[voiserPlayer]
Küreselleşmenin ortaya çıkardığı önemli sonuçlardan biri mekan ve kültür farketmeksizin bireylerin aynılaşmasıdır. Moda ekonomileri bizi benzer kıyafetleri, benzer telefonları, aynı yemekleri almaya, aynı şarkıları dinlemeye iterken farkedemediğimiz çok önemli bir sorun bulunmakta. Biz ortak değerler üzerinden aynılaşmayız, bizler piyasanın bizler için hazırladığı değerler üzerinden aynılaşırız. Kimi zaman küreselleşmenin sunduğu kolaylıklar için neleri feda ettiğimizi göremiyoruz, gördüğümüzde ise genelde çok geç kalmış oluyoruz. Geri dönemeyiz, tüm bu hayatı daha rahat ve kolay kıldığını gördüğümüz şeylere arkamızı dönemeyiz. Artık Uzak’ta olduğu gibi hepimiz birer ‘Mahmut’ olmaya adayız. Mahmut köyünden İstanbul’a ilk geldiği zamanı anlatırken “ben bu şehre geldiğimde cebimde otel param bile yoktu, her şeyi tırnaklarımla kazıyarak kazandım” demişti. Mahmut’un şu an sahip olduğu hayat “azmin zaferi” belki ama Mahmut neleri feda etmişti? Bu hayat için nelere uzak kalmayı göze almıştı? Mahmut’a yakından baktığımızda, önceleri yönetmen olmak ister fakat bunu gerçekleştiremez. Bir reklâm fotoğrafçısı olarak hayatını kazanmaktadır. Nedendir ilk başta anlaşılmaz ama o hayallerini, tutkularını yitirmiş bir kentli olmuştur. Başka bir deyişle Mahmut; 1980’lerin kültürel ikliminde savrulan, ütopyasını kaybeden ve ruhunun masumluğunu yitiren tipik bir orta sınıf aydını haline gelmiştir.
Mahmut’un durumunu detaylandırmadan önce köyden gelen uzak akrabası Yusuf’tan da bahsederek; Mahmut’un yaşadığı çıkmazı, aynılaşmanın ve kent-kır geriliminin üzerimizde yarattığı etkileri daha rahat anlatabilirim. Yusuf köyünde işsiz güçsüz kalmış, para kazanmak, belki biraz da macera yaşamak için İstanbul’a gemilerde iş bulmaya gelmiş beş parasız, henüz kendine dair hiçbir sorusu olmayan bir genç. Yusuf için ‘uzak’ peşinden koşulması gereken bir düş ama somut olan bir düş: Para ve rahat bir hayat.
İkilinin yollarının kesişmesiyle; artık Mahmut’un çıkmazları, kentte kaybettikleri bir bir karşımıza dökülecek. Mahmut İstanbul’daki hayatına başlarken mevcut kimliğinden kurtulması gerektiğini farketmişti. Kadir Cangızbay gibi söylersem sosyal kimliğini tümüyle kendisine verilmiş kültürel varlığın inkarı ve tasfiyesi üzerine kurmuştu ya da en azından kurmaya çalışmıştı. Ancak Mahmut’un farkedemediği, belki de fark ettiği ama sonuçlarını göze alamadığı başka bir sorun vardır. Sosyal kimliği toptan tasfiye girişimi, sadece beyhude bir çaba değil, aynı zamanda kendini ağır ağır öldürmekle eş değerdi. Bunu açarsak biraz, Mahmut izlemeyi alışkanlık haline getirmeye çalıştığı sanat filmlerinden beklediği zevki alamayan, ne olduğunu anlayamadığı ama onlarsız yaşamaya dayanamadığı ‘şeyler’in verdiği acıyı hissetmemek için arayışlara girmiş, sonunda kendisi gibi karısını aldatmış, yalnız yaşamaya başlamıştır. Üç beş arkadaşı dışında kimsesi kalmamış, içine kapanmış, ‘titizleşmiş’ bir bireydir. Titizlik kavramı, hem özel hem politik hayatta mevcut durumu korumak zorunda hissedenlerin, kontrol edemeyeceği değişkenler karşısında tedirgin olanların, kaybedecek çok şeyi olduğunu düşünenlerin çok iyi anlayacağı bir duruma işaret eder.
