben ilk başlarda sert mi oldu diye düşündüm ama sonrasında o kastedilen havayı Küstahlık ve Cüretkar başlığının verdiğine kanaat getirdim. Doksanların başında Soğuk Savaş’ın bitimiyle beraber dünyada serbest piyasa kapitalizmi tek tabanca kalmıştı ve büyük bir zenginlik ve müreffehlik vaat ediyordu. Türkiye’de bu dönemde özel televizyonlar tam olarak yeni bir çoğulculuk ve yepyeni bir özgüven sunuyordu. Deneysel, ticari girişimlere de yön verildiği bir dönemdi. Bu durumun en ikonik yüzlerinden biri Cem Uzan’dı. O tam olarak bu tarife uyuyor. O dönemlerde Star TV onundu. Star’dan daha da cüretkar olan Show TV, bir nevi doksanların kafamızda canlanan fonuydu. Doksanlar hakikaten Star’ın ve Show’un cüretkâr ve küstahlığa varan performansıyla kafamızda canlanıyor.
Sizin için doksanlı yıllara geri dönüp baktığınızda bu yıllar neyi ifade ediyor? Yani o yılları yaşarken en belirgin olarak aklınızda ne kaldı?
20 yıl sonra yavaş yavaş insanlar, biraz daha AKP’nin o kültürel rejiminin antitezi, onun dışında, ondan önce, onun hiç dokunmadığı hayali bir evren yarattılar ve buna doksanlar dediler.
Aslında “doksanlı yıllar” 2010’larda kullanıma giren bir tanım. Doksanlarda kimse, biz doksanlarda yaşıyoruz demiyordu. Bu Osmanlı’da kimsenin duraklama döneminde yaşıyoruz demediği gibi. 20 yıl sonra yavaş yavaş insanlar, biraz daha AKP’nin o kültürel rejiminin antitezi, onun dışında, ondan önce, onun hiç dokunmadığı hayali bir evren yarattılar ve buna doksanlar dediler. Hem AKP’nin propagandistleri hem de ona angaje sol liberal entelektüeller için doksanlar, aynı şekilde faili meçhuller ve her türlü hukuk dışına çıkmayla özdeşleştirildi. Doksanlar böyle bir on yıl deniyordu ama geriye baktığımda, böyle bir iki tane kafamızda oturan 90’lar portresi var. Aslında dediğim gibi 90’lar çok daha karmaşık bir on yıl ve bugün doksanlar dediğimiz çoğu şey de 2000’lere ait.
Rock’n Coke Festivali 2002’de başlıyor, Tarkan’ın zirveye oturduğu zamanlar 2000’lerin başı, Eurovision’da Türkiye’nin kazanması 2003 ve buradan bakıldığında doksanlar biraz jenerik bir isim. Doksanlı yıllardan bahsederken 1990 yılından başlatabiliriz bu dönemi, çünkü Star TV doksanda kuruluyor. Pop müziğin patlamasında 91 yılını milat kabul edebiliriz. 1989- 1997 dönemi, Türkiye’de demokratikleşmenin 12 Eylül rejiminin kapsamıyla hamle yaptığı bir dönem. Yani 90’ların başı aslında var ama tam olarak sonunun ne zaman bittiği belli değil. 20-30 yıl sonra kafamızda canlanan, benim de kafamda canlanan 90’lar, içinde gerçekten yaşanılan bir şeyden çok bir soyutlama, bir jenerik. Yoksa doksanlarda ”doksanlarda yaşıyoruz” gibi bir algı yoktu. Doksanlı yılların tümünü tekil bir şeye indirmek, indirgemek mümkün değil.
Özel kanalların açılmasıyla oluşan özgürlükçü ortam ileriki dönemde seçmende nasıl bir reaksiyon oluşturdu?
Özel televizyonlar sebebiyle büyük bir seçmen hareketi olduğunu söylemek mümkün değil ama insanların kafasında hep bu vardı, özel kanallar kötü bir şeydi.
