[voiserPlayer]
Epey bir zamandır milliyetçilik konuşuyoruz. Hararetle konuşuyoruz demeyeceğim; Birikim’in Haziran-Temmuz 2022 sayısındaki yazılarda görüleceği gibi soğukkanlı, serin bir üslupla konuşuyoruz. Bu şüphesiz hiçbir şeyin sükunetle konuşulamadığı bir tartışma vasatı için olumlu bir gelişme.
Yeni milliyetçiliği bir nevi siyasi nebula olarak tanımlamak isabetsiz olmaz. Geniş bir boşluğa yayılan, örgütsel anlamda gevşek, hatta çoğu zaman örgütsüz, amorf bir toplumsal küme burası. İçinde merkez sağ ile milliyetçi sağ arasında salınan ve geleneksel Türk sağının liberal ve milliyetçi renklerini çoğulcu biçimde içinde barındıran İyi Parti kadrolarından tipik bir aşırı sağ parti olarak tanımlayabileceğimiz Zafer Partisi taraftarlarına, Bahadırhan Dinçaslan’ın teorisyeni olarak göründüğü, kendini “seküler milliyetçi” tesmiye eden gruba, post-post-kemalizm tartışmalarının görünmez öznesi olan, belki kendisini doğrudan milliyetçi olarak tanımlamayan, ancak patriyotik, sivil milliyetçi pozisyonlara eğilimli CHP’ye yakın gençlere, hararet.org etrafında örgütlenmiş sol-kemalist bir entelektüel çekirdeğe, giderek daha küçük Avrasyacı, sol-milliyetçi ve/ya alt-right gruplara, çevrelere, bireylere uzanan geniş bir nebula. Bu nebulada neşet eden yeni milliyetçilik eski (ülkücü) milliyetçiliğe göre daha seküler, erken 2000’ler ulusalcılığına göre daha etnosantrik.
Tabii bu düşünsel ve politik hareketlilik, karşısında muarızlarını da kısa zamanda buluverdi. Muarızlar arasında da en belirgin çevreler, çok kaba hatlarıyla Deva Partisi’ne müzahir olan liberaller, muhafazakar-liberaller ve Kürt liberalleriyle, HDP’nin içindeki ve mücavir alanında bulunan ve parti çizgisinin ötesindeki anti-Kemalist pozisyonlarıyla tezahür eden bir çevre. Bir de epey zamandır -haklı veya haksız- Türkiye’deki çoğu politik tartışmanın günah keçisi olan sol-liberaller.
Elbette bu çok kaba hatlarla çizilmiş resim, panoramanın detay ve nüanslarını vermek için yeterli değil. Ama bu belli-belirsiz manzara içinde bile 2023 seçimleri sonrası ümit edilen restorasyon sürecinin politik istikameti üzerine bir fikir mücadelesi verildiğini görmek zor değil. Bu cedelleşme de genellikle sosyal medyada gerçekleşiyor ve bu mecranın doğası gereği genellikle 40 yaşının altındakiler arasında sözcülerini buluyor.
“Seküler milliyetçi” cenahtan Bahadırhan Dinçaslan ile genç kuşağın üretken liberal felsefecisi Hasan Ayer arasında geçtiğimiz günlerde, milliyetçiliğin demokratik potansiyeli ve Kürt meselesi üzerinden bir polemik yaşandı. Bu vesileyle de bahsettiğimiz münakaşalar daha geniş bir çevrede ilgi gördü. Uzun tartışmaları tekrarlamaktan kaçınarak gölgede kalmış iki meseleye şerh düşmek istiyorum. Aşağıda “yeni milliyetçilik” olarak bahsettiğim kavramın, belli bir grubun dar çizgisi olmadığını, bütün nebulayı refere ettiğini tekrar hatırlatırım.
Birinci konu; yeni milliyetçiliğin bir etnik Türk milliyetçiliği mi, yoksa Kemalist ulus inşa projesinin paralelinde düşünebileceğimiz bir yeni ideolojik açılım mı olduğu meselesidir. Bilindiği gibi Türk, “etnik Türk” demek olduğu gibi aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olanların genel ismidir. Bu iki kimliğin birbirini kapsamaması bir vakıa olduğu gibi, değişik siyasi hareketler tarafından bilinçli olarak birbirinin yerine kullanılması siyasi hayatımızda son derece yaygındır.
Türk milliyetçiliğinin geniş bir kolunun ulus-ötesi ihtirasları olan, pan-milliyetçi bir geleneği muhafaza etmesi manzarayı daha da karmaşıklaştırır. Böyle bir milliyetçi programın söz gelimi Türkiye vatandaşı bir Laz’ı veya Abhaz’ı mı, yoksa Iraklı Türkmen’i, İranlı Kaşkay’ı veya Türk dünyasının başka bir köşesinden bir Türki etnisite mensubunu mu kapsayacağı çetin bir ideolojik problemdir. Ve çoğu zaman buna verilecek bir cevap da mevcut değildir. Bu cevabın yokluğu ise mutlaka bir tutarsızlık sayılmamalıdır, zira böyle bir konuda bir ideal çözüm, mucizevi bir uzlaşma pekala gayrımümkün de olabilir.
