[voiserPlayer]
İlk kurşunu Çin’in Türkiye Büyükelçiliği attı. Yayınladıkları videoda kendilerini Lego’dan doktor kahramanlar olarak gösteriyor, Özgürlük Heykeli’yle sembolize edilen ABD ise gittikçe hastalanıyordu. Çin,”Biz size söyledik” derken, öfkeden kızaran heykel, “Yalancılar” diyebiliyordu sadece. Çin, gelecek virüsle mücadelede önerilerini yaparken Amerika, “Griptir, geçer” cevabının ötesine gitmiyordu.
Tesadüf o ya, ikinci kurşunu aynı gün içinde Associated Press iki haberle attı. Devletin ve Parti’nin mutlak otoritesiyle tarihi -üstelik bu kadar yakın bir tarihi- yeniden yazabileceğini zanneden Çin’e cevap gibiydi bu haberler. İlki, ülkenin içinden doktorların verdikleri bilgilere ve AP’nin ele geçirdiği hükümet içindeki yazışmalara dayanıyordu. Kimilerinin şüphelerini doğrulayan detaylar apaçık ortadaydı: Çin, COVID-19’un bir pandemiye dönüşebileceğini bile bile harekete geçmeyi reddetmişti. Hükümet, günler boyunca krizi görmezden gelerek işin içinden sıyrılabilecekmiş gibi davranmıştı.
Aslında her şey 1 Aralık’ta, Wuhan’da birkaç hastanın ağır zatürre geçirmesiyle başladı. Yapılan testler, yabancı bir virüsün hastalığa sebep olduğunu gösteriyordu. Aynı virüs sebebiyle hastalanıp hastaneye yatırılanların sayısı hızla 30’u geçince doktorlar huzursuzlanmaya başladı. Ama seslerini duyurabilecekleri bir medya, Xi Jingping’in mutlak otoritesini pekiştirdiği Çin’de yoktu.
Aslında bu, kendilerini çaresiz hisseden doktorların ilk hikayesi de değildi: 2003 yılı sonunda yine Çin’de yayılan SARS’a karşı mücadelede de “kahraman doktorlar”a ihtiyaç duyulmuştu. Zira hükümet, aylar boyunca SARS’ı salgın hastalık olarak tanımlamamış, hastaları Dünya Sağlık Örgütü’ne bilgi akışını kesmek adına hastanelerin salgın hastalıklar bölümlerine yatırmamıştı. Zinciri kıran, yerel basın organlarına Doktor Jiang Yangyong bir tür epidemiyle karşı karşıya olduklarını söylediği bir mektup yazması oldu. Hoş, Yangyong’a mikrofon uzatan da yine o mecralar değil, Wall Street Journal olmuştu. Maskeli bir kahramanın vicdanı olmasa, dünyanın düşeceği hâli tahmin etmek belki de bugün mümkün. Rezaletin üzerini örtmek isteyen hükümet ise birkaç sembolik insanı kovup, ‘’Bir daha olmayacak’’ demişti. Oldu.
Zira 30 Aralık günü Doktor Li Wenliag, WeChat’te bir doktorlar grubunda COVID-19’u anlatıncaya kadar, bu ağır zatürre hastalarından ve yeni virüsten kimsenin haber olmamıştı. O gece hükümet krizi yönetmeyi ya da toplumu ve dünya kamuoyunu bilgilendirmeyi değil, Wenliag’ı gözaltına almayı seçti. Üstüne bir de doktora özür dileteceklerdi.
Ne yazık ki, virüslerle mücadele ederken saklambaçta gözlerini yumarak ortadan kaybolduğunu zanneden çocukla bir olmak, sobeleneceğiniz gerçeğini değiştirmiyor. Hükümet sosyal medya paylaşımlarıyla uğraşırken Wuhan’da dünyanın en büyük yemek festivallerinden biri düzenleniyor; Huabei’de Çin Komünist Partisi konferansı devam ediyordu. Yani, sobelenmek için uğraşan çocuklar gibi şenlerdi. Oyunu yanlış anlamışlardı.
1 Ocak’ta hayvan pazarlarını kapattılar ve her şeyin kontrol altında olduğuna dair bir masal anlattılar. Oysa The Intercept’in yayınladığı rapor, o güne kadar yeni virüs sebebiyle hastaneye yatan insanların önemli bir çoğunluğunun herhangi bir hayvan pazarının yakınından bile geçmediğini gösteriyordu. Bu yüzden de aslında yarasa hikâyesi, baştan yeterli değildi. Büyük ihtimalle hayvan pazarlarına dikkat çekme gayreti, insandan insana değil yalnızca hayvandan insana bulaşan bir virüsle karşı karşıya olunduğuna dair yeni bir masal tasarımı için kullanılacaktı. Zira, AP’nin Amerikan İç Güvenlik Bakanlığı’nın gizli belgelerine dayandırdığı haberine göre, Çin dünyaya ‘sorun yok’ dediği ve ülkede pazarları kapatmak haricinde herhangi bir önlem almadığı dönemde dışarıya sağlık malzemeleri satışını radikal bir şekilde azaltıp, alımını artırıyordu. Gelecek felakete, hazırlık yapılıyordu.