Yusuf’un İstanbul’a gelip Mahmut’un evine yerleşmesi ile gerginlik dolu günler başlar. Bu gerginlik kır-kent gerginliği olduğu kadar, kendine ait tek kişilik bir yaşam kuran Mahmut’un kendi iradesi dışında yaşamına giren ikinci bir kişinin ruhunda yarattığı gerginliktir. Mahmut’un kullandığı eşyalarda bile bu tek kişilik yaşamın izlerini sürebiliriz. Evde misafirin yatacağı yatak yoktur, arabası sadece kendi isterse iki kişilik bir taşıta dönüşebilmektedir ve daha bir çok tek kişilik husus. Mahmut kendisini bir yerlere ait hissedemez artık, aidiyet duygusunu yitirmiştir. Artık o köklerinden ayrılmış ‘yalnız bir adam’dır. Annesinin hastalığına bile kayıtsız kalır. Sadece zorunluluktan hastanede annesinin yanında kalır. Bir insanın en çok annesinin yanında aitlik hissetmesi kadar doğal ne olabilir ki ama o annesinin yanında bile yitirdiği duygunun adını koyamaz, ihtiyacını isimlendiremez, çünkü isimlendirmek çağırmaktır; yüzleşmek zorunda kalmaktır.
Mahmut’u evinde, sokakta, arkadaşlarının yanında ya da çalışırken yüzünde gördüğümüz duygunun adı sıkışmışlıktır. Mahmut’un ait olmak istediği kentli ve modern dünya onu üstten baskılarken kopmaya çalıştığı geleneksel toplum değerleri ise onu altan ittirmektedir. Mahmut’un gözden kaçırdığı nokta, yeni halin sürdürülebilir kılınması için gerekli malzemeler sağlanması gerekliliğidir. Aksi halde bize miras kalanın dışında bir kültürel kimliğe sahip olma çabası yapaylaşır, kimliğin kullanımı imkansızlaşır ve sahibini kronik bir depresyona sürükler. Mahmut’un da inşa ettiği yeni kimliği yeniden üretim yapamamaktadır. Kimliğini ayakta tutabilmek için kentin, modern olma halinin işlenmiş halde verdiği değerleri nihai değerler olarak alıp kullanmakta ve onlara kendinden bir şeyler katamamaktadır. Bu yüzden dış desteğe olan ihtiyacı, yani moderniteye bağımlılığı artarken kültürel varlığıyla yaşadığı gerilimin acısı da gittikçe dayanılmaz olmaktadır.
Mahmut arkadaşlarıyla buluştuğu bir gece paranın artık ona huzur vermediği, ortamlarda sadece geçmişini aradığı arkadaşı tarafından da yüzüne vurulur. Mahmut da artık farketmiştir, kendi yeniden üretimini sağlayamamakta, bir anlamda ağır ağır ölmektedir. Bu kısmı biraz daha açma niyetindeyim. Bu sahneyi ilk izlediğimde Mahmut’a yapılan eleştiri aslında her şeyi çokça kolaylaştıracak gibi hissetmiştim. Yeni kimliğiniz ile eskisi arasındaki kategorik ayrımı ortadan kaldırıp aralarındaki uzantısallığı kabul ettiğimizde, yani kır ile barıştığımızda kentte huzur içinde yaşamanın kolaylaştıracağını düşünmüştüm. Bu yazıyı yıllar sonra yeniden ele aldığımda, Nuri Bilge Ceylan’ın bir daha hiçbir zaman Kış Uykusu ve Uzak’tan daha iyi film yapamayacağına gönülden inanarak bu satırları yazdım. Çünkü o Mahmut’a o masada bu eleştiriyi yapan arkadaştır. Geçmişi ile barışmanın sürdürülebilir bir kimliğin anahtarı olduğuna o kadar inanmış ki, Ahlat Ağacı filminde hiç çekinmeden Sinan’ın mutlu sonunu, babasının temsil ettiği değerler kümesiyle barıştığı an olarak anlatmıştır. Aslında haklıdır böyle yapmakla, çünkü henüz Mahmut’un da Sinan’ın da kişiliklerini çepeçevre saran geriliminin nihayete ereceği günü tarif edebilen çıkmamıştır. Barışmak, bence aşılması gerekenler listesinde o kadar önde ve o kadar kolaydır ki. Asıl süreç çok daha zor, çok daha zaman alacak oldukça karmaşık ve kendine soracak soruları olan herkesin önünde uzanmaktaktadır.
Mahmut gümüş köstekli saatini kaybeder. Aslında çekmeceye koymuştur ama bir türlü bulamaz. Neden o saati aradığını pek bilmez ama takıntılı bir inatla bulmaya çalışır. Arayışta olmak ona kendini canlı ve iyi hissettirmektedir, yola devam ediyormuş hissi vardır ve aradığını bulunca sıkışmışlık halinin bir nebze olsun azalacağını hissetmek arzusu vardır. Arama sırasında Yusuf’un odadaki çantası gözüne takılır, biz çantayı aradığını sonraki karede Yusuf’un gözüyle görürüz. Klasik formül çalışmaktadır, evde bir eşya kaybolmuştur ve sorumlusu evdeki düşmandır. Mahmut için bir okuma yaparsak, kaybettiklerinin suçlusu ‘kır’dır. Mahmut için Yusuf’ın temsil ettiği değerler kümesi her şeyin suçlusudur, kopuşunun, eksikliğinin, huzursuzluğunun ve arayışının sebepleri aynıdır. Ancak akış tersine işler tıpkı Mahmut’un çekmecede saati bulduğu sahnede ki gibi, evdeki düşman suçsuzdur. Efendi yanılmıştır. Yusuf odasına girip çantasının karıştırıldığını fark ettiğinde bunun hesabını sor(a)maz ama evdeki misafirlik günlerinin sonuna geldiğini fark etmiştir.
