[voiserPlayer]
Ekonomik krizle boğuştuğumuz şu günlerde aslında konuyla doğrudan ilgili olan ancak sağlıklı bir şekilde tartışılmayan bir konu var: Türkiye’nin yeni anayasa ihtiyacı. Bu ihtiyaç -farklı gerekçelerle de olsa- toplumun önemli bir kesimi tarafından da dillendiriliyor. İhtiyacın temel nedeniyse 2017 Referandumuyla ülkenin tek adam rejimine sürüklenmesi.
Hukuk ve Ekonomi İlişkisi
Ekonomi, ulusal ve uluslararası zeminde itibara ve güvene dayanır. Ekonomik ilişki kuracak olan taraflar arasında güven olmazsa kredi tahsis edilmez, borçla mal verilmez veya ticaret yapılmaz. Hukuk, kurumlarıyla ve kurallarıyla bu güven ortamını sağlar. Milli gelirinin önemli bir kısmını dış ticaretten sağlayan Türkiye’nin uluslararası piyasalara güven verebilmesi hukukun bu işlevini yerine getirebilmesiyle ilgilidir. Örneğin serbest pazar ekonomisinde hayati role sahip olan; TCMB, BDDK, KİK, SPK vb. gibi “denetleyici-düzenleyici” mekanizmalar yürütmeden bağımsız ve günlük politikadan ari bir yapıda bulunmalıdır. Oysa Türkiye’de denetleyici ve düzenleyici kurumlar bağımsızlığını kaybetmiş ve bu kurumlar yürütmenin kontrolüne girmiştir.[1] Bir gece kararnamesiyle görevden alınan Merkez Bankası başkanı veya TÜİK yöneticileri bunu açıkça gösteriyor.
Türkiye’de ekonomi-hukuk ilişkisini olumsuz etkileyen başka bir örnek olarak bütçe hazırlama yetkisinin cumhurbaşkanına verilmesi sayılabilir. Anayasa m. 161 uyarınca bütçe doğrudan kanun teklifi olarak TBMM’ye sunulmaktadır. Meclisin tek işlevi, cumhurbaşkanının partisinin çoğunluk olduğu bir ortamda teklif edilen bütçeyi kabul-ret şeklinde oylamaktır. Yani neredeyse bütçe yönünden bir işlevi kalmamıştır. Oysa bütçe hakkı 1215 Magna Carta’dan günümüze parlamentoya tahsis edilmiş bir haktır.
Ekonomik büyüme ile demokratik kurumlar arasında yakın ilişki vardır. Demokratik rejimlerdeki ekonomik büyüme oranının otoriter rejimlerden daha yüksek olduğu, uzun vadede ekonomik büyümenin daha yüksek oranlarda kalıcı hale geldiği; medeni hak ve özgürlüklerin en önemli demokratik faktör olduğu ekonomistler tarafından da vurgulanmaktadır. [2] AB’ye katılan Doğu Avrupa ülkeleri ve Güney Kore’nin demokrasi sayesinde orta gelir tuzağına düşmemesi buna somut bir örnektir. İşler bir demokratik düzenin ekonomiye olumlu etki sağlayacağı aşağıdaki tabloyla da bir nebze somutlaştırılmıştır:
*Daha İyi Yargı Derneği
Her ne kadar içinde bulunduğumuz ekonomik krizde hukuk dışında farklı sebeplerin etkili olduğunu söylemek mümkünse de hukuk devleti ilkesinden uzaklaşılması bu krizin önemli bir tetikleyici unsurudur.
Türkiye’deki Rejim Otoriterleşmeye Yol Açtı
Türkiye’de 2012’den itibaren artan otoriterleşme, 2017’de getirilen yeni rejimle bambaşka bir boyuta ulaştı. Birçok kesim gibi Venedik Komisyonu da yeni rejimin denge ve denetleme açısından ve kuvvetler ayrılığı ilkesinden uzaklaştığı ve içinde aşırı kişiselleşme ve otoriterleşme risklerini barındırdığını vurgulamıştı.[3]
2017 değişiklikleri sonrası “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” (CHS) olarak ifade edilen, ne bir başkanlık sistemi ne de parlamenter sistem olarak tanımlanamayan, benzeri olmayan ilginç bir sistemle yönetiliyoruz. “Başlangıçta Türk tipi başkanlık” olarak lanse edilen bu sistem, aslında bir başkanlık sistemi değil. Başkanlık sistemi, ABD’deki biçimiyle elbette demokratik bir hükümet sistemi olarak kabul edilebilir. Çünkü ABD’deki başkanlık sisteminde; her ne kadar yürütme yetkisi halk tarafından seçilen tek bir kişiye verilmişse de bunun diktatoryal bir duruma dönüşmemesi için başkanın çok etkili bir yasama ve yargı denetimine tabi tutulduğunu görmekteyiz. Ayrıca federal bir cumhuriyet olan ABD’de bir diğer yandan federal devletlerin bazı yetkileriyle de başkanın yetkileri kısıtlanmaktadır. Türkiye’de ise tam aksine yasamanın elindeki gensoru gibi denetleme araçları elinden alındı ve yargı yürütmenin güdümüne sokuldu.
