[voiserPlayer]
Bu başlık altında askeriye, strateji, füzeler veya savaş uçakları analizi veya değerlendirmesi beklemeyin. Zira bu konularda gerçekten uzman olanlar kadar her konuda ağzı laf yapan ve böyle zamanlarda mantar gibi çoğalan “gündem uzmanlarının” analizlerini ve değerlendirmelerini okuyor veya dinliyorsunuzdur. Ben onlardan biri değilim. Çünkü ben ne askeriye, füzeler veya savaş uçakları uzmanıyım ne de bu askeri araçların esasen salt askeriye ve sert güvenlik meselesi olduğunu düşünüyorum. Ben S-400’leri ve F-35’leri, bölgemiz ve dünya siyasetinin militarist-çatışmacı bir yöne tehlikeli bir şekilde evrilmekte olduğu ve Türkiye’nin de bu dünyada yer alma isteği olarak görüyorum. Biz uluslararası ilişkilercilerin bildiği “yüksek politika” vs. “düşük politika” ayırımı vardır. Her ne kadar bu ayırımın içeriğini ve anlamını pek benimsemesem de konuyla ilgili bir tartışmadır.
S-400’ler, dünya siyasetinde otoriterliği, içe kapanmayı, tek adamlığı, eksik demokrasiyi, işgalciliği ve en önemlisi de Putinist Rusya’yı temsil etmektedir. Askeri olarak ne kadar ileri teknoloji ve etkinliğe sahip olduğunu bilmiyorum ama diyelim ki olsa bile; Rusya’nın ürettiği ve denetlediği S-400’lerin koruması altına girmiş bir ülkenin, Rusya’nın etki ve siyaset alanından uzak kalacağını kim söyleyebilir? Dolayısıyla, Rusya uzmanı Kerim Has’ın twitter mesajlarında çok güzel ifade ettiği gibi; doğal gaz, nükleer enerji, turizm, boru hatları ve diğer “düşük politika” bağlarıyla Rusya’ya zaten entegre olmuş bir ülkenin, en nihayetinde S-400’ler gibi en yüksek düzeyde siyasi ve stratejik koruma kalkanına girmiş olmasının ne anlama geldiği çok açık değil mi? Evet öyle. Askeriye veya gündem uzmanları, sert güvenlik-savunma konusunda bol bol laflar ediyorlar ama uluslararası ve ulusal politikanın kalitesi ve niteliği konusunda yetersiz, ihmalkar veya isteksiz oluyorlar. Askeriyenin siyasetten bağımsız olamayacağını, siyasetin de kim tarafından, nasıl, niçin ve hangi ortamda yönetildiğimiz gibi konularla ilgili olduğunu dikkate almıyorlar. Rusya’nın etki alanına giren bir ülkenin demokrasi, ekonomi, kültür, bilim ve insani konularında nereye savrulacağını düşünmüyorlar ya da bunları önemsiz görüyorlar.
Şimdi de denklemin F-35’ler tarafına bakalım. F-35’ler de Batı-NATO dünya görüşünün öncüsü olan ABD’yi temsil etmektedir ve gayet doğal olarak bu dünya, Rusya ve Çin gibi ülkelerden farklı ve onlarla karşılaştırılamayacak kadar ileri demokrasi, ekonomi, özgürlük, akademi, bilim, teknoloji ve insan kaynağına sahiptir. Rusya’nın ve ABD’nin bu kalite dereceleri, benim sübjektif veya keyfi görüşüm değil; evrensel ve objektif gerçeklerdir. Aramızda demokrasi, insan hakları, özgürlükler, bilim, hukukun üstünlüğü gibi konularda Rusya’nın daha iyi olduğunu düşünen biri var mı? Eğer varsa, tartışmayı burada bitirebiliriz. Eminim yoktur. Bu noktada benim de eleştirel ve karşı olduğum Bush ve Trump gibi ABD yönetimleri ve yaptıkları pek çok yanlışları hatırlayabiliriz. Ama unutmayalım ki, bu yönetimler demokrasi ile gelirler ve giderler ki Putin Rusyasıyla önemli farklarından biri budur. Amerikan demokrasisi çok iyi ve doğru kararlar verdiği gibi çok kötü tercihler de yapmıştır. Doğru kararlarıyla dünya barış, güvenlik, refah konularında ileri adımlar atmış; yanlış kararlarıyla savaş, işgal ve diğer acılar yaşatmıştır. Vietnam’dan Suriye sorununa kadar birçok utanç verici işler yapmışlardır. Ve bu utanç verici işlerden biri de konumuz olan savaş teknolojileri yarışıdır. Rusya-ABD füzeler savaşıdır.
