[voiserPlayer]
6 Şubat’ta Kahramanmaraş’ta yaşanan depremlerin üzerinden 40 gün geçti. Yaşanan depremlerde 50 bine yakın vatandaşımız hayatını kaybetti. Bölgede evlerini kaybeden binlerce vatandaş AFAD’ın ve STK’ların kurduğu çadır kentlerde yaşamaya başladı. Depremlerin ilk gününden itibaren medya ve sosyal medyada bölgeye yardım götüren sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları konuşuldu. Yaşanan depremlerle birlikte 99 depreminin ardından bir kez daha afet dönemlerinde sivil toplum örgütlerinin katkıları ve faaliyetleri tartışılmaya başlandı. Depremin ilk gününden itibaren bölgede çalışmalarına devam eden birçok sivil toplum kuruluşu var. 2005 yılında kurulan Hayata Destek Derneği de bu kuruluşlardan bir tanesi. Bölgede faaliyetlerine devam eden derneğin koordinatörü Sema Genel Karaosmanoğlu’na, depremde sivil toplum örgütlerinin yaptıkları çalışmaları ve deprem sonrası yeniden inşa sürecinde sivil toplumun rolünü sorduk.
Siz uzun yıllardır sivil toplumun içerisindesiniz. 99 depremi ve Suriye İç Savaşı Türkiye’de sivil toplumun tarihi açısından da dönüm noktalarını oluşturuyor. Sizce Türkiye’de sivil toplumun tarihini şekillendiren en önemli gelişmeler nelerdi ve siz sivil toplum alanında yaşanan değişim ve genişlemenin yakın tarihini nasıl değerlendiriyorsunuz?
99’un bu kadar önemli bir dönüm noktası olmasının sebebi, çok ciddi bir kaynağın, hem insan kaynağının hem de maddi kaynağın, yani fonun ve hibenin harekete geçirilmiş olması. Sonuçta insani krizler her zaman böyle aciliyet ve dayanışma ruhunu da pekiştirir. Herkes bir katkıda bulunmak ister, katkı sağlamak ister; tüm kriz durumları ve afetler insanları ciddi şekilde mobilize eden olaylardır. Bu dediğim hem doğal afet hem de çatışma kaynaklı afetler için geçerli. Çünkü aslında dünyaya baktığınızda, insani yardım çalışmalarına baktığınızda, doğal afetler kadar savaşlar da insanları harekete geçirmiştir. Dolayısıyla, orada bir mağduriyet yaşanır ve o mağduriyetle ilgili herkes o yaraları sarmak, acıları hafifletmek ve bir destek sağlamak için harekete geçer.
Bu hareketlilik hali, bu dayanışma hali sivil toplumu da çok ciddi harekete geçiriyor. Kaldı ki sivil toplum zaten kendi içerisinde mobilize olan bir grup olarak gönüllü örgütlenmeler de olabilir. Bu işi daha yapılandırılmış profesyonel bir uzman işgücüyle de harekete geçirebilir. Krizler zaten bunu çok tetikleyen bir yerde; dediğim gibi bu kadar çok dış kaynağın da gelmesiyle birlikte sadece Türkiye içerisinde değil, yine şu anki yaşadığımız duruma benzer Suriye krizinde de aynı şeyi yaşadık. Aslında Türkiye dışından da çok ciddi bir kaynak akıyor buraya. Dolayısıyla o kaynakla aslında bir fırsat doğdu, sivil toplumun daha sistemli daha kurumsal ilerlemesine vesile oldu bütün bu dinamikler. Sivil alanda zaten kendi içerisinde çok çeşitli kadın çalışmaları yapan bir örgüt afet