Türkiye’deki 2017 Anayasa değişikliğiyle getirilen sistemin ABD’deki başkanlık sisteminden çok ciddi şekilde ayrıştığını gösteren başka bulgular da var. Örneğin, başkanlık sisteminin özünü yürütme kuvvetini temsil eden başkanın ve yasamayı temsil eden parlamentonun ya da kongrenin ayrı seçimlerle ve sabit sürelerle göreve gelmeleri ve bu sabit süre zarfında birbirinin hukuki varlığına son verememeleri oluşturur. Yine ABD’de ve pek çok ülkede başkan seçilen kişi partisinden istifa etmek zorundadır. Türkiye’de ise böyle bir durum yok. TBMM 3/5 çoğunluk ile kendisini ve cumhurbaşkanını yeni bir seçime sokabiliyor. Cumhurbaşkanı ise tek taraflı iradesiyle her zaman TBMM’yi feshedip (tabi kendisini de seçime sevk ederek) parlamentonun varlığına son verebilir.
Cumhurbaşkanı yetkileri tek elde toplamasına karşın cezai sorumluluğa gidilebilmesi de güçtür. Bu nedenle etkili bir şekilde denetlenememektedir. TBMM’nin cumhurbaşkanı hakkında soruşturma açabilmesi için yine 3/5 çoğunluk oyu gerekecektir. Yüce Divan’a sevk içinse 2/3 çoğunluk aranmaktadır. Diğer bir deyimle cumhurbaşkanının yargılanabilmesi için partisinin (veya ittifakının) 200’den az milletvekiline sahip olması gerekecektir ki bu pek güç bir ihtimaldir. Öyleyse Türkiye’de cumhurbaşkanının denetlenmesi fiilen mümkün değildir. Her ne kadar 2017 öncesi düzenlemede cumhurbaşkanının sadece göreviyle ilgili olarak ve yalnızca vatana ihanet suçu kapsamında sorumlu olduğu, yeni düzenlemelerle şahsi ve görev suçlarıyla da sorumlu olabileceği bazı kesimlerce vurgulanıyorsa da bu illüzyondan öte bir şey değildir. Çünkü eski sistemdeki cumhurbaşkanı sembolik yetkilere sahipken mevcut cumhurbaşkanı yürütme yetkilerini tekelinde toplamış durumdadır.
Eklenmesi gereken bir husus da başkanlık sisteminin, demokrasi kültürünün gerçekten içselleştirildiği ülkelerde tam anlamıyla uygulanabildiği gerçeğidir. Zira başkana verilen güçlü yetkilerin güçlü mekanizmalarla etkili bir şekilde denetlenmesi şarttır. Bu denetimin uygulanması güçlü bir demokrasiyle mümkündür. Unutulmamalıdır ki ABD bu sistemi ancak 200 yılı aşkın demokrasi deneyimiyle yoluna koyabilmiştir. Bu süreçte iç savaş gibi ciddi yıkımlar yaşamıştır. ABD’deki demokrasi kültürünü anlatabilmek için hukuken önlerinde bir engel olmamasına rağmen ABD tarihindeki tüm başkanların en fazla 2 dönem aday olup, 3. kez seçime girmekten imtina etmeleri örnek verilebilir.[4] Bizdeki iktidar tutkusu ise Adnan Menderes, Süleyman Demirel ve son olarak Recep Tayyip Erdoğan örnekleri üzerinden açıklanabilir. Başkanlık sisteminin uygulandığı Latin Amerika ülkelerinin otokrat rejimleri ve ekonomik durumları da bu sistemin demokrasi kültürü olmadığında ne tip sonuçlara yol açabildiğini ortaya koyuyor.
Ülkemizin siyasî parti yapısı, seçim ve aday belirleme sistemi bağlamında sıkı bir parti disiplinin mevcut olması; milletvekili adaylarının, tabandan ziyade parti yönetiminin inisiyatifi ile belirleniyor olması; liderin gücü; parti içi demokrasi kültürünün olmaması ve cumhurbaşkanının parti görevlerinin devam etmesi, yürütmenin yanında yasamaya da hükmetmesi sonucunu doğurdu.
Türkiye’de uygulanan sistem tam anlamıyla başkanlık sistemi olmadığı gibi bu sistemde öngörülenden daha fazla yetkiler barındırıyor, yasama-yürütme ve yargı arasındaki denge ve denetleme mekanizmalarıysa bulunmuyor. Cumhurbaşkanının soruşturulabilmesi ve Anayasa Mahkemesi’ne sevk edilebilmesi için aranan çoğunluk şartlarıyla adeta cezasızlığın yolu açılmış durumda. Hükümetin olmadığı sadece cumhurbaşkanının olduğu bu sistemde hesap verilebilirlikten söz etmek ne yazık ki mümkün değil.
