[voiserPlayer]
Bir yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomide şapkadan tavşan çıkartması beklenirken, diğer yandan ekonominin ne yönde seyredeceğini ve bunun seçime olası etkilerini tahmin etmeye çalışan analistler gündemi meşgul ediyor. Bu yazı, Türkiye ekonomisinin gidişatının nasıl düşünülmesi gerektiğini anlatmayı amaçlıyor. Bunu yaparken öncelikle sembolik yaptırım ve sembolik tuzak kavramlarını eski Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnâsır örneğiyle açıklayarak bu kavramların halihazırda neden Türkiye için de açıklayıcı olduğunu anlatmaya çalışacağım. Bu esnada global ekonominin üstüne inşa edildiği güven kavramından da yararlanarak, Türkiye ekonomisinin neden kısa vadede düzelmesinin mümkün olmadığını açıklayacak ve bu kötümser tavrın sebeplerini tartışacağım.
Sembolik Yaptırım ve Sembolik Tuzak
Sembolik, ya da bir diğer adıyla sosyal yaptırım; onur, utanç, prestij gibi soyut ortak değerler üzerinden yapılan yaptırımı ifade eder. Materyal yaptırımlardan farkı ise bu kavramın sosyal ilişkilerde para cezası benzeri bir maliyeti olmaksızın, sosyal dışlanma yahut yoksun bırakma aracılığıyla ortaya konmasıdır. Ancak bu yaptırımlar yalnızca ortak değerler taşıyan insanlar için bir şey ifade ederler. Yani diğerlerine kıyasla homojen olan gruplarda daha etkili olurlar. Sembolik yaptırımın yapılabilmesi için ön şart hiyerarşinin varlığıdır (Hechter 1988, 157-158). Ancak sembolik yaptırım yalnızca hiyerarşiyi gerektirmez, aynı zamanda onu inşa eder. Yani yaptırımın işe yaraması için hem bir hiyerarşi gerekir hem de grup içi hiyerarşi sürekli bir biçimde yeniden üretilir.
Lider, hiyerarşinin tepesindeki konumuyla astlarının tercih ve fikirlerini etkiler. Bunu yaparken, grup içerisindeki sosyal mobiliteyi durdurma ve görevden alma (demote), hiyerarşide kendisine yakın bulunmanın getirdiği imtiyazlardan mahrum bırakma gibi rıza üretme yöntemlerine başvurur. Özellikle grup dışı kalma (sosyal yalnızlık) tehlikesi ile kalıcı bir rıza üretme arayışına girer. Ancak bu yaptırımlarla grup içi kolektif aksiyon hedefleniyorsa, yaptırımların yeterince güçlü olması ve grup üyelerinin davranışlarını değiştirebilecek bir maliyete sebep olması gerekir (Barnes 1995, 78). Bu noktada ortaya çıkacak olan sorular yaptırımın objektif bir gücü olup olmadığı ve nasıl bir maliyetin davranış değişimine sebep olabileceğine kimin karar vereceğidir.
Yaptırımların objektif bir gücü yoktur zira tüm süreç aslında topluluk içerisinde inşa edilmiştir. Pozisyon kaybı bazı topluluk mensupları için yeterli bir maliyet olarak görünmezken, diğerleri için yeterli bir maliyet olarak algılanıp itaat için yeterli bir yaptırım olarak görünebilir. Örnek vermek gerekirse, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz politikasına açıktan destek vermemek yahut karşı çıkmak bir adayın muhtemel ekonomi bakanlığının önüne geçebilir. Hatta halihazırda bakan olan kişiye konumunu kaybettirebilir. Bu sayede lider kendi çizdiği yolun dışına çıkmak isteyenleri ya da bu yolu eleştirenleri elimine etmek suretiyle yol üzerinde tam kontrol sahibi olmaya devam eder. Bu kavram konuyu sembolik tuzak kavramına götürür.
Sembolik tuzak, liderin spesifik bir konuda aldığı pozisyonlar bütünü aracılığıyla yarattığı muhayyel roldür. Sembolik yaptırımların fonksiyonel bir amacı vardır. Lider bu yaptırımlar aracılığıyla astlarını terbiye ederken, aynı zamanda kendisine dair bir imaj da yaratır. Bu imaj zamanla liderin kontrolü dışındaki bir role dönüşür. Liderin başlangıçta kendi eliyle yaratmaya uğraştığı bu rol, zamanla kitlesi tarafından kabul gördükçe liderin manevra alanını sınırlar. Zira liderin semboller ve konuşmalar aracılığıyla hitap ettiği kitle, o spesifik konuda liderin aksiyon almasını ve söylemleriyle eylemlerinin birbiriyle uyumlu olmasını talep edebilir. Bu durumda liderin iki temel seçeneği vardır. Ya kendi eliyle yarattığı rolün gerekliliklerine uyacak, ya da kendisinin şu ana kadar normatif beklentiler aracılığıyla inşa ettiği role zarar vermek pahasına eylemden kaçınacaktır (Barnett 1998, 45).