durumlarında kadınların özel ihtiyaçlarına yönelik çalışmalar yaptı, çocuklarla çalışan bir örgüt afetten etkilenen çocuklar ve yine onlara özel çalışmalar yaptı. Aslında sivil toplumun içerisinde herkesi mobilize etti. Biz mesela Hayata Destek olarak bir insani yardım kuruluşuyuz. Dolayısıyla biz, misyonumuz gereği afetten etkilenmiş bireylerle, topluluklarla çalışıyoruz. Dediğim gibi afet tanımı bizim için geniş, hem doğal afet hem çatışma kaynaklı afetler. Biz çok afet odaklı çalışıyoruz, bizim için bir afet olması afetin ne olduğundan ve kimin etkilenmiş olduğundan bağımsız olarak bizi harekete geçiriyor. Ama bir afet durumunda, hele ki bu kadar şiddetli ve bu kadar yaygın hasarı olan bir afet durumunda herkes bir şekilde harekete geçiyor. Dolayısıyla da bir insani yardım misyonu olmasa da, yani afet alanında çalışma, afet bölgelerinde çalışma gibi bir misyonu olmasa da herkes dahil oluyor. Onu da 99’da gördük, o kritik bir şeydi. Hem durumun aciliyeti ve bir kriz durumu olmasından kaynaklı hem de dediğim gibi dışarıdan gelen fon kaynaklı. Yine Suriye krizi de bununla çok benzer bir yerde, orada da yine bir mülteci kriziyle beraber gelen kaynaklar, sivil toplumun daha sistemli, daha organize, daha programatik bir şekilde müdahale etme ihtiyacını karşıladı.
Sivil toplumun bir görevi de büyük afetlerde ve kriz durumlarında insani yardım mekanizmalarını işletmek. Sizce Kahramanmaraş depremlerinde sivil toplumun en önemli rolü ne oldu? Özellikle hangi alanlarda sivil toplumun verimli bir şekilde çalışabildiğini ve ihtiyaç olan alanlardaki hangi boşlukları doldurabildiğini düşünüyorsunuz?
Şimdi aslında bir taraftan da deprem çok yeni. Daha yeni, sıcağı sıcağına yaşıyoruz pek çok şeyi. Bu öyle bir afet ki biz yıllar boyunca çalışacağız bu bölgede. Yani 99 depremini de düşünerek oradaki tecrübelerim üzerinden konuşuyorum. Dolayısıyla biz uzun yıllar sivil toplum olarak burada çalışacağız. Üstelik insani krizler öyle şeyler ki ihtiyaçların çok değiştiğini, hele ilk etaplarda akut afetlerde ihtiyaçların çok hızlı değiştiğini görüyoruz. Dolayısıyla değişen ihtiyaçlara göre bizler de çalışmalarımızı o şekilde eviriyoruz. İlk etaptaki ihtiyaç olan arama kurtarma çok spesifik bir şeydir, biz ona insani yardım demiyoruz. Arama kurtarma ilk 72 saatte olan biten bir şeydir. İlk 72 saat bittikten sonra aslında hayatta kalanlarla biz tekrar hayatı normalleştirme ve eskisine dönme gibi zor bir yolculuğa gireriz ve bu afetin şiddetine göre hızlı bir toparlanma da olabilir. İzmir ve Elazığ’da gördüğümüz gibi birkaç ayda da olabilir, birkaç yıla da uzayabilir. Biz bunu orman yangınlarında gördük, sellerde gördük, aslında Türkiye afeti bol bir ülke. Ya da Suriye krizi sonrası gördük. 10 yıl sonra biz hala mültecilerle ilgili çalışma yapıyoruz, dolayısıyla her afet kendi dinamikleriyle kendi bağlamı içerisinde çalışma gerektirir.