Yeni milliyetçilik bu ikilemde bir taraf seçmeye yatkın: etnik Türk milliyetçiliğine eğilimli görünüyor. Aslında bu konunun adlı adınca konuşulması salt Türk milliyetçiliği açısından değil, Türkiye’deki farklı etnik kimliklerin tanınması ve kamusal görünürlüğü açısından da yeni yaklaşımları beraberinde getiriyor. Muğlaklığın ortadan kalkması belki de ulusal kimliğe dair daha rezervsiz, daha kuşatıcı bir kamusal tartışmayı tetikleyecektir. Tabii bunun için ilk şart demokratik bir kamusal tartışma imkanıdır.
İkinci konu ise ilkiyle bağlantılı olarak ulusal kimliğin sınırlarıdır. Türkiye’de son yılların çok travmatik bir meselesi olan kaçak göçün yeni milliyetçiliği güçlendiren başlıca amillerden biri olduğu tartışmaya yer bırakmaz derecede açıktır. Ama yeni milliyetçilik (milliyetçiliğin ve ulus-devletin doğası gereği) Suriyeli, Pakistanlı, Afgan göçmenlerin ulusun parçası olmadığı ve olamayacağı konusunda sarihtir. Fakat ulusun iç sınırları da vardır. Kürt meselesi ve politikleşmiş Kürt kimliği bu sınırların en aşılmazıdır. Bu meselede milliyetçilerin tavrı belirgin olduğu için daha fazla irdelemeye gerek görmüyorum.
Ulusun ikinci iç sınırı Sünni İslam’dır. Burada bir din olarak Sünniliği değil, politikleşmiş Sünniliği kastediyorum. Bu kimlik zorunlu olarak ümmet kavramında tecessüm eden bir kozmopolitliğe istinat eder ve ulusal anlatının akordunu bozar. Türkiye’deki İslamcı harekette mevcut ulusal kimliğe itirazın rolünün ne olduğu çalışılmamış bir konudur. Ancak en erken 1970’teki Milli Nizam Partisi tecrübesinden itibaren İslamcılar, “milli”yi başka bir millete, “Sünni Milleti”ne referansla kullanmışlardır. Bu, Osmanlı millet sistemiyle ve meşrutiyet İslamcılığıyla da uyumludur, keza kendisinden sonra ortaya çıkan Türk-İslam senteziyle örtüşmese de, çatışma içinde değildir.
Demek ki Türkiye’nin içinde ulus konfigürasyonuna uymayan ve bu uyumsuzluğunu söz gelimi Kürt milliyetçiliği gibi belirgin bir ulusal ajandayla değil, üstü kapalı bir “quasi-ulus” projesiyle gösteren bir topluluk daha vardır. Bir milliyetçinin bu topluluğa karşı, 1870’lerin Alman İmparatorluğu’nda Otto von Bismarck’ın Katolik kilisesinin nüfuzundan ve etkinliğinden duyduğu huzursuzluğu hissetmemesi mümkün değildir.
Türkiye’nin kulturkampf’ı Atatürk devrimleriydi. Bu devrimlerin amaçlarına tamamen ulaşmadıklarını söylemek yanlış olmaz. Eğer amaçlarına tamamen ulaşsalardı, Milli Görüş çizgisinden başlayarak İslamcı hareket Türkiye’de mühim kitlesel desteğe sahip olamazdı. Fakat laik ve İslami kimlikleri uzlaştırmayı deneyen devlet projeleri de Türk siyasi hayatında iz bırakmıştır. Bunlardan ilk akla geleni şüphesiz Türk-İslam Sentezi girişimidir. 12 Eylül sonrası Türkiye’nin adı konulmamış resmi ideolojisi olan bu proje ilk başta Türk-İslam-Batı sentezi olarak ifade edilmiştir, fakat sosyo-politik gelişim süreci içinde “batı” lafzı düşmüş, Türk-İslam sentezine dönüşmüştür, son 20 yıl içinde de bu sentezin içindeki İslamlık dozu Türklük aleyhine genişlemiştir.
Buradan çıkacak sonuç iki ulus tahayyülünün birbirlerinin diyalektik karşıtı olmasa da alternatifleri olduklarıdır. Bu iki tahayyül arasındaki uzlaşma denemeleri, daima birinin (Sünniliğin) lehine sonuçlanan bir netice verecektir. Çünkü Sünni kimlik, kaynağını dini aidiyetten aldığı için hayatın her yönünü kuşatır, her veçhesini anlamlandırır. O bakımdan milliyetçilik açısından dinsel bir kimliği de içererek -ve inatla milliyetçi kalmaya devam ederek- daha geniş bir ulusal proje yaratmak imkansızdır. Ve imkansızlıkla yüzleşme cesareti bir ideolojik arayışın naif-enfantil havadan kurtulup, hakikaten gerçekçi ve tutarlı olabilmesi için yaman bir sınavdır.
Başladığımız yere geri dönelim: Milliyetçilik konuşmak iyi ve yararlı, en azından birileri belli bir milliyetçilik yorumunu diğer insanlara kuvvet yoluyla empoze etmediği sürece. Hatta böyle bir tartışmadan geçmişin hakkı verilmemiş yorumlarını ve yaklaşımlarını yeniden hatırlamak ve aşmak konusunda bir fayda bile umulabilir. Esasen bu yazıda benim yaptığım da bir nevi odanın içindeki fili göstermeyi denemek. Bu iki şerh de; adı üstünde, birer şerh, tartışmadaki şu veya bu tarafa sorulmuş sorular değil. Mamafih tartışmanın bu meselelerin etrafından dolaşmadan, bunları içererek ilerlemesi hem entelektüel dürüstlük adına, hem de yorumların daha ihatalı olması adına nice faydalar içerecektir.
Fotoğraf: David Monje