Karşımızda S-400’ler ve F-35’ler üzerinden devam eden bir füzeler savaşı var. Bu savaş, Rusya ve ABD’nin güç ve yayılma mücadelesi olarak da görülebilir. Bu askeri güç ve yayılma mücadelesi diğer ülkeleri de jeopolitik ve siyasi tercihlerine bağlı olarak içine çekebilir ama bu kaçınılmaz değildir; büyük oranda diğer ülkelerin kendi politikalarına bağlıdır. Örneğin; Türkiye’nin bu güç mücadelesinin içinde yer alması, sanılanın aksine bir NATO üyesi olmasından veya jeopolitik kaderinden dolayı değil, bilakis geçen on yıllarda izlemiş olduğu iç ve dış politika tercihlerinin sonucudur. Türkiye, nispeten istikrar, barış, refah ve özgürlük alanı olan AB’nin içinde olmayı değil, AB dışı bölgelerde (Ortadoğu, Balkanlar, Akdeniz, Kafkaslar) büyük güçlerle kesif güç ve yayılma mücadelesi yapmayı tercih etti. Bu tercihi kaçınılmaz bir “kader” olduğuna inananlar olduğu gibi, benim gibi “özgür irade” olduğunu düşünenler de vardır. Türkiye, AB dışındaki bölgelerde güç ve yayılma mücadelesine girmeyi tercih ederek bugün yaşanan S-400’ler vs. F35’ler savaşının edilgen bir unsuru olmayı seçmiştir; kaderini kendisi belirlemiştir.
Türkiye’yi bu noktaya getiren üç kritik tercihten bahsetmek gerekir. Birincisi ve en önemlisi, AK Parti’nin stratejik derinlik olarak bilinen düşünceyi sorgulamadan ve tartışmadan doğru ve ideal olarak kabul edip, Arap Baharı’nda ve Suriye’de güç mücadelesine girmesidir. AK Parti, AB üyelik sürecini terk ederek ve yetersiz askeri gücüne güvenerek Ortadoğu’da yeni bir bölgesel düzen kuracağını vehmetti. Bunu yaparken kendisi değil dönemin ABD yönetimi ile birlikte hareket etmişti ama özellikle Suriye konusunda Başkan Obama’yı bile şaşırtan ve aşan şeyler yapmaya kalkıştı. AK Parti, Türkiye’nin kapasitesini ve uluslararası ilişkiler gerçekliğini olağanüstü şekilde aşan bir hayalcilik ile hem reelpolitik hem de ahlaki/etik olarak başarılması mümkün olmayan, başarılsa bile vicdanen muhal bir maceranın içine girdi; ama işin içinden çıkamadı; ki zaten çıkamazdı. Bu nedenle çok sıkıştı, iç ve dış politikada yeni müttefikler arayışına girdi.
