[voiserPlayer]
Türkiye Cumhuriyeti’nin stratejik kimliği uzun ve kanlı deneyimlerin, ağır bedeller ödenerek yaşanan tecrübelerin, çoğu zaman da oldukça karmaşık siyasal ve ekonomik süreçlerin sonunda şekillenmiştir. Türkler bilinen tarihlerinin en başından beri, ama mecburiyetten ama siyasi ve iktisadi koşulların zorlamasıyla, ama içgüdüsel olarak hep Batı istikametine hareket etmişlerdir. Günümüzün tartışmasını anlamlandırmak açısından sanırım en doğru başlangıç noktası Osmanlı’nın Batı karşısında geriye düştüğünü görüp kendini yenilemesi, Batı’nın askeri teknolojisini öğrenmeye ve ayakta kalmasının kendini yeniden “tanzim etmesine” bağlı olduğunu idrak etmesidir. Hem Osmanlı’nın son önemli sultanı olan Abdülhamit hem onun istibdadına karşı amansız mücadele veren İttihat ve Terakki, devleti ayakta tutabilmek için yenilenmenin kaçınılmaz olduğunun idrakinde idiler. Birinci Dünya Harbi’nden sonra yurdumuzu işgalden son anda kurtaran kurucu irade de Bolşeviklerden destek almasına rağmen nihayetinde yüzünü Batı’ya çevirmeyi tercih etmiştir. Cumhuriyeti kuran nesil sürgünler, seyahatler, okudukları eserler ve yıllar yılı Avrupalılarla yaptıkları savaşlar neticesinde Batı’nın medeniyet mücadelesinde önemli mesafe aldığını görmüş ve o istikamete yönelmemiz gerektiğini birinci elden tecrübe etmişlerdir. Cumhuriyetin erken yılları Türkiye’nin nispeten bağımsız bir stratejik kimliğe sahip olduğu bir döneme işaret etse de 2. Dünya Savaşı sonrası Stalin’in Türk boğazları, Kars ve Ardahan üzerinde hak talep etmesi, dünyanın Batı – Sovyetler ekseninde Soğuk Savaşa yönelmesi, Türkiye’nin denge arayışına girmesine ve NATO’ya üye olması ile sonuçlanmıştır. Daha uzun vadeli bir perspektiften bakmak gerekirse Türkiye esas itibarı ile Batı ile mücadele etmekten vazgeçip onunla bütünleşmeyi yeğlemiştir. Bu tercih uluslararası konjonktürün, giderek artan Sovyet tehdidinin ve Ankara’nın güvenlik arayışının neticesinde tecelli etmiştir.
Osmanlı’nın son yüzyılında olanlara ve Büyük Harp sonrasında yurdumuzun işgal edilmesine rağmen yeni Türkiye Cumhuriyeti medeniyet aksını Batı’ya çevirmiştir. Kılık-kıyafetini, takvimini, kanunlarını hatta kullandığı alfabeyi Batı’dan alan bir ülkenin güvenliğini de aynı kutupta araması Atatürk devrimlerini tamamlayıcı ve anlamlandıran tarihsel nitelikte stratejik bir adım olmuştur. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları Kurtuluş mücadelesi esnasında Bolşeviklerden silah ve para yardımı almışlardır fakat komünizme veya Sovyetlerin temsil ettiği siyasal modele ilgi duymamışlardır. Aksine Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Trabzon’da acımasızca öldürülmesi yoluna gidilmiştir.