93-94 Refah Partisi’nin gümbür gümbür geldiği ve 94 Mart’ından önce İstanbul ve Ankara dahil birçok şehri kazandığı yıllardı. Ertesi yılda ise Refah Partisi, seçimlerde iktidarın büyük ortağı olacak kadar çoğunluk elde etti. Seçimler öncesi birçokları için Refah Partisi’ni getiren şey özel televizyon kanallarıydı. Çünkü özel televizyonlarda yozluk var, çürüme var, cinselliğin gösterimi var, her türlü sapkınlığın gösterimi var. Bu sebeple de o dönem deniyordu ki seçmen buna bakarak, kızarak gitti Refah partisine oy verdi. Burada şöyle bir ön kabul getiriliyor. Sanki Refah Partisi, başka sebeplerden kaynaklanan ya da o dönemki gelir dağılımı adaletsizliği ve uçurumu gibi sebeplerden değil gerçek olmayan bir şeye sahip televizyondan güç aldı. Aman yarabbi diyorlar, bir imge sebebiyle oylar kaydı gibi bir anlatı oluşuyor.
Fakat bu çok gerçek değil. Özel televizyonlar sebebiyle büyük bir seçmen hareketi olduğunu söylemek mümkün değil ama insanların kafasında hep bu vardı, özel kanallar kötü bir şeydi. Özel kanallar başladığında bu bir hataymış ve sanki kanallar devlete ait olmalıymış gibi bir algı vardı. Zaten ilk başta yasanın dışındaydı. Çünkü ülke dışından yayın yapıyordu. Uydular çanaklardan çekiliyordu. Aslında yasaklansa ve TRT’nin daha resmi yayınından ibaret olsa daha iyi olur gibi bir imaj vardı. Bu bakımdan şöyle düşünülebilir; özel televizyonlar seçmene daha çoğulcu bir bakış açısı getirdi mi? Hayır, çünkü orda çoğulculuk verilmiyordu. Bugün bakınca 32. Gün gibi Siyaset Meydanı gibi bazı programlara bakarak özel televizyonların böyle çok serbest bir tartışmayı tetiklediğine dair bir algı var. Ama o zamanlar böyle şeyler çok yoktu. Yeni kimlikler vardı, yeni bir çoğulculuk vardı ama özel televizyonlar bunun önünü açıyor değildi. Her ne kadar özel televizyondaki bazı programlar, mesela Kırmızı Koltuk gibi, yepyeni duyulmadık seslere, kişilere imkan tanıyorsa da bu, özel televizyonların çoğu için geçerli değildi.
Bugün Siyaset Meydanı ve benzeri programlara geriye dönüp baktığımızda daha derinlikli bir tartışma ortamı görüyoruz. 2020’lerdeki tartışma programlarına kıyasla bu durumu siz nasıl yorumluyorsunuz? 30 yılda bir değişim oldu mu?
Siyaset Meydanı o dönemin sol entelektüelleri gözünde tam olarak yeni zamanın fikri vasatlaşmasının bir sembolüydü. Fakat 20-30 yıl sonra tam aksi bir siyasi imgelem yarattı.
Aslında doksanlar sürekli fikrin bastırıldığı bir dönem olarak düşünüldü. Siyaset Meydanı o dönemin sol entelektüelleri gözünde tam olarak yeni zamanın fikri vasatlaşmasının bir sembolüydü. Fakat 20-30 yıl sonra tam aksi bir siyasi imgelem yarattı. Sanki o zamanlar her şey tartışılıyormuş da bunlar kısıtlanmış gibi. Benim de çocukluğumda insanın ufkunu açan bir şeydi. Çünkü ilk kez bu kadar uzun bir tartışmada birçok ünlü entelektüel bir araya geliyordu ve tartışma saatlerce sürüyordu. Siyaset Meydanı’nın iddiası da aslında bitmemesiydi. Normalde yayınların akışı olurdu, son 5 dakikamız kaldı denilip bir şekilde bitirilirdi. Fakat Siyaset Meydanı gece 2’ye, 3’e kadar uzuyordu. Burada her şey rahat rahat sonsuza kadar tartışılabilir mesajı veriliyordu.