Sadece Sistem Değişikliği Yerine Yeni Bir Anayasayı Konuşma Zamanı
İçinde bulunduğumuz ekonomik ve siyasi krizlerin en önemli sebebi otoriter yönetim sistemi. Bu bağlamda muhalefet partilerinin büyük kesimi bir araya gelip “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” (GPS) adında yeni bir yönetim sistemi için ilkesel boyutta bir çerçeve ortaya koymuştur. Bu metin, işlevsel olarak CHP’nin 1959’da yayımladığı ve 1961 Anayasası’nın da temelini oluşturan “ilk hedefler beyannamesi”ne benzetilmektedir ki bu bir yönüyle doğrudur.[5]
Ortaya konulan GPS metniyle ilgili ise bazı olumlu ve olumsuz noktalar var. Öncelikle mevcut sistemin neden doğru bir yönetim biçimi olmadığını yerinde gerekçelerle açıkladığını söylemek gerekir. Yine yukarıda değindiğimiz “bütçe hakkının” TBMM’ye iadesi, siyasetin finansmanının şeffaflaştırılması, seçim barajının düşürülmesi, ifade özgürlüğü ve yargı bağımsızlığına ilişkin birtakım vaatler olumlu.[6]
Yine “bu yeni bir başlangıç ve yeni bir inşadır” çıkışı da çok umut vericidir. Ne var ki bu başlangıç metni kapsayıcı, katılımcı ve şeffaf bir şekilde oluşturulmamıştır. HDP ve sivil aktörler bu süreçte dışlanmıştır. 1921 Anayasası’na atıf yapılırken bu ülkenin önemli unsurlarından Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere hak ihlaline uğrayan kesimlerin sorunlarına değinilmemiştir. İnsan hakları vurgusu yapılırken anadilde eğitim, zorunlu din dersi, terör kavramının yeniden tanımlanması gibi eski ve büyük sorunlar es geçilmiştir. Yerel yönetimlerin güçlendirileceği belirtilmiş, bunun ne şekilde olacağı açıklanmamıştır. İktidar bloğu ise mevcut sistemin oturması için tadil ihtiyacı olduğunu savunup –aslında sistemi daha otoriter hale getirecek- değişiklik önerilerinde bulunmaktadır. Şu sıralar yasalaşan seçim düzenlemeleri de bunun bir parçası.
GPS’nin mevcut yönetim sistemine ilişkin değindiği eksikliklerin çoğunda haklı olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemizin bu otoriter mekanizmadan kurtulması tespiti de doğrudur. Ancak sistem değişikliği yegane çözüm mü? Hükümetlerin sık sık düşürülmesi sonucu oluşan siyasi istikrarsızlığı engellemeyi amaç edinen Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem veya mevcut “hiperbaşkanlık” arasında sıkışıp kalmak zorunda mıyız? Ayrıca sistem değişikliği sağlandıktan sonra her şey güllük gülistanlık mı olacaktır? Türkiye’nin yıllardır süregelen sorunlarına kayıtsız kalmak, halı altına süpürmek, ötelemek ne derece doğru? Üçüncü bir yol yok mu?
Dünyadaki örneklere baktığımızda görmekteyiz ki ekonomik krizler, ülkelerde ya daha otoriter rejimlerin gelmesine neden oluyor ya da toplumsal uzlaşıya bir kapı aralıyor. Türkiye de bu iki uçtan birine doğru yol alacağa benziyor. Mevcut sorunlar sarmalında çözümü sadece sistem tartışmalarında aramak doğru değildir. Gelir adaletsizliğinden iklim krizine, yerel yönetimlerden temel insan haklarına kadar pek çok sorunu kapsayıcı bir şekilde ele almak gerekir. Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken, %50+1’le yetinmeden, gerçekten katılımcı bir şekilde, toplumsal uzlaşıyı sağlayan yeni bir anayasayı ele almak gibi tarihi bir fırsatımız olabilir.
[2] Democracy Does Cause Growth
[3] https://www.venice.coe.int/webforms/documents/default.aspx?pdffile=CDL-AD(2017)005-e
[4] Bunun tek istisnası 2. Dünya Savaşı dönemi 3 kez seçilen başkan Franklin D. Roosevelt’tir. Onun seçiminden sonra 2 dönem kuralı yasal bir boyut kazanmıştır.
[5] https://t24.com.tr/yazarlar/tolga-sirin/guclendirilmis-parlamenter-sistem-neyi-guclendiriyor,34499 [6] Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem mutabakat metninin yargı başlığına ilişkin detaylı görüşlerimiz için bkz. https://new.daktilo1984.com/forum/yargi-bagimsizligi-ve-alti-partinin-mutabakat-metni-uzerine-dusunceler/
Fotoğraf: Marco Oriolesi