Türkiye’yi 1952’de NATO’ya sokan irade ve Sovyetler Birliği’nin en güçlü olduğu dönemlerde Türkiye’yi yöneten kadrolar da Türkiye’nin ulusal çıkarlarını Batı ittifakı içerisinde görmüştür. Batı ile sorun yaşanan zamanlarda Moskova ile ilişkiler geliştirilmiş, Batıya olan bağımlılık dengelenmeye çalışılmış ve bu hamleler çoğu zaman da yerinde olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Türkiye’nin jeostratejik önemi kısa zamanda tekrar tanınmıştır. Yugoslavya iç savaşı, Karabağ, Bosna, Hazar gaz ve petrolünün Batı pazarlarına Türkiye üzerinden ulaşımı, Körfez savaşları, Irak’ın işgali, Orta Asya’nın Sovyet boyunduruğundan kurtulması, Arap Ayaklanmaları ve bu meyanda Suriye iç savaşına değin birçok gelişme yurt edindiğimiz toprakların bölgesel ve küresel anlamda stratejik önemini eskisinden de daha kuvvetle teyit etmiştir. Türk dış politikasının en dengeli ve en başarılı dönemlerinden biri kabaca 1999-2010 yıllarına tekabül eden dönemdir. Bu dönemin en önemli tanımlayıcı karakteristikleri şöyle sıralanabilir;
1. Bülent Ecevit – İsmail Cem ikilisiyle filizlenen “Bölge-Merkezli Dış Politika” anlayışının AK Parti iktidarında devam ettirilmesi, Türkiye’nin Batı ve Doğu ile olan ilişkilerinin dengelenmesi, farklı vektörlerde komşuluk siyasetinin normalleşmesi
2. Türkiye’nin sistem-içi aktör olarak sistemin idare edilmesinde sorumluluk alması (AB adaylığı, BMGK üyeliği, Medeniyetler İttifakı gibi),
3. Türkiye’nin Afrika, Az Gelişmiş Ülkeler ve Güney Amerika gibi yeni coğrafyalara açılımı
4. Yapısal olarak dış siyaset karar alma ve icraatında aktörlerin çoğalması ve demokratikleşmesi.
Bu siyaseti ve atılımı o dönemde mümkün kılan ana unsur iç siyasette atılan demokratikleşme ve reform hamleleriyle birlikte gelen ekonomik büyüme ve genel olarak Türkiye’nin uluslararası sistem içerisinde itibar ve ağırlığının artması olmuştur. Avrupa Birliği’ne resmen aday olunması, müzakere sürecine başlanması, yabancı dış yatırımın görülmemiş seviyelere çıkması, ekonominin büyümesi, sivil toplumun gelişmesi ve genel olarak demokratikleşmenin ivme kazanması Türkiye’ye uluslararası ve bölgesel zeminlerde önemli oranda siyasal ve stratejik nüfuz kazandırmıştır. Maalesef 2010 yılından sonra bu dengeli anlayış terk edilmiş, karar verici elit aşırı özgüven ve kibre mağlup olmuş, Suriye iç savaşına doğrudan müdahil olunarak dış siyasetimiz zehirlenmiş, 2013 yılından sonra uluslararası sistemin ana aktörleri ile çatışan bir konuma geçilmiştir. 2013 yılından itibaren Suriye iç savaşının şiddetinin artması ve Ankara’nın oradaki radikal unsurlara destek vermesi, IŞİD mensuplarının Türkiye üzerinden Suriye’ye ulaşmaları ve ülkemizde tedavi edilmesi Batı ülkeleri ile gerginlik yaratmaya başlamıştır. 2015 yılında savaş uçağını düşürdüğümüz Rusya Federasyonu ile de ciddi bir kriz yaşanmış iş Kremlin’in BMGK’ne Türkiye’nin IŞİD ve al-Nusra gibi terör örgütlerinden petrol satın aldığını gösteren belgelerin verilmesine kadar varmıştı.[1]
Bunu müteakip 2016 yılında Ankara, Moskova’dan özür dilemiş 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Kremlin’in darbe girişimini Ankara’ya önceden haber vermesi ile ilişkiler hızla tamir edilmiştir. Gezi olaylarından başlayarak gerilen Türk-Amerikan ilişkileri 2014 sonbaharında Obama Yönetimi ile IŞİD’le mücadele bağlamında yaşanan görüş ayrılıklarının Washington’un Suriye Kürtlerine askeri yardımda bulunması ile sonuçlanmıştır. 2016 yılındaki darbe girişimi sonrasında Fethullah Gülen’in ABD’de ikamet etmesi ve iade edilmemesi üzerine Ankara ABD’den daha da soğumuş ve iki ülke arasındaki güvensizlik artmıştır. Esasen Ankara 2013 Gezi olaylarından beri ABD ve AB’den şikayet etmeye başlamış, Şanghay İşbirliği Teşkilatı gibi alternatif platformlarda zemin aramaya hız vermiştir. Bu olguyu Türkiye’nin AB katılım müzakerelerinde mesafe alınamaması, Gezi Parkı protestoları ile başlayan insan hakları ve ifade hürriyeti ihlallerinden ötürü Batı’da imajının hızla kötüleşmesi çerçevesinde de okumak gerekmektedir. 