
Siyaseti de Hekimler mi İyileştirecek?
Tababet yani hekimlik mesleği bugünlerde Korona virüsü sebebiyle gündelik hayatımızın tam ortasında bir yer tutuyor. Gündelik hayatın da ötesinde aslında hayatta en değerli ve en kutsal varlığımızı yani canımızı emanet ettiğimiz hekimleri anlamak için oldukça farkındalığı yüksek günlerden geçiyoruz.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle birlikte geleneksel kurumların modern kurumlara dönüştürülmesinde tıbbiye, mülkiye ve harbiye önemli bir yer tutar. Bu meslek gruplarının erken dönemde modern kurumlara dönüşmesi, Kıta Avrupası ve geniş anlamda Batı ile rekabet edebilmemizin de önünü açmış sayılabilir. Bu durum, bu meslek gruplarını sadece birer meslek grubu olarak tanımamızın da ötesinde bir yere taşıdı. Zira tarihsel süreçte imparatorluktan cumhuriyete geçiş süreci, monarşiden önce meşruti monarşiye, akabinde demokrasiye doğru yolculuğumuzu yine önemli ölçüde tıbbiye ve harbiye eliyle gerçekleştirdik.
İttihat Terakki Cemiyeti’nin monarşiden meşrutiyete geçişte nasıl bir rol üstlendiğinden uzun uzadıya söz etmeye gerek yok. Ancak bu cemiyet içindeki tıbbiyelilerin rolünden bahsetmeden geçemeyeceğim. Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nazım Bey, Dr. İbrahim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. İshak Sûkuti, Dr. Mehmet Reşit ve Dr. Hikmet Emin…
Bu isimlerin hepsi tıbbiye mezunu isimler. Jön Türklük hareketine katılmış, akabinde İTC hareketinin kuruluşuna öncülük etmiş, memleket sevdalısı deli fişekler. Kimisi sürgün edilmiş, kimisi İzmir Suikastı davasında idam edilmiş, kimisi yıllarca cefa çekmiş. Ama en önemlisi geleneksel devlet modelinden modern devlet modeline geçişte hemen hepsi önemli roller üstlenmiş, bürokratlık yapmış öncü isimler. Sadece devletin modernleşmesinde değil; toplumun modernleşmesinde ilerlemeci- pozitivist anlamda değişim sosyolojisini zorlamış, belki de hızlandırmış hatta yer yer cebri dönüşümlere imza atmış isimler. Bunun sonucunda Türk modernleşme serüveninin hem kurucu aktörleri hem de bu serüvenin ortaya çıkardığı sorunların müsebbibi isimler.
Bu tarihsel serüvenin yarattığı değişim dönüşümün toplumun talepleri, arzuları, heyecanları ve değerleriyle paralel gitmediği elbette aşikâr bir gerçek. Dolayısıyla toplumla kurucu aktörler arasındaki bu ayrışmanın tıpkı askeriye-halk arasında düşük yoğunluklu bir gerilim yaratması gibi tıbbiye-halk arasında da benzer bir gerilim yarattığını söyleyebiliriz. Bütün bu sürecin bir mecburiyetten ibaret olduğunu söyleyen aydınlar kadar, bu mecburiyetlerin bir siyasi tahakküme evrilmesinin bir tercih olduğunu söyleyenler de elbette var. Benim amacım bu gerilimin sebepleriyle birlikte bugünün sonuçlarını masaya yatırmak, o yüzden diğer tartışmaları şimdilik bir yana bırakacağım.
Tıbbiye özelinde hekimlerin kurucu kadroda devletin modernleşmesinde ve daha da önemlisi ve zoru, halkın topyekûn modernleşmesinde özetle büyük etkileri oldu. Bu modernleşme öncülüğünün yapılabilmesi için dünyayı tanıyan, iyi eğitimli, dil bilen, uluslararası aktörlerde karşılığı olan hekimler tabii olarak sınıfsal biçimde de halk ile ayrışıyordu. Cumhuriyet sonrası bu ayrışma bir gelenek olarak devam etti. Hekimlerin hem yüksek maddi gelir elde etmeleriyle hem de halkın normatif değerlerinden daha başka bir yerde konumlanmalarıyla süreç devam etti. Bu durum halk tepkisinin tıpkı rütbeli askerlere yönelmesi gibi hekimlere de yönelmesini kamçıladı.