İnsandan insana bulaşımı kabul ettikleri gün, 20 Ocak olacaktı. Wuhan’ı kapatmaları ise 23 Ocak. Bu, yeni virüsün başka ülkelerde de görüldüğü zamana denk düştü. Yani birkaç yıl önce SARS krizinden sonra “bir daha olmayacak” diyen devlet, yeni krize müdahil olmak için 50 günden fazla bekledi. Tabii ki, bu demek değildir ki, şeffaflığın ve hesap verilebilirliğin dokunulmaz değerler olduğu ülkelerde virüsün yayılımı -bu değerler sayesinde- durdurulabilecekti. Öyle olmadığını gördük. Ancak Çin’e, diğer ülkelerden daha büyük bir sorumluluk düşüyordu: Zira pandemiye dönüşme ihtimali olan bir virüsün yayılımını engellemenin yolu, çıktığı yerde baskı kurmaktır. Çin’in çizdiği tablo, bunun yakınından dahi geçmiyor. Wuhan’a ulaşım kapalıyken bölgeden uluslararası uçuşlarının devam ettiği gerçeği, gözden kaçmıyor. Üstüne üstlük, kimse hesap vermiyor, kimse hesap soramıyor.
Üstelik devletin zorbalığının yol açtığı felaketlerin ilki bu değil. Daron Acemoğlu ve James Robinson’un Dar Koridor’da anlattığı gibi Çin, son yüzyılında toplumuna özgürlük ve güvenlik sağlayan bir devlet olmadı. Tersine, 1958’de yürürlüğe giren devletin “modernleşme” politikasının bir parçası olarak insanlar açlığa sürüklendi. Şehirli ve endüstriyelleşmiş bir toplum yaratmak amacıyla çiftçi ve köylülerden alınan vergiler, o dönemde radikal bir şekilde artırılmış; devlet, onurunu koruması gereken insanını ölüme götürmüştü. Bu politikaya itiraz eden kimi yöneticiler, Çin Komünist Partisi yetkilileri tarafından dövülüyordu. Halkın itiraz kabiliyetini hayal etmek için bu örnek yeterli. Ama kamu mutfaklarının kurulduğu ve muhalif fikir belirtenlerin o mutfaklara da alınmadığını söylemek gerek. Bu süreçte, tahminen 45 milyon insan açlıktan öldü. Ya da Çin’i dünyaya açarak herkesin malumu olan ekonomik büyümeyi inşa eden Deng Xiaoping’in kurduğu “İşçilikle Yeniden Eğitim” kampları adı altındaki toplama kampları, zorbalığın boyutlarını gösterir. Devlet, hoşuna gitmeyen vatandaşları hapsettiği o kamplarda vatandaşlarına insani olmayan süreler boyunca işçilik yaptırıyor, dövüyor, yıllar boyunca özgür bırakmıyordu. 2012’de, bu kamplardan hâlâ 350 tane vardı. Uygur Türklerinin hala yaşamakta oldukları katliamı ise Türklük destanlarının belirli aralıklarla tekrar tekrar yazıldığı Türkiye’de dillendirmek bir tabu. Tabii ki, sadece Çin’e özgü bir zorbalık değil bu; kontrolsüz gücü eline almış bir avuç hesap vermeyen insanın yönettiği her yerde benzer sonuçlar görmek mümkündür. Çernobil’i reddederek hayatta kalabileceğini zanneden Sovyetlerden; devlet aletlerini soykırım için kullanan Hitler Almanya’sına kadar… Kontrol edilemez güce sahip devletlerin virüsü, COVID’i mumla aratabilir.
Amartya Sen’in de Democracy as Freedom’da vurguladığı kritik noktaya geri dönmek gerekiyor. Neden demokratik ülkelerde açlık yaşanmıyor? Çünkü demokrasi, doğal olarak halkına hesap veren bir hükümetin önünü açıyor. Yöneticiler, yönettiklerine hesap vermek zorunda kalıyor. Hiç kimseye rağmen iş yapmak mümkün olmuyor. Sen, aynı şekilde bilginin özgürce akışının da açlığı engellemek adına kritik olduğunu söylüyor. Vatandaşın derdini ifade etme özgürlüğü de devlet memurunun “devlet baba ne der” korkusuyla suskunluğa zorlanmaması da işler bir sistem için elzem. Öteki türlü, kendi halkını açlığa kurban eden bir yönetime karşı çıktı diye belediye başkanı döven ya da dünyayı etkisi altına alabilecek bir virüsü gizlemeye çalışan hükümetler kendilerine oyun alanı bulurlar. Wuhan’dan Londra’ya her gün uçuşun olduğu bir dünyada, bir ülkenin zorbalığı, bütün dünyanın ölüm kalım meselesine dönüşebilir.