2016 yılında Donald Trump’ın beklenmedik bir şekilde başkan seçilmesi Türk-Amerikan ilişkilerine – en azından liderler seviyesinde – bir miktar artan iletişim imkanı ve empati sağlamış olsa da Washington’da hem Kongre hem Pentagon hem de düşünce kuruluşları nezdinde Ankara’ya yönelik oldukça olumsuz bir bakış açısı hakim olmaya devam etmektedir. Türkiye’nin stratejik kimliğinde artan orandaki oynaklığını bölgesel ve uluslararası konjonktürden bağımsız okumak yanlış olacaktır. Bu konjonktürün tanımlayıcı unsurları Trump’ın başkanlığı döneminde transatlantik ilişkilerde eşi görülmemiş gerginlik, Avrupa’da aşırı sağın yükselişi, Brexit, IŞİD ve benzeri terör örgütlerinin Avrupa ve ABD’de giriştikleri terör eylemleri, Suriye ve Afrika’dan Avrupa’ya artan oranda devam eden mülteci akını ve bunun Batı’da yarattığı panik halidir. Bu konjonktür de Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin daha kırılgan bir zemine taşınmasına katkı sağlamıştır. Bunda Ankara’nın Suriye iç savaşındaki rolü, radikal örgütlere verdiği destek ve içeride giderek artan otoriterlik gibi olumsuz etkenlerin rolü olduğu gibi Batı dünyasının kendi sorunlarıyla meşgul olmasının getirdiği umursamazlık ve ilgi/empati eksikliği de etkili olmuştur. Bu meyanda bilhassa Suriyeli mülteciler meselesinde Türkiye’nin yaptığı fedakarlıklara yönelik Avrupa’da rahatsız edici bir empati eksikliği ve duyarsızlık gözlenmiştir.
S400’lerin Türkiye’ye gelmesinden çok önce de NATO İttifakı ve çok-taraflı forumlarda Ankara’nın aldığı pozisyonlar – özellikle iç siyasette Batı’ya yönelik agresif bir dil kullanması – tepki çekmeye başlamıştır. 2017 yılında Avrupalı liderlere yönelik Nazi suçlaması, Avrupa’da yaşayan Türk diasporasının, Diyanet İşleri Başkanlığının ve STKların iç siyasetuzantıları olarak kullanılması Avrupa ülkelerinde psikolojik bir eşiğin geçilmesine sebep olmuştur. S400lerin uzun bir süreçten sonra nihayetinde Türkiye’ye gelmesi Batı başkentlerinde Türkiye’nin Batı’dan kopma sürecinde yeni bir aşama olarak değerlendirilmektedir. Türkiye’nin F-35 tedarik ve alıcı konumundan çıkarılması – önlem alınmazsa – ülkenin kademeli olarak Batı savunma sisteminin dışına itilme ihtimalini barındırmaktadır. Türkiye S400 hava savunma füzesi ile caydırıcılığını artırmayı hedeflerken tam aksine Batı savunma sisteminin dışına itiliyor, gelecekte karşılaşacağı güvenlik tehditlerine karşı şimdiden kendini sıkıntılı bir konuma sokmaktadır. Ege Denizinden, Kıbrıs’a; Doğu Akdeniz’den, Kafkasya’ya, Karadeniz’den Balkanlara ve tabii ki Orta Doğu’ya dek birçok cephede güvenlik endişeleri olan ülkemiz hesapsız ve öngörüsüz bir inatlaşma sonrasında daha savunmasız bir hale gelmiş, Rusya Federasyonu’na bağımlılığı artmış, genel olarak askeri caydırıcılığı azalmıştır. Daha Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması kararının mürekkebi dahi kurumadan İsrail, Polonya ve Hollanda gibi ülkelerin bizim olması gereken uçaklara talip olması da içine düşülen stratejik hatanın vahametini teyit etmektedir. S400 kararıyla Türk Hava Kuvvetleri çağ atlayacağı bir savaş uçağından, Türk savunma sanayii üretim ve tedarik zincirinde kazanacağı önemli tecrübelerden, ülke olarak da 10 milyar doların üzerinde bir gelirden mahrum kalmıştır. Hükümet yanlısı medyada yer alan “biz de Ruslardan Su-54 alırız” gibi yaklaşımlar maalesef plansız ve öngörüsüz bir stratejik ergenliğe işaret etmektedir. Teknik olarak Su-54, F-35’e göre daha az kabiliyete sahip bir savaş uçağı. Yunan Hava Kuvvetleri’nin F-35 alıp bizim Su-54’le mukabele etmemizin Ege’deki hava saha hakimiyetini nasıl etkileyeceğini ön görmek için kâhin olmaya gerek yoktur. Sputnik ve benzeri Rus haber ajanslarının F-35 kararına ilişkin yaptıkları manipülatif yayınlar ortadaki vahim stratejik yanılgıyı gizlemeye çalışsa da ortada tam bir başarısızlık vardır.