Dolayısıyla, ikinci kritik tercih, Suriye’deki güç mücadelesinin iç-dış politikada güç mücadelesine dönüşmesi veya yansıması ile ilgili gelişmelerdir. AK Parti’nin içeride güç konsolidasyonu sürecinde yaşanan Ergenekon Davası ve 15 Temmuz darbe girişimi, bir yönüyle iç aktörler arası çatışma ama aslında ABD/Batı ve Rusya/Avrasyacılık arasındaki çatışmanın iç politika oluşumlarıydı. AK Parti, bu çatışmada önce Ergenekon Davası’nda bugün FETÖ olarak bilinen ABD’ye yakın olan bir istihbarat grubunun desteğini alarak Rusya’ya yakın olduğu bilinen Avrasyacı/ulusalcı grupları tasfiye etmeye çalıştı ama birçok hukuk usul ve esas hataları/yanlışları sonucunda başarısız oldu. FETÖ ile Avrasyacılar arasındaki çatışma, 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi ile çok farklı bir şekil aldı: Bu kez AK Parti, kendini darbeyle düşürmeye çalışan FETÖ’ye karşı Avrasyacıların ve milliyetçilerin desteğini almaya başladı ki, bu desteğin bir karşılığı Rusya ile yakınlaşmak ve askeri işbirliğini artırmaktı.
AK Parti bu iç çatışmayı; Ergenekon Davası, FETÖ darbesi ve Suriye savaşıyla derinleşen Kürt sorunu gibi sorunları demokrasi, hukukun üstünlüğü, evrensel insan hakları ve Türkiyelilik ruhuna uygun bir şekilde çözebilirdi, en azından öyle başarmaya çalışmalıydı. Ama böyle yapmadı; Türkiye’nin yüz yıllık devlet geleneğinin ürettiği sorunları kalıcı bir şekilde çözmek yerine, daha çok devletleşmenin ve merkezileşmenin yolunu seçti. Bunun sonucunda, kendisi gibi devletten mağdur olan kesimlerle ittifak yapmayı değil, bilakis devletin gücünü temsil eden kesimlerle işbirliği yaparak başarılı olmaya çalıştı. Devlet Bahçeli/MHP ile yapılan ve Avrasyacıların da desteklediği Cumhur İttifakı ile devletin rejimini değiştirdi ve hem demokrasi hem de hukukun üstünlüğü bakımından çok sorunlu olan “yerli ve milli bir CumhurBAŞKANLIĞI” rejimini kurdu. Bu rejim ile Erdoğan başkan oldu ve hedefine vardı ama artık önemli bir sorun ile karşı karşıyaydı: seçimlerde en az %50.1 çoğunluk almak zorundaydı. Türkiye sosyolojik tabanından bu oranı elde etmesi her zaman mümkün olmayan AK Parti, Cumhur İttifakının doğası gereği ve kaçınılmaz olarak MHP ve Avrasyacıların desteğine ihtiyaç duydu.
Bu tabanın memnun edilmesi için ise AK Partinin iki konuda onların istediği şekilde hareket etmesi gerekiyordu ya da bu iki konuda AK Parti onlarla aynı noktaya gelmişti: Öncelikle, özellikle Suriye politikası sonucunda yerle bir olan Kürt sorununa çözüm konusunda güvenlikçi politikaya döndü. MHP ile kurulan ittifakın artık Çözüm Sürecine devam etme şansı kalmamıştı; FETÖ ile mücadele etmek için de Avrasyacıların desteğini almak zorundaydı ya da onlarla FETÖ’ye karşı ortak hareket ediyordu. Ardından, yine Suriye politikası ve iç savaşı nedeniyle ortaya çıkan PYD-YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde oluşturmaya çalıştığı otonom yapılara ve bunlara destek veren ABD’ye karşı iç ve dış ittifaklar oluşturdu. Bu sorun, sadece AK Parti’yi değil MHP, Avrasyacılar ve tüm milliyetçi muhafazakarları endişelendiren ABD destekli Kürt (terör) koridoru ya da tehdidi şeklinde algılandı