Tabii bu noktada özgür ve demokratik toplumun, şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi değerlerin bayraktarlığını yapacak insanlara, hatta -daha önemlisi- devletlere ihtiyaç duyuluyor. Bu noktada ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, dönemin Kanada Başbakanı Mackenzie King‘e anlattığı hayalini hatırlamamak elde değil: Roosevelt, devletlerin birbiriyle konuşabildiği, ortak sorunlarına çözüm üretebildiği, dünya kamuoyunun dünya meselelerinde söz sahibi olduğu, şeffaf bir uluslararası ekosistemin savaştan bir hegemon olarak çıkacak ABD tarafından kurulması gerektiğini söylüyordu. Ki bu, Birleşmiş Milletler’in temel felsefesini oluşturacak rüyanın ta kendisiydi. Ucuz bir şekilde belirtmek gerekirse, hayalleri ülke sınırlarına duvar örmenin ötesine gidemeyenlerin taşıyabileceği bir yük değil bu. Taşıyamıyor da zaten.
Donald Trump, başkanlığa aday olduğu an itibariyle bu ideallerden kopuşun bir temsilcisiydi. Mitinglerde “Dünyanın değil Amerika’nın lideri olacağım” diyerek retoriğin limanına sığınırken de aslında bu kopuşu anlatıyordu. Zira “Dünyanın lideri olmak”, her ne kadar bugün birçoklarına Irak gibi “büyük günahları” hatırlatıyor olsa da, Paris İklim Antlaşması, İran’ın nükleer silaha sahip olmaması, Birleşmiş Milletler ya da Dünya Sağlık Örgütü gibi uluslararası kurumların içinde Amerika’nın aktif rol alması da bu liderlik hikayesinin önemli bir parçası. Barack Obama’nın eski Ulusal Güvenlik Danışman Yardımıcısı Ben Rhodes, özellikle bugünkü gibi küresel meselelerle dünya karşı karşıya olduğunda bahsi geçen liderliğin daha da önemli hâle geldiğini vurguluyor ki, dünyanın işleyişini tehdit eden bir iklim krizinin reddedilemez hakikati, devletlerüstü sorunların henüz başında olduğumuzu gösteriyor. Henry Kissinger’ın Avrupa için ABD’nin “yeni bir Marshall Planı” hazırlaması gerektiğini söylemesi, tesadüf değil. Bu yeni statükoda liderlik, sınırları duvarlarla çevrili, değersiz bir yalnızlığa kendini mahkûm etmiş ülkelerin üstesinden gelebileceği bir iş değil. Çinli doktorların İtalya’da poz vermesine bu yüzden şaşırmamak gerekiyor. Güç vakumu, her zaman doldurulmuştur.
Trump istediği kadar “Çin Virüsü” desin, Saddam’ın füzeleri gibi Çin’in laboratuvarlarını hedef göstermeye çalışsın, komplo üretsin… Kendi beceriksizliği bugün ülkesinde binlerce insanın ölümüne sebep oluyor. Çin’in, daha doğrusu Çin’i kimseye hesap vermeye yeltenmeden yöneten bir grup insanın günahları açık. Ama Trump’ın sütten çıkmış ak kaşık olduğuna damadı bile inanmaz. Eski Demokrat Başkan Adayı Pete Buttigieg’in Washington Post’a yazdığı makalede Çin’in Beyaz Saray’da 4 yıl daha Trump’ı görmek istediğini söylemesi tesadüf değil. Ne kendi toplumuna ne de dünyaya hesap vermek istemeyen ve gittikçe güçlenen bir zorba devlet, elbette ki en büyük rakibi olarak kendi toplumuna ve dünyaya hesap vermek istemeyen bir diğer zorba ile uğraşmak ister. Fakat, burada önemli olan “istemeyen” kelimesindeki vurgu. Çünkü Roosevelt’in bahsettiği idealleri benimsemiş bir devlet, zorbaların hesap vermelerini sağlar. İsteseler de istemeseler de.
COVID-19 da gelip geçecek. Ama Çin gibi zorba devletlerin yok olmaya niyetinin olmadığı açık. Kimsenin denetleyemediği zorbalar kendilerine oyun alanı buldukça, dünyanın başı da felaketlerden kurtulmayacak. Onlar, her salgın hastalıktan daha büyük tehdit oluşturuyor, daha çok canın yanmasına, hayatın yok olmasına, insan onurunun hiç sayılmasına sebep oluyor. Virüsten sonra özgürlüğün dünyanın her bir yanında nasıl dalgalanabileceğine kafa yormak lazım. Dünyanın bilgiye, “can güvenliğinden korktuğu sebebiyle adını gizli tutmak isteyen” kaynaklardan ulaşmaması lazım. İnsanların kahramanlara değil, kendilerini yönetmek için yetki sahibi olan hükümetlere ihtiyacı var. Bu, bir zamanların ünlü “dünyayı demokrasiler için güvenli hâle getirelim” çığırtkanlığı değil. Ama dünyayı, insanlık için güvenli hale getirme ihtiyacının bir sonucu. Bırakalım da kahramanlar, yalnızca filmlerde sağa sola atlamak zorunda kalsın.
Fotoğraf: engin akyurt