Ama sonra düşündüm, acaba siyasette her şey tartışılıyor muydu? Yoksa bu 20-30 yıl sonra kafamızda canlanan bir geçmiş zaman nostaljisi miydi? Aslında Youtube’da Siyaset Meydanı’nın tüm arşivinin olması beklenir ama yok. Ben ATV’ye yazmıştım. Bana program konuları gönderildi. Bunlardan tercih ettiğiniz beşini gönderebiliriz dediler. Ben de seçtim, fakat bana bir geri dönüş olmadı. Youtube’da sadece 4-5 tane, şayet yeni yüklenenler olmadıysa, tam program olarak Siyaset Meydan’ı bölümü var. Buna bakıldığında çok tartışmanın olmadığını görebiliyoruz. Siyaset Meydanı’nı sıra dışı yapan, içinde konuşulan pek bir şey olduğundan değil ama fikir olarak bir nevi doksanlardaki fikirlerin temsil odası olmasıydı. Farklı kesimler daha önce hiç duymadıkları, duydukları zaman da tüylerinin diken diken olduğu fikirleri de orada duyabiliyordu. Bazen çok provokatif tartışmalar oluyordu. Zaten provokatif olsun diye çağırılan konuklarla yapıldı programlar. Ama dediğim gibi genele vurulduğunda aslında bu tartışmaların ana akım fikriyatı beslediğini söyleyebiliriz. Yine de özel televizyonların sonsuz tartışma vurgusu bile, tabii 90 öncesine göre, kendi başına ciddi bir devrimsel dönüşümdü.
Doksanlara kadar olan süreçte toplumda bir Avrupa idealinin olduğunu görüyoruz. Kitapta doksanlarla birlikte Amerikanlaşma sürecinin başladığı anlatılıyor. Çeşitli alanlarda ABD’ye daha entegre olma sürecimiz akademiye nasıl yansıdı?
1910’lu yıllarda İttihatçılar zamanında başlayan Almanya ekolü yörüngesini, 70’lerden itibaren akademide Amerika eksenine yöneltti.
Uzun süre dünyanın merkezi Fransa’ydı. Dünyaya hakim dil Fransızcaydı. Paris, sanatsal ve entelektüel değerlerin zirvesiydi. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin mutlak hegemonyası, hakim dili İngilizceye dönüştürdü. Bizde ise 1910’lu yıllarda İttihatçılar zamanında başlayan Almanya ekolü, yörüngesini 70’lerden itibaren akademide Amerika eksenine yöneltti. İhsan Doğramacı akademik olarak tam bir Amerikancıydı. Müfredatı da birçok bakımdan, Frankofon taraftan Amerikan tarafına taşıdı. Soğuk Savaş’ın en önemli kurumlarından biri ODTÜ, diğeri de eski Robert Koleji’nin devamı olarak Boğaziçi Üniversitesi. Her ikisi de Amerikan tipi akademik formasyona sahip. Dünyada hemen her alanda olduğu gibi akademide de örnek alınan model ülke Amerika oldu ve Türkiye’de akademinin yönü giderek Amerika haline geldi.
Kitabınızda yer verdiğiniz Yeni Demokrasi Hareketi geriye dönülüp bakıldığında tarihimizin en ilginç partilerinden biri sayılabilir. Siz partinin kurulum sürecini ve sonrasında yarattığı etkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yeni Demokrasi Hareketi’nin etkisi ise tıpkı TİP gibi entelektüel bir hareket olması ve entelektüel fikriyatın partileşmesi olarak ortaya çıktı ve sonrasında siyasi karşılığının olmadığı görüldü.