Türkiye’nin Batı İttifakı’ndan kopup Rusya Federasyonu’na yönelmesi tartışması sanki iki benzer veya eşit güçten bahsedildiği yanılgısını doğurmaktadır. Rusya Federasyonu’nun 2018 yılı itibarı ile gayrisafi milli hasılası (1,657 trilyon dolar) İtalya’nın (2,073 trilyon dolar) ancak % 79’una tekabül etmektedir. ABD’nin gayrisafi milli hasılası ise (20,494 trilyon dolar) yani Rusya Federasyonu’nun 12 katı kadardır.[2] Rusya Federasyonu’nun ekonomisi petrol ve doğal gaz pazarlarındaki dalgalanmalarına karşı çok açıktır. Türkiye’nin ise çok-boyutlu ve ana pazarı Avrupa olan bir ekonomisi vardır. İhracatımızın % 50’si Avrupa Birliği ülkelerine gerçekleşirken Şanghay İşbirliği Örgütü ülkelerine sadece % 5 düzeyinde mal ihraç ediyoruz.[3] 2018 yılının Ocak-Ekim döneminde Türkiye’ye yapılan doğrudan yabancı yatırımın (DYY) % 76’sı Avrupa ülkelerinden % 9.1’i ABD’den gelmekte yani toplam olarak Türkiye’ye gelen DYY’nin % 85’i Batı’dan gelmektedir.[4] Bu veriler Türkiye’nin ekonomik olarak Batı pazarları ile entegre olduğunu ve ürettiği malı o pazarlara sattığını göstermektedir. Türk Hava Kuvvetleri’nin on yıllardır ABD teknolojisi kullandığı, personelinin de bu silah ve teçhizata göre eğitildiğini hatırlatmak gereğinin olmaması gerekir ama sanırım günümüzün bilgi kirliliğinde buna da ihtiyaç vardır. S400’lerin bir hava savunma sistemine entegre edilememesi de bu füze sisteminin etkisini ciddi oranda sınırlandırmaktadır. Daha da önemlisi Türkiye ile Rusya Federasyonu hemen hemen hiçbir dış politika konusunda aynı tarafta değiller. Bosna, Kosova, Kıbrıs, Kırım, Karabağ, PKK ve terör, Türk-Yunan ilişkileri, Türkiye’nin AB’ye tam üye olma hedefi, Karadeniz güvenliği ve hatta Astana Sürecine rağmen Suriye’de de birçok konuda ihtilaf halindedir. Ankara ve Moskova’nın ortak bakış açısı geliştirdikleri tek konu Venezuela’dır. Bosna ve Kosova’da Müslümanları Rus-destekli Sırp saldırılarından NATO uçakları korudu ve bu sayede Yugoslav iç savaşının sona ermesi sağlanabildi. PKK’nın halen Moskova’da faal ofisi olup Rusya PKK’yı terör örgütü olarak görmemektedir. Kırım’ın tüm uluslararası normlara rağmen ilhak edilmesi Türkiye’nin yakın komşuluk alanındaki en önemli soydaş gruplarından biri olan Kırım Tatarlarına indirilmiş ağır bir darbe oldu. Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine yönelik baskı ve zulme Moskova’dan değil Washington’dan ses çıkmaktadır. 2004 yılında BM Güvenlik Konseyi’nde Kıbrıs Türklerinin üzerindeki tecridin kaldırılması maalesef Rus vetosu ile engellemiştir. Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki bankalarda Rus kara parası aklanmakta, Ortodoksluk üzerinden de gelişen bu ilişkiler Moskova’nın her zaman Rum tarafını tutmasına neden olmaktadır. Rusya Karabağ’da Ermenistan’ın ana güvenlik sağlayıcısıdır. Karadeniz’de Rus tarafının artan agresifliği ancak NATO donanmalarının denge sağlaması ile önlenebilmektedir. Moskova, Türkiye’nin AB’ye üye olmasını hiçbir zaman desteklememiştir. Astana Sürecine rağmen başta İdlib’te olmak üzere Suriye’de de aynı zaviyeden baktığımız söylenemez. Bununla birlikte hem Putin’in hem de Rus diplomasisinin Suriye’de birçok konuda Türk tarafına zaman zaman kolaylık sağladığı doğrudur. Bu vesile ile Rus diplomasisinin yüzyılların tecrübe ve birikimi ile kendi çıkarları için iyi taktiksel hamleler yaptığını teslim etmek lazım. Washington’un aksine Moskova elindeki kartları çok iyi oynamaktadır. Putin ve Erdoğan arasındaki kişisel ilişkiler kurumsal ilişkileri fazlasıyla bastırmış birçok alanda işbirliği sağlanmıştır. Türkiye içerisinde hem hükümet-destekli hem de Rus medyasının “rıza üretiminde” oldukça başarılı olduğu da görülmektedir. Bu konuda özellikle sosyal medya araçlarının Rus ajansları tarafından oldukça başarılı bir şekilde manipüle edildiği izlenmektedir.[5] Toparlamak gerekirse, S400 alım kararının gösterdiği gibi stratejik kimliğimiz tam bir yalpalanma içerisinde. Hem dostlarımızda hem de müttefiklerimizde stratejik bakışımıza ilişkin soru işaretleri arttı. Daha kötüsü güvenilirliğimiz ciddi bir şekilde sorgulanır oldu. Şunun iyi bilinmesinde yarar vardır: Sırtımızı dayadığımız Rusya Federasyonu Türkiye ile eşitler arası bir ilişki tasavvur etmiyor. Kremlin Türkiye ile asimetrik bir ilişki yani ast-üst ilişkisi arzulamaktadır. Bu senaryoda kimin ast olduğu aşikardır. Elimizdeki bütün veriler dikkate alındığında Ankara’nın Batı ile devam eden çekişmesinin temelinde iç siyasi sebepler yattığı açıktır. Ankara’nın Gezi olaylarından bu yana şiddetlenen Batı paranoyası Moskova’nın 15 Temmuz darbe girişimini önceden bildirmesi ile daha da travmatik bir hal almıştır. Batı ile organik ilişkilerin devamı demokrasi, insan hakları, ifade hürriyeti ve hukukun üstünlüğü gibi kritik konularda sürekli eleştiri ve yaptırımlara açık olunması anlamına gelmektedir. Ankara’nın bu “ayak bağlarından” kurtulmak isteyebileceği tahmin edilebilir. Hiç şüphe yok ki, iktidarın özellikle 23 Haziran’da daha da belirginleşen kırılganlığı Türkiye’nin rotasını Batı’dan uzaklaştırmak için var olan sezgilerini kuvvetlendirmiş olabilir. İç siyasette iktidarın mevcut parametrelerle devamı medya, ifade hürriyeti ve muhalif oluşumlar üzerinde sıkı bir denetimin kurulması, devletin zor gücünü ve yargıyı sorgusuz-sualsiz kullanabilme olanağının devam etmesine bağlıdır. Yani var olan otoriter yönetim modelinin devamı iktidarın ömrü için elzemdir. Rusya ve Avrasya’ya dönen bir Türkiye’nin bu tür konularda eleştirilmesi beklenmeyeceğinden bu tercihin çıkış noktası daha iyi anlaşılmaktadır. Böyle bir yaklaşım