Sembolik Tuzağın Sonucu: Birleşik Arap Cumhuriyeti ve 6 Gün Savaşı
Bağdat Paktı’nın imzalandığı 1955 yılına gelinceye değin Mısır henüz, “önce Mısır” yaklaşımından “önce Araplar” yaklaşımına geçmemişti. Bu iki yaklaşımdan birincisi devleti temel alırken, diğeri milliyetçilik temelli bölgesel bir yaklaşımı temel alıyor. Ancak Bağdat Paktı’nın imzalanmasını Arap devletlerinin içişlerine karışılması olarak gören Abdünnâsır, bu tarihten sonra kendi politik amaçları için Arap milliyetçiliğini beslemeye ve kendisini de Arap milliyetçiliğinin bir önderi olarak ortaya koymaya başladı (Dawisha 1976, 9). Bu süreçte Bandung Konferansı’nda Bağlantısızlar Hareketi’ne katılması ve Çekoslovakya ile yaptığı silah anlaşmasıyla kendisine hem Arap dünyasında hem Mısır’da önemli bir prestij kazandırdı (Dawisha 1976, 15).
Tüm bunları yaparken bir yandan da Arap dünyasına sesleniyor ve onlara sürekli birlik çağrısı yapıyordu. Bugünkü gibi çok fazla iletişim aracı olmadığından bu seslenişler “Arapların Sesi” (Voice of Arabs) adlı radyo aracılığıyla gerçekleşiyordu. O dönem radyo öyle güçlü bir araçtı ki Abdünnâsır bir seslenişle Amman sokaklarında kendisi için destek, Ürdün kralı Hüseyin için de protesto gösterisi yaptırabiliyor, dahası bu araçla Arap devletlerinin dış politikasını etkileyebiliyordu. Zira, bir başka devletin başkanına kendi halkı aracılığıyla sembolik yaptırım uygulayabiliyor, o lideri Arap halkını terk etmiş ilan edebiliyordu. Daha da önemlisi bu argümanların halk içerisinde alıcısı çok fazlaydı, dolayısıyla bu yaptırım işe yarıyordu.
Abdünnâsır’ın oluşturduğu rolde Arap dünyasının güvenliği önemli bir rol oynuyordu. Ona göre Araplar, Batı’nın kendi güvenliğini merkeze alan yaklaşımların nesnesi olmak yerine kendi güvenlik yaklaşımlarının öznesi olmalıydı. Bunu yaparken de devletlerin egemenliği korunmalı, yani tüm Arap dünyası bir çatı altında birleşmek yerine karşılıklı bağımlılık (interdependence) modeliyle Arapları ilgilendiren konularda beraber karar vermeli, bölge dışından bir ülkeyi sürece dahil etmemeliydiler. Süveyş Krizi’nde askeri yenilgiye rağmen diplomasi aracılığıyla İsrail’in püskürtülmesinden ve kanalın millileştirilmesinde sonra, Filistin davası da bu rolün pekişmesine ciddi bir katkıda bulundu. Ancak, Arap dünyasının birleştiricisi ve Arap milliyetçiliğinin lideri rolü inşa edildikten sonra Arap halklarının beklentisi de artık buna göre şekilleniyordu.
Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulması ve 1967’deki 6 Gün Savaşı’na giden yol bu rolün sonunda nasıl sembolik tuzağa dönüştüğüne dair iki açıklayıcı örnek olarak gösterilebilir. 1957’nin sonuna doğru Suriye iç politikası karmakarışık bir haldeydi. Komünistler, Baasçılar, ve muhafazakar toprak ağaları arasındaki politik mücadele bir açmaza dönüşmüştü. Bunun üzerine Baasçılar, Komünistlerin gücü ele geçirmemesi için Abdünnâsır’dan yardım istediler. Bu teklife göre Mısır ve Suriye birleşecek, birleşik bir Arap devleti kurulacak ve devletin başında da Abdünnâsır olacaktı. O dönemde Arap birliği reddedilemez bir idealdi. Öyle ki Suriye’deki komünist kanat bile bu teklife söylemsel destek vermek durumunda kaldı. Ancak Abdünnâsır, bu tekliften memnun değildi zira böyle bir hareket Mısır’ın kaynak ve dikkatini büyük ölçüde Suriye’ye ve birleşmeye kaydıracaktı.