Bu kadar büyük ve şiddetli bir depremde biz aslında yeni başladık. Başladık bile diyemiyorum çünkü aslında nerede ne gibi yardımlar yapacağız, programlarımızı alanda, sahada nasıl şekillendireceğiz, bunlar bile net değil. Bu kadar büyük bir afette koordinasyon işi çok büyük bir zorluk, ama bir o kadar da önemli, biz bunu insani krizlerde özellikle görüyoruz. Koordinasyon olmadığı zaman gerçekten orayı yönetmek çok zor hale geliyor. Afetin şiddeti ve büyüklüğü tabii ki koordinasyonu zorlaştırıyor ama o mekanizmalar bir de yerinde olmadığı zaman ve bir taraftan oradaki yerel yapılar da çok zarar gördüğü için, bizim orada koordinasyon beklediğimiz birimler de aslında kendileri de enkaz altında kaldığı için gerçekten o toparlanma zaman aldı ve hala da toparlandığımızı söyleyemem. Yani ilk önce sahada o koordinasyon mekanizmalarının oturması, şu anda insani yardımın en birincil adımı ihtiyacı tespit etmektir ama biz ihtiyacı tespit edemiyoruz. Çünkü nüfus çok hareketli, afeti yaşadıktan sonra gidebilenler bölge dışına gitti bazıları bölge içerisinde yer değiştirdi. Akrabalarını, arkadaşlarını, sevdiklerini bulabilmek için. Hala da bir hareketlilik var, dolayısıyla gidenler gitti ne zaman gelecekler bilmiyoruz, bölgenin içerisinde bölük pörçük parçalı yerleşkeler var. Bunların çoğu çadır kentler, çok az konteyner kent var. 1928 tane yerleşke olduğunu biliyoruz. Bunlar resmi ve gayriresmi, yani AFAD’ın kurduğu veya kendi kendine kurulan yerleşkeler. Yani insanlar, aslında biz bunu 99 depreminde de gördük, evlerinden uzaklaşmak istemiyorlar. Yani enkaz olmuş eve bile bir şekilde giriyor çıkıyor. Tuvalet ve su, yani hijyenle ilgili çok ciddi ihtiyaç var. Evin tuvaletine girip çıkıyor gibi insanlar aslında çok da uzaklaşmak istemiyorlar. Ama zaman içerisinde bu çadır kentler daha resmileştikçe, altyapı oturdukça oralara geçecekler. Şimdi ciddi bir hareketlilik var o yüzden bugün sahaya getirdiğimiz yardım malzemesini kime nasıl dağıtalım, o bile bir zorluk şu anda. O yüzden daha yolun çok başındayız ve programlarımızı ve çalışmalarımızı daha uygulamaya koymadık bile.
Sizce sivil toplum örgütleri daha verimli ve koordineli çalışmak için böylesine büyük bir afet olan Kahramanmaraş depremlerinden ne gibi dersler almalı?
Biz sivil toplum örgütleri için tabii ki 99 depremi bir dönüm noktasıydı. O zaman biz afete karşı sivil toplum koordinasyonu kurmuştuk. Bir merkezimiz vardı; bütün sivil örgütlerin geldiği, bireysel gönüllülerin geldiği. Orada çok ciddi bir koordinasyon kurmuştuk ama tabii o zaman oradaki yetkililer, kamu kurumları da birlikte koordineli çalışıyorduk. Dolayısıyla o koordinasyonu biz kendi içimizde yaptık, yani oradaki tecrübeden kendi içimizdeki koordinasyonun ne kadar önemli olduğunun farkındayız. Tabii bu koordinasyon zaman içerisinde, deprem bölgesi toparlandıkça, o sivil koordinasyon da yavaş yavaş gevşedi ve bir noktada