Batı ile devam eden ilişkinin asgariye indirilmesi gerektiğini düşünüyor olabilir. Bu kısıtlı ilişki modeli karşılıklı ekonomik menfaatlerin mümkün olduğu derecede muhafaza edilmesi, Türkiye’nin 4 milyon Suriyeli mülteciye bakmaya devam etmesi ve Avrupa’ya geçişlerinin engellenmesi fakat insan hakları, ifade hürriyeti ve hukukun üstünlüğü gibi değer-bazlı konuların ilişkiden çıkarılmasını ön görmektedir. Yani alış-veriş temelli kısıtlı bir ilişki tasavvur edilmekte, savunma, güvenlik ve dış politika meselelerinde artan oranda Rusya Federasyonu’na tabi olunan bir senaryo tasavvur edilmektedir. Ne var ki, bu modelin kısa vadede üç açmazı vardır:
(1) Devam eden ekonomik krize Rusya Federasyonu’ndan gelebilecek kaynakla çare bulmak mümkün değildir. Bu kaynak ancak Batı’da ve/veya Batılı kurumlarda mevcut;
(2) Yerel seçimden sonra güçlenen muhalefete ve parti-içinden gelen yeni arayışlara nasıl mukabele edileceği henüz çözümsüz olarak karşımızda durmakta;
(3) Türkiye toplumu ekonomik kalkınma, demokratikleşme, insan hakları ve çoğulculuk gibi meselelerde büyük oranda Batı’ya özenmekte orayı kendisine referans almaktadır. Yurttaşlarımız çocuklarını okumak için Moskova’ya değil Washington’a, Berlin’e veya Londra’ya yollamaktadırlar. Din, kültür ve değerler bazında Batı ile oldukça problemli bir ilişkisi olsa da medeniyet standartlarında Batı’yı kendisine referans almaktadır. Her ne kadar iktidar “evrensel değerleri Batı ile özdeşleştirerek otoriterliği yerel, milli ve kültürel bir özellik” olarak kodlamak istese de özellikle yaşanan derin ekonomik kriz, hukukun ayaklar altına alınması, yaygın kanunsuzluk, yolsuzluk ve usulsüzlük yerel seçimlerin teyit ettiği üzere eldeki otoriter rejimin (özellikle başkanlık sisteminin) artık geniş halk kesimlerince onaylanmadığına işaret etmektedir.[6]
Ankara özellikle Başkan Trump ile olan ilişkisine binaen belki ABD’den gelecek yaptırımları engellemek veya önemsizleştirmek konusunda mesafe alabilir. Bu konuda Washington’un da Türkiye’yi tamamen kaybetmek istememesi de rol oynayacağa benzer. Ne var ki, böyle olsa da Ankara ve Moskova’nın iddia ettiği gibi S400’ler Türkiye’nin daha bağımsız olmasına sebep olmayacaktır. Aksine Ankara’nın NATO ile olan ittifak ilişkisini zayıflatıp tereddüde düşüreceğinden Rusya’ya daha da bağımlı hale getirecektir. Rus tarafı bunu iyi anlamaktadır. Türkiye’nin büyük fedakarlıklar göstererek 600 bin kişilik bir orduyu on yıllarca beslediği ve bu yolla Soğuk Savaşı güvenliğine zarar gelmeden atlattığı düşünülerse NATO’ya üyeliğin getirdiği güvenlik şemsiyesinden tam da şimdi yararlanması gerekirken son yıllarda gösterdiği yalpalama ülkemiz için önemli riskler barındırmaktadır. Doğu Akdeniz’de aleyhimize gelişen ittifak ve işbirlikleri bu risklerden sadece biri.