Buna rağmen, algı yönetimi siyasetini (politics of impression management) kaybetmemek ve sembolik pozisyonunu korumak adına bu teklifi kabul etti (Barnett 1998, 128-129). Rasyonel teorilere bakıldığında böyle bir durumda liderin kâr-zarar hesabı yapması beklenir. Alınacak aksiyon ulusal çıkarlar[1] için zararlıysa lider bundan kaçınacaktır. Ancak burada rasyonel teoriler yanılıyor. Abdünnâsır bu teklifi kabul ederken Suriye iç politikası gibi daha önce karışılması olumlu sonuçlanmayan bir ağın içerisine gireceğinin, bunun Mısır için olumlu sonuçlar doğurmayacağının, ancak onun Arap dünyasına sunduğu sembolik liderlik vasfının gereğini yerine getireceğinin farkındaydı. Ama tercihini rasyonel olanı seçmek yerine sembolik olanı seçmek yönünde kullandı.
Benzer bir tercih 6 Gün Savaşı’nda da rol oynadı. 1966’da Suriye’deki Baas darbesi sonrası Arap milliyetçiliğini ilgilendiren konularda daha radikal bir Suriye ortaya çıktı. Baas rejimi orduyu kontrol altına alıp, Abdünnâsır yanlılarını bastırırken bir yandan da Filistinli fedailerin İsrail’e saldırılarına destek veriyordu. Ancak İsrail’in misilleme saldırıları karşısında kendini savunacak bir pozisyonda olmayan Suriye, destek için Abdünnâsır’ın elini zorluyor, Mısır’ı da çatışmanın içine çekmek istiyordu. Suriye’nin İsrail ile olası bir savaşı başlatma tehlikesini gören Abdünnâsır, Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin dağılmasından sonra kopan Suriye ile ilişkileri yeniden başlattı ve 1966 yılında Suriye ile Mısır arasında bir ortak savunma anlaşması imzalandı.
Ancak Suriye ile yeni bir ittifak aracılığıyla onu kontrol edebileceğini ve inşa ettiği sembolik liderliği koruyabileceğini düşünen Abdünnâsır bu kumarında başarısız oldu (Barnett 1998, 147). Suriye’nin İsrail’e karşı agresyonu devam ettikçe, Mısır ile Suriye arasında kimin daha milliyetçi olduğuna dair sembolik rekabet, Arap milliyetçileri için İsrail’e karşı büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. İstifası halk tarafından kabul görmediği için görevine geri dönen Abdünnâsır için ise bu olay bir dönüm noktası oldu. İnşa ettiği sembolik rolün yıkılmasıyla beraber daha itidalli bir bölgesel politikaya dönüş yaptı. Ancak kendi tercihleriyle inşa ettiği bu sembolik tuzak, bölgede Arap milliyetçilerinin başını çektiği güvenlik yaklaşımının uzunca bir süre rafa kaldırılmasına; Suriye, Ürdün ve Mısır için ise büyük bir yıkıma sebep oldu.
Türkiye İçin Tuzağın İnşası
Bu kısımda öncelikle Türkiye’de bu kavramların emarelerini nerelerde gördüğümüzü ve bunun ne gibi sonuçları olacağını anlatacağım. Kavramın vücut bulma aşamasını ve sonuçlarını ifade ettikten sonra da bunun Türkiye için ne anlama geldiğini ve bu kavramların neden ekonominin düzelmesiyle alakası olduğundan bahsedeceğim.
2013 yılından itibaren faiz lobisi adında, yüksek faizden beslenen ve Türkiye’nin ekonomisine saldıran bir yapılanma olduğunu iddia eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bugünkü faiz politikası, bu geçmişi bilen kimseyi pek şaşırtmıyor (Erdoğan, 2013). Bugün yeni ekonomi modeli adı altında hayata geçirilen ve ortodoks para politikasına tamamıyla zıt olan “faiz sebep, enflasyon sonuçtur” tezinin 2013’ten itibaren hayata geçirilememiş olmasının bazı sebepleri var. Bunlardan bir tanesi de Merkez Bankası’nın bu döneme kıyasla daha bağımsız olabilmesi. Ancak Erdoğan sistemi değiştirip ipleri tamamen ele aldığından beri karşısında duran herkesi teker teker elimine edebilmesi sayesinde bugün bu tezi hayata geçirme imkanına sahip. Peki, bu noktaya nasıl gelindi ve buradan dönüş olur mu? Daha da önemlisi, buradan bir dönüş olmasının bir karşılığı var mı?