kayboldu. Hatta biz depremin onuncu yılında büyük bir konferans yapmıştık. Sivil örgütler olarak dedik ki “biz hatırlayalım, depremi hatırlayalım, o zamanki sivil koordinasyonu hatırlayalım.” Biz sivil örgütler olarak ne kadar hazırlıklıyız, yani bir tane daha böyle bir afet olsa bir kere daha Türkiye sallansa ne kadar hazırlıklıyız ve kendimizi daha hazırlıklı kılmak için bunu konuşmaya ihtiyacımız var diye. 2009 itibarıyla tekrar böyle bir sivil örgütlenme, o zaman SİTAP ismini vermiştik kendimize, yani Sivil Toplum Afet Platformu ve bir süre böyle SİTAP olarak çalışmalara devam ettik. Ve epeyce bu konuyu tekrar gündeme getirdik, farklı tematik etkinlikler yaptık. Kapasitemizle ilgili haritalandırma çalışmaları yaptık. Epey çok sayıda örgütler olarak bunu gündemimizde tuttuk. Ama sonra Suriye’deki savaşla birlikte mültecilerin akın etmesiyle birlikte yine biraz gündemimiz dağıldı, biz mülteci alanında çalışmaya yöneldik. Pek çok STK yine o tarafa yöneldi. Dolayısıyla biz mülteci alanı çalışmalarında ilerken, aslında o sivil koordinasyonu elden bırakmışken, 2020 yılında Elazığ depreminde yine birkaç STK bir araya geldik. Ve dedik ki bir koordinasyona bakmamamız lazım, burası kritik. Bu sefer de afet platformu olarak yenilenmiş bir isimle ortaya çıktık.
Dolayısıyla aslında sivil alanda afetler, bizlerin her zaman gündemindeydi. Sanıyorum orada koordineliyiz, birbirimizi tanıyoruz ama birazcık daha yapılandırılmış sanıyorum, orayı ilerletmemiz lazım. Biz birazcık gevşek yapılarız aslında, ağ var, bir araya geliyoruz ama tüzel kişiliklerimiz de çok yok. Bunu da önemsemiyoruz aslında, bir şekilde haberdar olmak birbirimizle koordineli çalışmak önemli ama bu kadar büyük afetlerde birazcık daha yapılandırılmış ve sistemli çalışma ihtiyacını gözlemledik. Burada biraz daha kendimizi yapılandırmak, bu alanda ihtiyacımız olan bir şey. Tabii biz kendi tarafımızdan yapıyoruz ama bununla beraber AFAD’la olan ilişkimiz, aslında AFAD özelinde demeyeyim de tabii ki afet odağında AFAD var karşımızda kamu kurumu olarak, ama biz ilgili bakanlıklar ve bölgedeki il müdürlükleriyle de yakın çalışıyoruz. Oradaki ilişkilere de aslında birazcık daha fazla yatırım yapmak, o diyalog ortamını arttırmak, bunlar hiçbir zaman kolay olmadı. Biliyorsunuz Türkiye’de hem sivil topluma olan güvensizlik hem de kamuyla sivil toplumun ilişkileri hep böyle gel git yaşadık. Bunlar kritik, bunları her afette tekrar hatırlıyoruz, oralara biraz daha çalışmak gerekiyor ki deprem koordinasyonun ne kadar kritik olduğunu yine gösterdi.
Afet sonrası depremzedelerin yaralarının sarılması sürecinde kadınlar çok daha zor koşullarla yüzleşmek durumunda kaldı. Kadın ve anne olmanın yükü onları daha kırılgan bir grup haline getirdi. Bir kadın olarak deprem bölgesinde kadınların yaşadığı zorluklar konusundaki gözlemleriniz nelerdir ve kadınlara yönelik sivil toplum neler yapabilir?