Sonuç
Ankara’nın ABD ve AB ile olan ilişkilerini gerçekçi bir şekilde masaya yatırması ve yeni bir ilişki modeli üzerine kafa yorması gerekmektedir. ABD ile birçok alanda yaşanan görüş ayrılıklarının karşılıklı olarak ele alınmasına ihtiyaç vardır. Unutulmamalıdır ki tek bir ABD yoktur. ABD de kendi içinde önemli siyasi ve kültürel mücadeleler yaşamaktadır. Rusya Federasyonu ile önemli enerji ve ticaret ilişkilerimiz mevcuttur. Savunma alanında da Rusya Federasyonu ile işbirliği yapmakta beis yoktur. Ne var ki S400 meselesinde görüldüğü üzere konuyu bir ülkenin topyekûn oryantasyon değişikliğine getirmek, var olan ittifak ilişkilerini, savunma çıkarlarımızı ve silahlı kuvvetlerimizin caydırıcılığını tehlikeye atmak ulusal çıkarlarımıza hizmet etmemektedir. Stratejik kimliğimizin dalgalanma ve belirsizlikle anılması bu yazıda ayrıntılanan sebeplerle ülkemizin uluslararası konumuna zarar vermektedir. Türkiye’deki Rus lobisinin en önemli başarısı S400 alımını bir bağımsızlık adımı olarak pazarlayabilmesidir. Küresel bir dünyada hiçbir ülke tam bağımsız olamadığı gibi Türkiye’nin de tam bağımsız olması mümkün değildir. Türkiye dış politikadaki bağımsız hareket etme alanını ancak 1999-2010 yıllarında başardığı gibi sistem-içi yapıcı ve sorumluluk alan bir aktör konumunda iken artırabilir. O zaman bu başarının nasıl kazanıldığı bu yazıda anlatılmıştır.
Nihai tahlilde Türkiye Selçuklu Devleti’ni simgeleyen çift başlı kartal gibi hem Batı’yı hem Doğu’yu dengelemek zorundadır. Balkanlardan Karadeniz’e, Kafkasya’dan Orta Doğu’ya, Doğu Akdeniz’den Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafi yelpazede hem Batı hem Doğu ile etkileşim ve rekabet halindeyiz. Ne var ki, İkinci Dünya Harbi’nden bu yana güvenliğimizi Batı İttifakı içerisinde yer alarak sağladık. 17 yıl önce Türkiye’nin tüm yumurtalarını Batı sepetine koyduğu eleştirisi yerinde idi ve bu sorun müteakip yıllarda – en azından2010 yılına dek – büyük oranda giderildi. Bugün ise tam tersi bir durum söz konusu. Türkiye tüm yumurtalarını Rus sepetine koymaya hevesli gözüküyor. Batı-Doğu dengesi yine bozulmaya ve Türkiye bundan zarar görmeye başladı. Stratejik kimliğimizi tekrar – tüm unsurları ve boyutlarıyla – düşünmek Batı-Doğu dengesini bozmadan sistem içerisinde bağımsız hareket alanımızı artırmanın yollarına bakmalıyız.
Dipnotlar:
[1]Kerim Has, “Turkey, Russia, and the Looming S-400 Crisis” (Türkiye, Rusya ve Yaklaşan S-400 Krizi), MEI Analysis, 10 Temmuz 2019, https://www.mei.edu/publications/turkey-russia-and-looming-s-400-crisis.
[2] Dünya Bankası 2018 Gayrisafi Milli Hasılat (GDP), https://data.worldbank.org/indicator/ny.gdp.mktp.cd?locations=ru.
[3] Esfender Korkmaz, “Şanghay demokraside ve ekonomide kayıp demektir”, Yeniçağ, 7 Nisan 2019 yazısında TÜİK verilerini kullanmıştır, https://www.yenicaggazetesi.com.tr/sanghay-demokraside-ve-ekonomide-kayip-demektir-51458yy.htm
[4]”Turkey: Foreign Investment” (Türkiye: Yabancı Yatırım), Santander Trade Portal at, https://en.portal.santandertrade.com/establish-overseas/turkey/foreign-investment.
[5] Akın Ünver, “Russia Has Won the Information War in Turkey” (Rusya Türkiye’deki Enformasyon Savaşını Kazandı), Foreign Policy, 21 Nisan 2019, https://foreignpolicy.com/2019/04/21/russia-has-won-the-information-war-in-turkey-rt-sputnik-putin-erdogan-disinformation/.
[6] Burak Bilgehan Özpek (@bozpek), 23 Kasım 2016, 9:22, https://twitter.com/bozpek/status/801355182873477123