2013 yılından bu yana aralıklarla gördüğümüz faiz karşıtı açıklamalar ve Merkez Bankası’na müdahale sinyallemeleri aracılığıyla para politikasına dolaylı yoldan müdahil olmaya çalışan Erdoğan, sistem değişikliğiyle eriştiği güç sayesinde sembolik yaptırımın hayata geçirilmesi ve yönetici elit arasında itaatsizliğin maliyetinin artırılmasında ciddi bir imkân sahibi oldu. Yani önceleri Erdoğan’ın eleştirilerine rağmen faiz gibi para politikası araçlarını kullanmaktan çekinmeyen bürokratlar ve siyasiler, Erdoğan’ın gücünün artmasıyla orantılı bir şekilde otonomi kaybı yaşadılar. Erdoğan’ın “milli irade” tarafından seçilmesi sebebiyle her konuda sınırsız yetki sahibi olduğu zannı, yönetici elit (dar Ak Parti kadroları ve bürokratlar) üzerinde de yaptırımlarla tam kontrol sahibi olabileceği fikrinin yolunu açtı.
Her fırsatta faizin bir sömürü aracı olduğundan bahsedip, faizin yükselmesinden bahsederken de sık sık faiz lobisi gibi teorilere atıf yaparak oluşturmaya başladığı rol, ekonomi üzerinde tam kontrol sahibi olmasıyla beraber piyasayla inatlaşmaya ve olumsuz sonuçları pahasına faizle sürekli bir mücadeleye dönüştü. Sürekli bir şekilde faizle mücadele edeceğini yineleyerek ortaya koyduğu role uygun olarak, bulunduğu hiyerarşinin tepesinden de yaptırımlarını artırdı. Ortaya koyduğu teze karşı çıkan TÜSİAD’ı eleştirmesi, Erdoğan ve TÜSİAD aynı fikir setleri içerisinde yer almadıkları için bu kavramla direkt alakalı olmasa da, rolün inşa sürecine dair fikir verme konusunda faydalı bir örnek.
Daha önce bahsettiğim gibi sembolik yaptırımın ön şartlarından birincisi hiyerarşi. Bu hiyerarşinin daha işe yarar hale gelmesi için de benzer fikir setlerine sahip insanlar arasında işleyen bir mekanizma olması gerekiyor. Bu noktada Erdoğan’ın parti içinden isimler olan Lütfi Elvan ve Naci Ağbal’a gösterdiği tavrın incelenmesi gerekiyor. Berat Albayrak’ın istifası sonrasında 7 Kasım 2020’de Naci Ağbal Merkez Bankası başkanlığına, Lütfi Elvan ise 10 Kasım’da Ekonomi Bakanlığına atandı. 18 Kasım’da %10,25 olan politika faizi 19 Kasım’da %15’e, 24 Aralık’ta ise %17’ye çıkartıldı. Sıkı para politikası ve enflasyonla mücadele amacıyla göreve getirilen ikilinin döneminde dolar 8,57’den 6,89’a kadar çekildi. Buraya kadar olan kısım doların sembolikliği üzerinden süreci özetlemek içindi.
Sembolik yaptırımların en somut örnekleri ise bu süreçte yaşandı. Kısa dönemde faiz indirimine sıcak bakmayan ve hatta 132 gün içerisinde 875 baz puanlık bir faiz artışına giden Naci Ağbal, faiz artırdığı son Para Politikası Kurumu toplantısından 2 gün sonra, 20 Mart’ta görevden alındı. 22 Mart’ta Cumhurbaşkanı, bir kez daha “yüksek faizle ülkenin kalkınacağına inanmadığından” bahsetti. Böylece Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kısa dönem Merkez Bankası başkanlığını yapan Naci Ağbal’ın görevden alınmasıyla sembolik yaptırım uygulamaktan çekinmeyeceğini ve hatta bunun için görev süresi bitmemesine rağmen Merkez Bankası başkanını görevden almaktan çekinmeyeceğini deklare etmiş oldu.
Lütfi Elvan da benzer bir sürecin sonunda görevden alındı. Elvan’ın Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Garo Paylan ile girdiği diyalog, İstanbul’daki açıklaması ve faiz konusundaki duruşu dikkatleri üzerine çekmişti. Cumhurbaşkanı tarafından AKP Grup Toplantısı’nda üstü kapalı bir şekilde hedef alınmış, kısa bir süre sonra da istifa etmiş yahut ettirilmişti.