Son ve oldukça önemli bir sahne olarak, bir gün fotoğraf çekiminden dönerken Mahmut, gün batımında bir köy ve koyun sürüsü manzarası karşısında hayranlığını gizleyemez. Mahmut için adeta eski kültürel varlığınn ete kemiğe bürünmüş hali olan Yusuf “yapalım ağabey, hadi çekelim, hazırlayalım kemerayı” diye ısrarcı olmuşsa da Mahmut için çok geçtir, koyunlu köy manzarası çekmek, yolundan dönmektir. O artık dönemeyecektir. Çünkü barış hali olmadan iki kimlik arasında ancak uçurum vardır, barış köprü anlamına, kolay geçişler anlamına gelir. Barış olmadan kimlikler arası geçiş, akışkanlık hali mümkün değildir.
Yusuf’a değinmeden bitirmeyelim yazıyı. İş ararken sahil kenarındaki balıkçı kovalarında çırpınan balıkları görür balıklardan biri dışarıda tek başına diğerleri içinde çırpınır. Yusuf’u da tam olarak böyle tarif edebiliriz. Mahmut onu “yeter artık iş bul, ara çabala biraz, bir tane bile vasfın yok…” diye aşağılarken haklı olup olmadığını düşünür hep. Mahmut’un iddia ettiği gibi yoksulluğunun sebebi Yusuf’un yeteneksizliği, beceriksizliği miydi bilinmez ama Yusuf yoksulluğu için hiç kendisini suçlamıyor, Necmi Erdoğan’ın tabiriyle “adaletin bu mu dünya” sistemi ile ‘yeteneksizlik’ arasında daha çok ilkine yakın duruyordu. Gemi şirketleri ile ilk konuşmasında “iş yok kardeşim ya” cevabını alınca gittiği kahvede, arkadan İbrahim Tatlıses “dertler derya olmuş ben de bir sandal, devrilip batmışım boğulmuşum ben” diyerek onu ait olduğu yere dönmeye çağırırken sonraki sahnelerden birinde Kıraç “umudun kaybedip pes etmek olmaz” diyerek Yusuf’u bir çıkmaza yönlendiriyordu. Yusuf henüz yoksulluktan kurtulma ümidini kaybetmediği için arayışlara devam edecektir. Çünkü Yusuf’un çabası aslında küreselleşmenin ve kentleşen toplumların Türkiye’yi henüz tam vuramadığı noktalardan birini (nöbetleşe yoksulluk) de barındırmaktadır ve Yusuf da bunun en açık örneğidir. Mahmut’tan sonra onun ilk halini devralacak ve sonrakine aktarmak üzere hazırlanacak kişidir.
Tüm bu söylediklerimizi filmin sonundaki farenin yapışkan tuzağına takılmasıyla betimleyerek toplarsak, Yusuf kendisine ihtiyaç olmayan kentte sisteme entegre olamamış, geleneksel toplumun çağrısına daha fazla dayanamayıp, yoluna devam edememiş ve köyüne geri dönmüştür. Mahmut ise tuzağa yakalanmıştır, tıpkı fare gibi ne ileri ne geri gidebilmektedir. Fare tuzağı üzerinde son nefesini verene kadar sadece çırpınacaktır ve yavaş yavaş ölecekir. Umarım sevgili Nuri Bilge Ceylan bizlerden önce bu kimlik inşa süreçlerinin sonraki aşamasına dair yeni şeyler öğrenir ve bizi çıkmazlarımızdan kurtarır. Aksi halde onun kimliklerin barışmasına dair kısır anlayışına ya da kentin köşeye sıkıştırdığı ve hiçbir çözüm üretmediği depresif aydın profilleri ile dolu yeni filmlerine katlanmak(!) zorundayız demektir.
Sonuçta bu harika filmde, Mahmut ve Yusuf arasındaki ilişkinin biçimi küreselleşme, modernite ve geleneksellik etrafında örülmüş değerlerin dışavurumu ve pratik bilgisini vermektedir. Modernizmin ve gelenekselliğin bu ilişkiye kattığı dinamizm döngüsel bir savaş şeklinde işlemektedir. Y. Furkan Arıcan’a göre bu “Mahmut’un kent hayatındaki bitişi ve Yusuf’un o hayat içerisindeki varoluşa yönelik taleplerinin savaşıdır.”