Bugün otoriter biçimde popülist siyaset yapma tercihini kullanan iktidar, dün sivil-liberal-özgürlükçü biçimde siyaset yaparken de temel enstrümanı popülist siyasetti. Bu anlamda çok şey değişmedi. Dolayısıyla Recep Akdağ döneminde ilk işaretlerini “sağlıkta dönüşüm” politikasıyla gördüğümüz halkın-çoğunluğun taleplerinin sağlık sistemini belirlemesi meselesi aslında bunun çok ötesinde bir anlamı da içinde barındırıyordu.
Bu popülist sağlık politikaları, halkın taleplerini sağlık sistemine taşımaktan çok daha öte, diğer tüm alanlarda olduğu gibi, kurucu gelenekle sağlık alanında kavga etmeyi ve hatta bu geleneği tasfiye etmeyi temel hedef haline getirdi. Sürecin sonunda halk desteğiyle beraber yeni sağlık sistemi, kariyerli ve kazancı yüksek hekimleri hem kazançlarından hem sosyal itibarlarından etti. Bundan tüm hekimler dalga dalga etkilendi. Sadece bununla da kalmadı, hekime şiddet vakaları günden güne artarken kanun ve mevzuatın, hekimlerin bu itibarsızlıkla birlikte şiddete maruz kalma meselesini çözemediği de görüldü. Halk, sistemdeki bilerek açık bırakılan bu boşluğu fark etmişti. Bir savcının odasına girip onu tehdit ettiğinde başına gelecekleri bilen kıymetli halkımız, bir hekimin ağzını burnunu kırmakta hatta onu yaralamak ve öldürmekten endişe duymuyordu. Halk siyasetin de göz yumduğu kurucu değerlerle hesaplaşmayı bir bakıma işin ucu kaçınca vandallık haline getirmişti. Zaten siyaseten gelenekle hesaplaşmak yolu halk eliyle icra edilirse ortaya bu denli bir vahşet çıkacağı belki de tahmin ediliyordu, siyaset de bunu sevdi ve pasif biçimde destekledi.
Bugün tüm bu hesaplaşmanın yarattığı öfke bir nebze geride kalmış gözüküyor, potansiyeller boşalmış, öç alınacak kurucu değer neredeyse kalmamış sayılabilir. Modernleşme hikâyemizde önemli rolü olan askeriye, mülkiye ve tıbbiye dünya ile yarışacak, yüzümüzü ak edecek kadrolara sahipken bunu hoyratça harcayabilen, kendimizce terbiye ettiğimizi sandığımız bu mesleklere tekrar fazlasıyla ihtiyacımız olduğu günlerdeyiz.
Korona virüs, belki hekimlerimizin zor koşullar altında hala dünyada itibarlı işler yaptığını, bizi dünyaya entegre eden nadir alanlardan biri olduğunu, her şeyden önemlisi hekimlerimizin herkes evlerinde kalmak durumundayken, tüm sosyal ve ticari alan durmuşken, canlarını tehlikeye atarak mücadele ettiğini bizlere hatırlatır.
Herkes öfkesini boşalttıysa, alınacak rövanşları aldıysa, insanlar cezaevlerine sürgünlere gönderildiyse, haksız hukuksuz eylemlere maruz kaldıysa ve bu durum tüm ideolojik gruplara yeterince zarar verdiyse lütfen artık normalleşebilir miyiz? Buna en çok biz hekimlerin ihtiyacı var çünkü Korona virüse karşı verilen bir savaşın ön cephesindeyiz ve bu popülizm ile kazanılacak bir savaş değil.
Foto: Hush Naidoo
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Bir Amerikan Gerilimi: Popülizm, Hegemonya ve Halk
Türkiye, son dönemde belki ilk kez kitlesel boyutta bu kadar büyük bir ilgiyle Amerikan seçimlerini yakından takip ediyor. Bu dönemde Amerikan seçimlerini oldukça yakından takip etmemizin bence en önemli sebebi, her ne kadar iç dinamikler farklı bağlamlardan gelişse de yaşadığımız otoriter popülist hikâyenin benzerliği olmalı diye düşünüyorum. Tüm dünyada; popülizmin