Aslında kadınlar ve genç kızların ihtiyaçlarına dair çokça çalışma yapılıyor. Türkiye’de çok yüksek bir farkındalık var. Hatta 99 depreminde KADAV doğmuştu, onlar örneğin bu depremde de inanılmaz aktifler. Dolayısıyla o tarafta sivil toplum olarak güçlü olduğumuzu düşünüyorum. Bir de hani kadına karşı şiddetle ilgili de Türkiye’de güçlü bir sivil hareket var. Dolayısıyla bunları gündeme taşıyoruz. Oradaki zorluk tabii sahada, alanda bunları harekete geçirmek ve uygulamada göz önüne almak. Çünkü aslında ilk etapta bu kadar büyük bir afette toplumsal cinsiyet hassasiyetlerine fazla takılmaksızın yardımlar yapılıyor. Hem kurulan çadırlar, gelen konteynerler, onların nasıl yerleştiği, kurulan tuvalet hijyen ihtiyaçlarında kadınların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmaksızın mahremiyete ve o gibi konulara takılmaksızın aslında çok büyük sayıların konuşulduğu bir müdahaleden bahsediyoruz. Orada sivil örgütlerin alanda daha küçük gruplar halinde teke tek kadınlarla, genç kızlarla yaptığı, onların ihtiyaçlarına özel yaptığı çalışmalar daha kritik hale geliyor.
Bizim de burada sivil örgütler olarak katma değerimizin yüksek olduğu yer orası. Çünkü yardımlar geliyor, yardımlar büyük geliyor ama onların kime nasıl ulaştığı, hangi ihtiyaçları gözettiği konusu çok önemli. Şu anda bu deprem özelinde de biz sivil örgütler olarak alanda olmakla da zorluk yaşadık. Kendimize bir operasyon alanı bulmak, yaşam alanı oluşturmak, sonuçta bizler de yardım götüren gruplar olarak bir şekilde kendimizi orada konuşlandırmamız gerekiyor. Onu yapmakta zorlanıyoruz. Bölge zor bir bölge, su akmıyor, uzun süre elektrik kesintileri vardı. Dolayısıyla biz, kendimiz orada operasyon yürütemediğimiz sürece bu ihtiyaçları da karşılayamıyoruz. Afet durumları özellikle kadınları zorluyor, bir yerde şiddetin arttığı, yani toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin de arttığı durumlar. Dolayısıyla o hassasiyetleri sivil örgütler olarak bizler gözetiyoruz.
Hayata Destek Derneği olarak afetlerin ardından sürece müdahale etmek konusunda oldukça deneyimli bir sivil toplum örgütüsünüz. Sizce sivil toplum kuruluşlarının sahada karşılaştığı bürokratik ve yasal engeller nelerdir? Bürokratik ve yasal alanda ne tür düzenlemeler sivil toplumun kriz durumlarında işlerini kolaylaştıracaktır?
Genel olarak sivil örgütler olarak bizim yasal mevzuattaki yerimiz bizi zorlayan bir noktada duruyor. Dernekler kanunu, vakıflar kanunu, bunlar tarih içerisinde bazı açılardan varlığımızı daha kolaylaştırmış, bazı açılardan ise daha da zorlaştırmış. Çok daha meşru bir grubuz, ama o meşruiyetimizin sorgulandığını görüyoruz. Sivil toplum kendi içerisinde var olması gereken, toplumun tamamına baktığınızda birinci sektör, ikinci sektör, üçüncü sektör diyoruz, aslında toplumun önemli bir parçasıyız. Ama orada bazen hassas dengeler içerisinde hareket etmek gerekiyor. Bu siyasi gündem de burayı çok etkileyebiliyor, mevzuat açısından da siyasi açıdan da her zaman kolay olmuyor.
Gönüllülük mevzusu örneğin, aslında gönüllülük çok tanımlanmış değil mevzuata baktığımızda. Dolayısıyla bunlar işimizi zorlaştırıyor. Şöyle söyleyebilirim; insani yardım alanında çalışan bir örgüt olarak bu gibi büyük afetlerde, krizlerde yurtdışından da çok kaynak akıyor Türkiye’ye. Orada da tabii sivil örgütler üzerinden bunun ihtiyacı olan bireylere topluluklara iletilmesi arzu ediliyor. Orada da bizim o kaynağa eriştiğimiz ve o harcamayı nasıl yaptığımızla ilgili yasal olarak çok ciddi bir hesap verilebilirlik söz konusu. Biz zaten hesabımızı veriyoruz, ama pek çok açıdan bu yeterli olmayabiliyor. Dolayısıyla dikkat çekiyoruz orada. Neyse ki biz aslında sivil örgütler olarak yaptığımız her şeyin hesabını verebiliyoruz, hele bir de daha kurumsal hibeler alan STK’larsak orada belirli hesap verilebilirlik mekanizmalarının gelişmiş olması gerekiyor. Biz aldığımız her kuruşun hesabını veriyoruz ama yine de böyle tedirginlik yaşayabiliyoruz.