Bu noktada tartışmayı tekrar kavramlara getirmek gerekiyor. Önceleri yalnızca söylem seviyesinde kalan ve parti içi yükselmelerde etkili olan sembolik yaptırımların şiddeti, Erdoğan’ın devlet aygıtı üzerindeki kontrolünün artmasıyla orantılı bir şekilde yükseldi. Söylem seviyesi zamanla yerini Resmî Gazete’nin sürekli takip edildiği bir görevden alma-göreve getirme döngüsüne bıraktı. Ancak bu tarz yaptırımlar Lütfi Elvan ya da Naci Ağbal gibi isimlerde işe yaramadığı halde dahi, liderin bu şartını kabul edecek olan adayların önünü açma ve rolün yeniden üretimi kapasitesine sahipti. Yani Erdoğan’ın tepkisine rağmen faiz artışına devam etmek yahut yeni ekonomi tezine açıktan destek vermeyip ortodoks politikaların devamını talep etmek yönetici elit içerisinde denendi ve sert bir yaptırımla karşı karşıya kaldı. Bu yaptırım, Erdoğan’ın Lütfi Elvan ve Naci Ağbal üzerindeki otoritesini artırmamış olsa da kendilerinden sonra gelecek olan muhtemel adaylar için, Erdoğan’ın inşa ettiği role uygun davranmanın önemini gösteriyordu.
Bu sembolik yaptırımlar bizi son olarak Erdoğan’ın kendi inşa ettiği sembolik tuzağa getiriyor. Abdünnâsır vakasında temel aktörlerden birisi ve hatta birincisi halktı. O dönem Arap dünyasında, Arap milliyetçiliğine sözde dahi olsa bağlı olmak gerekiyordu. Zira, liderin bu konuda halktan ayrı düşmesi, rejimin sürdürülebilirliğini tehlikeye atıyordu. Bugün ise Erdoğan ve Türkiye’nin içinde bulunduğu durum bundan farklı. Her ne kadar Erdoğan’ın inşa ettiği rolden dönmesi, Abdünnâsır’ın o dönem inşa ettiği rolden dönmesinden halk bazında daha kolaysa da halka seslenmek amacıyla edinilen rolden geri dönmek, o halk tarafından bir sonraki seçimde seçilecek olan liderler için zordur.
Ancak bu durumun Erdoğan için ne kadar zor olduğunu bilmek benim için imkânsız olduğundan tam bu noktada, yaptığım kavramsallaştırmanın sınırları başlıyor. Görebildiğimiz kadarı ise şu: Erdoğan sembolik yaptırımlar ve konuşmalar aracılığıyla faiz karşıtı bir rol inşa etti. Şu anda bu role uygun davranıyor ve gördüğümüz kadarıyla bu rolden yakın zamanda dönmesi beklenmiyor ve bu rolü bir anda yıkmak da zor, ancak imkânsız değil.
Erdoğan’ın inşa ettiği bu rol karşılıklı inşa edilen bir rol. Yani Erdoğan bu rolü inşa ederken, hedef kitle içerisinde yer alan ekonomi aktörleri ve halk da bu rolün varlığını kabul etti ve buna göre pozisyon aldılar.[2] Erdoğan’ın bu noktada inşa ettiği sembolik tuzaktan bugün geri dönmesi bu aktörlerden önemli bir kısmı için bir şey ifade etmeyecek. Zira, yıllardır tedricen ancak giderek artan şiddette inşa edilmiş bu rol, aktörlerin Erdoğan’a, dolayısıyla tamamen onun kontrolünde olan ekonomiye olan güvenini sarsmış, daha da önemlisi Erdoğan’ın bir şeyleri düzeltebileceğine dair iddialarının inandırıcılığını ciddi ölçüde azaltmıştır. Sonuç olarak, Erdoğan’ın faiz karşıtı lider rolü kendi açısından yıkılacak olsa dahi, piyasanın diğer aktörleri bu rolün yıkıldığına inanmadığı sürece ekonomide kalıcı bir düzelme beklenemez. Zira güven, inandırıcılığın bir sonucudur ve kendisine güvenilmeyen bir ekonominin lider eliyle düzeltilmesi olasılığı imkansıza yakındır.
[1] Rasyonel teorilerde temel varsayımlardan birisi ulusal çıkarların bizden bağımsız bir biçimde var olduğudur. Buna göre liderlerin/devletlerin rasyonel aktörler olarak hesaplamaları sonucu ulusal çıkarlara hizmet eden seçeneğe yönelecekleri kabul edilir.
[2] Örnek: halk tarafından dövize artan talep
Fotoğraf: Nick Fewings