ve lanse edildi. Bu durum sadece Türk aktörleri değil aynı zamanda Suriye’de ve bölgede etki alanına sahip olan ve bunu kaybetmek istemeyen Rusya’yı da endişelendirmişti. S-400’ler işe bu Avrasyacı ulus-ötesi ortak endişenin ürettiği karşı hamledir. Ama bu karşı hamle, ne kadar rasyoneldir, kalıcıdır, doğrudur? Bu soruların bu kısa ve sınırlı sayfalarda cevaplandırılması ve sonuçlandırılması mümkün değildir. Ama usul gereği birkaç sonuç cümlesi ile tamamlamam gerekiyor:
Birincisi, Türkiye ve AK Parti; Kendini, Türkiye’yi, Ortadoğu’yu, diğer bölgeleri ve dünya siyasetini iyi okuyamadığı için yaptığı bir dizi hatalar nedeniyle tuzağa düştü. Okuyamamasının en önemli nedenlerinden biri, bu sorunları “okuma” bilgi ve becerisine sahip yetkin uzmanlarının olmamasıdır. Her birine derin saygı duyduğum uzmanlıklar olan ilahiyatçıların, dilcilerin, hukukçuların, sosyologların, imam hatiplilerin, öğretmenlerin ve benzeri alan dışı insanların uluslararası ilişkiler uzmanı ve uygulayıcısı olarak istihdam edilmesinin doğru sonuçlar doğurması elbette beklenemezdi.
İkincisi, Türkiye’nin tarihi ve kimliği o kadar abartıldı ki, günümüz/cari dünya siyasetiyle ve Türkiye’nin doğasıyla anakronikti. Başta Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabındaki kültür ve tarih analizleri ama daha önemlisi bunların uygulanma yol ve yöntemleri çok sorunlu idi. Örneğin, “Komşularla Sıfır Sorun” gibi oldukça doğru, anlamlı ve olumlu bir politikanın Suriye’de rejim değiştirmekle veya NATO füze sistemini Kürecik’e yerleştirmekle uyumlu ve başarılı olması mümkün değildi.
Üçüncüsü, Türkiye’nin S-400’ler tercihi; ülke ve bölge sorunlarını hukuk, siyaset, diplomasi, barış ve çok taraflılık ilkeleri çerçevesinde çözememiş olmasının doğurduğu sonuçları, askeri güç ve sert güvenlik yoluyla telafi etmek istemesinin bir sonucudur. Ki bu sorun sadece AKParti’nin değil CHP’den liberallere kadar pek çok siyasal ve toplumsal aktörü kapsayan Türkiye sorunudur. Eğer Türkiye; Kürt sorununa barışçı bir çözümü gerçekleştirse/ydi, AB’ye üyelik ve Kıbrıs konularında yoldan çıkmasa/ydı, hukukun üstünlüğü ve demokratikleşme konularında yüksek standartlara sahip olabilse/ydi, İnsani Kalkınma Endeksindeki yerini üst sıralara yükseltebilmiş olsa/ydı, Arap ve Ortadoğu bölgesi hakkında daha doğru bilgilenmiş ve ilişkiler kurmuş olsa/ydı, iç-dış siyasetin yönetiminde istikrarı koruyabilse ve maceralara girmese/ydi…kısacası medeni bir dünyaya entegre olabilse/ydi…AB gibi bir birlik içinde kalıcı yer edinebilse/ydi, belki Lüksemburg veya Hollanda gibi olamazdı ama en azından Romanya ve Portekiz kadar huzur ve güven içinde hisseder/di, S-400ler vs. F-35ler kıskacına düşmez/di; tabii ki yine büyük hatalar yapmama önşartıyla.
Bunları yapamadığı için füzelerin ve savaş uçaklarının cirit attığı bir ülke haline geliyor… (böyle giderse) daha çok gelecek çünkü sırada F-35’lerin, Patriot’ların, ambargoların tartışılması muhtemeldir…Peki demokrasi, barış, sivillik, ekonomi, refah, AB üyeliği idealleri ne olacak? Onlar başka bir bahara, “özgür irademiz” ile tercihler yapabileceğimiz bir zamana kaldı maalesef!