Hem 1999 depreminde hem de geçtiğimiz ay yaşanan depremde halkın gözündeki kurtarıcılar ve kahramanlar sivil toplum örgütleriydi. Özellikle afet dönemlerinde halkın kurtarıcı olarak sivil topluma güvenmesinin arkasında ne yatıyor?
Aslında biraz önce söyledim, burada böyle bir sosyal fayda sağlamak üzere bir araya gelmiş bir grup insanın kurduğu örgüt bir kere zaten niyet olarak böyle bir yerde duruyor. Biz kar amacı gütmüyoruz ve sanırım bu özelliğimiz insanlar için en önemli kriter oluyor. Böyle bir kriz ortamında dayanışma içerisinde sadece yardım götürmek ve bir fayda sağlamak odaklı ilerleyen kurumlara o güveni sağlamak zor olmuyor. Bununla beraber dediğim gibi biz Hayata Destek Derneği’nde kurumsal hibelerle de çalıştığımız için çok ciddi bir hesap verilebilirlik mekanizması da var. Bizim üzerimizden yapılan yardımların nereye gittiği, nasıl gittiğini açıklayabiliyoruz. O mekanizmalar da güven tesis ediyor insanlarda.
Deprem sonrası inşa sürecinde kamu ve sivil toplum işbirliği sizce nasıl ilerlemeli?
Kamu sivil toplum ilişkisi çok çok önemli. Bir taraftan devlet orayı çok daha makro düzeyde planlıyor. Biz sivil örgütler olarak özellikle bir de belirli risk gruplarıyla çalışıyoruz, belirli spesifik konuları çalışıyoruz. Yeniden inşa sürecinde dikkat edilmesi gereken konular, risk gruplarının faydasına yapılan çalışmalar önemli oluyor orada. Biz sivil toplum olarak çok daha tamamlayıcı bir yerdeyiz. Tabii ki bir afet sonrası bunu yönetmesi gereken taraf kamu. Kamunun sorumluluğu burayı tekrar hayata döndürmek ve eski standartları yakalamak ama biz de çok önemli bir paydaş, ortak gibi görüyoruz kendimizi. Bununla beraber aslında şunu da vurgulamak istiyorum; sadece kamu ve sivil toplumun değil, özel sektörün de çok çok kritik bir rolü var, onu genelde atlıyoruz. Ama her kriz döneminde görüyoruz aslında, özel sektör de çok mobilize oluyor, onlar da bir çözümün parçası olmak istiyorlar. Mobilize oluyorlar; kaynaklarını harekete geçiyorlar, hem insan kaynaklarını hem de maddi kaynaklarını. Dolayısıyla özel sektör de önemli bir paydaş burada, yani kamu, özel sektör artı STK. Bu hem kamuyla özel sektörün hem de aynı zamanda STK’larla da özel sektörün arasında geliştirilmesi gereken ilişkiler olduğunu düşünüyorum. Bunu aslında her krizde görüyoruz. Sadece bazen anlık olabiliyor, çok sürdürülebilir değil. O nedenle, bu işbirliğini daha uzun vadede daha sürdürülebilir yapmak gerekiyor. Dolayısıyla devlet, evet bunun birincil sorumlusu ama bunu hep birlikte yapabildiğimiz ölçüde daha doğru bir şekilde normalleşiriz.