Memlekette Son Durak Ahbap Çavuş Milliyetçiliği
Türkiye’de aktüel milliyetçilik, toplumsal ve siyasal zihniyetin kodlarını yansıtan vasat bir numune olarak, tüm siyasal fay hatlarında oldukça sık rastladığımız birtakım sıkıntıları bünyesinde barındırıyor. Bunları temelde üç ana hatta toplayabiliriz: Sembollerle düşünmek ve eylemek, evrensel bir katma değer üretememek, ahbap çavuş ilişkisinden türeyen siyasal kimlik ve menfaat. Bu sıkıntıları bünyesinde

Ziya Gökalp’in Entelektüel Dünyası ve Türkçülük Anlayışı
Ziya Gökalp 1876 yılında Diyarbakır’da doğdu. İlk gençlik yıllarında amcası Hasib Efendi’den Arapça ve Farsça ile İslâm felsefesi dersleri aldı. Dr. Yorgi’den mektepte pozitif bilimler öğrendi. Bu yıllarda hem dini ilimlere hem tabiat ilimlerine düşkünlüğü sebebiyle çokça kitap okumaya başlar. Kitap okuma sevdası bir süre sonra onu derslerinden geri düşürecek,

Krizi Merkez ile Aşmak Adına Mütevazı Bir Katkı
Burak Bilgehan Özpek, yakın zamanlarda bilindiği üzere oldukça geniş hacimli bir makale kaleme aldı. Bu makalenin özeti şuydu: Merkez kavramının yakın dönem gelecekte siyasetin otoriter popülist krizini aşmak adına iktidarı sınırlayıcı ve paylaşımcı anahtar niteliğini ve bu kavramı oluşturan temel esasların politik pragmatizm, müzakere ve medeni yaşam hakkı olduğunu vurguluyordu.

Bölünmüş Anlam ve Değer Dünyasında İki Ayrı Millet
İhsan Fazlıoğlu, yakın tarihte katıldığı bir televizyon programında sunucunun millet olmakla ilgili bir sorusu üzerine şu mealde cümleler kurmuştu: “Türkiye’de bugün iki ayrı millet var. Bu durum aktüel politika ile alakalı bir şey değil; iktidarlar değişir, o gider bu gelir ama anlam – değer dünyası ayrışmış iki farklı milletten kimse

Siyaseti Tarihsel Görevden Kurtarabilir miyiz?
Hegel, akıl kavramını tanımlarken, felsefe geleneğinin en ihtilaflı konusuna dair tarihi işaret ediyordu. Bu akla göre tarihsel süreçte kendini inşa eden “tarihsel akıl” tüm akıl yürütme biçimlerini kuşatan, insanın evreni kavrayıştaki içsel ve öznel tini, doğa ve varlık kapsamında tarih ve kültürle birlikte organize tine dönüştüren bütüncül bir yapıya kavuşturuyordu.

Bir Sözleşme Krizi ve Hainliğin Siyasallaşması
Türk Modernleşme serüveninin en girift sorunlarından birisi, şüphesiz toplumsal sözleşme krizidir. Bugün yaşadığımız sosyal ve siyasal sorunların büyük bir kısmı da analitik bir gözle bakıldığında; yine bu sözleşmenin türüne, yapısına ve hedeflerine dair “vatandaş ve devlet” denkleminde yarattığı açmazlarda görülebilir. Bu durum modern devlet serüvenimizde, tarihten ve kültürden devraldığı sorunları

Mansur Yavaş Asgari Bir Toplumsal Mutabakat Yaratabilir Mi?
Türk modernleşme serüveninin en acıklı yanı nedir diye soracak olursanız, modernitenin gerektirdiği değerlere dayanan yeni bir devlet ve toplum kurma arzusunun, geleneksel toplumun normatif değerleriyle çatışmasından doğan siyasal kin ve kimliksel hesaplaşmadır, diyebilirim. Bu uzun vadeli sorunun temel yansımaları, memlekette siyasetin rasyonel unsurlar yerine irrasyonel biçimde kurulması, kurumsal kapsayıcı anlayışa

Yanlış Sivilleşmek ve Liberalleşmek Üzerine
Türk modernleşme serüveni dünden bugüne, geçmişten geleceğe, sivil toplum devlet ilişkisinden gündelik hayata, otoritenin sınırlarından kurumsal hafızaya, kurucu elitist iktidardan bugünün otoriter popülist iktidarına kadar birçok meseleyi bir kartopu gibi önümüze getiren bir tecrübe. Bu tecrübenin içinde dönemsel mecburiyetlerden bu mecburiyetleri istismara, vesayet rejiminin tasfiyesinden yeni vesayet arayışlarına kadar birçok

Yeni Parti Kuracaklara Açık Mektup: Birey, Devlet ve Hukuk
Türkiye, yaklaşık yüz elli yıldır iyi kötü bir demokrasi tecrübesine sahip. Bu serüvenin esası, modernleşme ve ulus devlet sürecine dayanıyor şüphesiz. Demokratik sıfata sahip ulus devletin temel özelliği, egemenliğin hanedan, padişah, sultan ya da herhangi bir monarşik yapıdan alınıp o ülkenin mensuplarına yani modern anlamda yurttaşlarına verilmesidir. Diğer bir ifadeyle;