Yeni Demokrasi Hareketi’nin en çok benzediği parti Türkiye işçi partisi, çünkü ikisi de çok düşük oy aldı ama etkisi çok büyük oldu. Yine de Türkiye İşçi Partisine haksızlık etmeyelim, % 3 oy aldı. Yeni Demokrasi Hareketi’nin aldığı oy yüzde 1 bile değildi. Aslında bunu ben ÖDP’ye benzetiyorum. 99’da da ÖDP’nin çok büyük oy alacağı beklentisi vardı. Yüzde 3 alması bekleniyordu ancak binde 8 oy alabildi. ÖDP de kendinden sonraki sola bir etki yaptı. Yeni Demokrasi Hareketi’nin etkisi ise tıpkı TİP gibi entelektüel bir hareket olması ve entelektüel fikriyatın partileşmesi olarak ortaya çıktı ve sonrasında siyasi karşılığının olmadığı görüldü. Kendinden sonraki liberal veya liberal sol söylemler için Yeni Demokrasi Hareketi bir nevi fidanlık oldu. Hatta birçok isim oradan kamusal tanınırlığa ulaştı.
Yeni Demokrasi Hareketi radikal fikirlerle özdeşleşti. Dönemin en çetrefilli meselesi Kürt meselesiydi. Özellikle Cem Boyner’in Güneydoğu’ya gitmesi ve oradaki mitinglerde yaptığı konuşmalar, o dönemde partinin marjinalleştirilmesini kolaylaştırdı. Cem Boyner çok zengin bir iş adamıydı. Bu sebeple aynı cümleleri üniversitede bir profesör siyasete girip söylemiş olsaydı çok da duyulmazdı. Fakat Cem Boyner’in yakışıklı, zengin bir iş adamı olması, Türkiye’nin eski genç TÜSİAD başkanı olması, tabii birçokları için çok aykırıydı. Sonrasında %0.5 alıp kapanması da aynı şekilde oldu. Etkisi hâlâ bir şekilde birçok kişi için geçerli. İlk defa birtakım o zamana kadar duyulmadık fikirlerin duyulduğu ya da tartışılabilir kılındığı yer orasıydı.
Kitapta pop milliyetçilikten bahsetmişsiniz, kimdir pop milliyetçiler? Onları geçmişteki milliyetçilerden farklı kılan şey nedir?
Doksanlarda yeni tarz bir milliyetçilik ortaya çıktı. Bu milliyetçilik, şehirli, ”medeni” ve gençti.
90’lara kadar milliyetçilik aslında kötü bir kelimeydi. Soğuk Savaş’ın bitimiyle beraber MHP’nin ana varlık sebebi anti-komünizm boşa düştü. MHP ve sağ milliyetçilik, Atatürkçüler için mesafeli olunması gereken bir şeydi ve 12 Eylül hatıraları silikleşiyordu. Doksanlarda yeni tarz bir milliyetçilik ortaya çıktı. Bu milliyetçilik, şehirli, ”medeni” ve gençti. Doksanlarda genç olmak tanım gereği olumlu bir şey olarak bahsedilir oldu. Çünkü eski kuşak, eskinin köhne fikirlerine sahipti. Sosyalizm gibi bir takım modası geçmiş ideolojiye sahipti. Oysaki gençler dünyada olan biten dönüşümlerin farkındaydı. Aynı zamanda bu kuşak Türk olmaktan da gurur duyuyordu. Bu milli gurur çağdaş olmak, genç olmak ve Atatürk’ün izinde gitmekle tamamlanıyordu. Ülkenin Avrupa’ya karşı sporda, sanatta başarılarıyla gurur duyan; bunun için çalışan; eğitimli ve ülkenin başarısını slogan atmak değil de çok çalışarak, üreterek, katkı sunarak sağlandığını bilen insanlardı. İkonik isimleri de kitapta bol bol geçiyor. Mesela Ercan Saatçi ve Kenan Doğulu ki o dönemde Doğulu’nun remiks gençlik marşı hâlâ 25 yıl sonra insanlara dokunan bir şeydir. İlk kez Türk bayrakları tişört olarak giyilebiliyordu. İlk başlarda bu tabuydu, bayrağa saygısızlıktı. Fakat Avrupalılar o dönem giyiyordu. Madem Avrupalılaşıyoruz, Avrupalılar gibi post milliyetçilik yapıyoruz, o halde bunu önleyemezsiniz şeklinde bu da yavaş yavaş normalleşti.