[voiserPlayer]
Londra’da yaşadığım mahalle, perdelere pek sıcak bakmıyor. Hava karardığında karanlığa, Londra’nın sisine pusuna teslim olmuyor sokaklar. Çoğunluğu iki üç katlı olan evlerin hemen hemen tamamının camları, içeride BBC’nin Parlamento yayınını takip eden aileleri ya da genişçe bir kütüphanenin önünde JM Coetzee’nin yeni çıkan romanını okuyan Londralıları açık ediyor. Evlerin içindeki ışık, dışarı taşınıyor. Hatta, geçenlerde bir komşuma klasik İngiliz mimarisinin üç camlı duvarlarının neden bu kadar ‘iç gösterir’ hâlde korunduğunu sorduğumda, “Kütüphanelerimizi yarıştırıyoruz” cevabını vermişti.
Bizim Türkçeye ‘özel hayat’ diye tuhaf bir şekilde çevirdiğimiz ‘privacy’ kavramının Batı dünyasında ne kadar farklı bir davranış biçimine tekabül ettiğini de gösteriyor aslında bu. Başbakan’ın bütün vekillerden soru aldığı ‘ayin akşamı’nda Britanyalılar tabii ki televizyona bakıyor; perdeleri örtmenin ne anlamı var?
Bu durumun sebepleri tabii ki, bireyin kutsallığından kişilerin kendilerini var etme özgürlüklerine, yahut toplumsal barışın sağlanmış olmasına kadar uzanan genişçe bir alanda aranabilir. Ama konunun bir başka parçası, ‘Batılı’ olarak tanımladığımız kitapçılarda gezerken de karşımıza geliyor: Çok satanlara, yeni çıkanlara bakınca, kitapların önemli bir kısmının insanların kendilerini anlattıkları metinler olduğunu görüyorsunuz. Bu ülkelerde gelişmiş ve oturmuş bir biyografi/otobiyografi kültürü var.
Üstelik bu, yalnızca Mozart’ın hayatının kitaplaştırılmasıyla ya da Steve Jobs’ın Walter Isaacson endüstrisine katılmasıyla ilgili bir durum da değil. Tony Blair kadar bizim mahalleden Jane de kendi hikâyesini anlatıyor. Üstelik bir ‘yalancı’ damgasıyla gezmediği ve -çoğunlukla- daha orijinal tespitlerle insanların karşısına çıktığı için Jane, daha çok ilgi görüyor.
Bu geleneği Oray Eğin, ‘X kuşağının ilk ölümü’ diye andığı Elizabeth Wurtzel’in kitaplarını (ve öyküsünü) anlattığı yazısında güzel açıklıyordu: Wurtzel, 1994’te ‘Prozac Nation’ kitabını yazdığında, çocukluğundan beri depresyonla boğuşan kendinden bahsediyordu. Dürüstçe bunalımlarını, kullandığı ilaçları, gel-gitlerini; kısaca hayatını anlatıyordu. Zira Prozac Nation, başbakan olmayan, dünyayı değiştirmeyen, bir orduyu kumanda etmeyen kişilerin de ‘anlatmaya değer’ hikayeleri olduğunu dünyaya gösterdi -ve dünyayı değiştirdi belki de. Sıradan insanlar, olağan hayatlarını olağanüstü yollarla anlatmaya başladı. Hâlâ da anlatıyorlar. Dünyanın en sıkıcı yerinde doğup büyümüş bir yazarın ciltlere sığmayan anıları, edebiyat dünyasına yön verebiliyor.
Hâl böyle olunca, toplum önündeki figürler anılarını yazmaya kalktıklarında ‘yeni’ bir şeyler de söylemek zorunda kalıyorlar. Kimse Obama’nın bilmem nerede yaptığı konuşmayı tekrar okumak için kitabını almaz ama kendini ararken kafayı çeken, hiçbir yere ait olamayan genç Barack yeniydi örneğin. Ya da Elton John, geçtiğimiz yıl otobiyografisini çıkardığında tekrar ve tekrar adının nereden geldiğini anlatsaydı, aslında bir kitap da çıkarmış olmayacaktı. Wurtzel gibiler, toplumun zaten tanıdığı kişilerin üzerine büyük bir yük bıraktı. Bilmediğimiz bir şey yoksa, kitap da yok artık.
Bu bitmek bilmeyen girişi yapmamın sebebi, bir Mustafa Sandal kitabının asla sadece bir Mustafa Sandal kitabı olmamasıdır. 90’ları 3000’li yıllara taşıma hırsıyla hayatına devam eden Sandal, geçenlerde anılarını yazdığı ‘Beni Anlatma’ isimli bir kitap çıkarttı ve Türkiye’de kıyamet koptu. Hürriyet’ten Hakan Gence’ye -kitabını tanıtmak için- söyleşi veren Sandal, Defne Samyeli’yle 25 yıl önce bir ilişki yaşadıklarını ama ‘ilişkilerinin gizli kalmasını istemesi’ yüzünden Samyeli tarafından terk edildiğini söyledi. Samyeli, on yıllar sonra gelen bu itirafı yalanladı; Sandal ‘o zaman annemin yanında konuşmaktan çekinmediği için bugün de sorun etmeyecektir diye düşündüğünü’ söyleyerek yalanlamayı yalanladı. İş döndü, dolaştı, “Sen nasıl hayatına giren kadınlardan izin almadan onları ifşa edersin”e vardı.
Hoş, Gence de bu -saçma- soruyu Sandal’a sormuş ve o insanlardan izin almamasının sebebini “Çünkü onları onore ederek anıyorum. Bir ilişki insanı büyütüyor, geliştirip bir sonraki adıma taşıyor. İlişkilerimin hayatımdaki kıymetinin çok farkındayım” diyerek açıklamıştı. Doğrusu işin Samyeli tarafını tartışmanın hiçbir anlamı yok. Sandal, yaşamadığı bir ilişkiyi gündem olmak için kurgulamışsa bu Sandal’ın; Samyeli, ‘gizli bırakılma’ kompleksini 25 yılda yenememiş ve hâlâ bu yüzden Sandal’ı küçük düşürmeye çalışıyorsa da kendisinin problemi. Daha önemli bir mesele var burada.
Metin Münir, geçtiğimiz günlerde T24’te yayımlanan yazısında, hayat hikayelerinin Batı’da iki temel dayanak üzerine yükseldiğini söylüyordu: “Geniş bir okuyucu kitlesi ile biyografi ve otobiyografileri büyük avanslarla finanse eden bir yayın sektörü”. Obamalara anılarını yazmaları üzerine Penguin’in 60 milyon dolardan fazla para ödediğini söyleyerek bunu örneklendiriyordu. Michelle Obama’nın geçtiğimiz sene yayımlanan otobiyografisi ‘Becoming’in dünyanın dört bir yanında çok satanları delip geçmesi, arza talep olduğunu da gösteriyordu – doğru. Ama hikâye, bana kalırsa, bu kadar basit değil.
Türkiye’de, okuyucu kitlesinin hiçbir zaman oluşmamış olması ve yayınevlerinin ‘hayat hikâyelerine’ hiçbir zaman yatırım yapmaması, bana kalırsa aynı sebeplere dayanıyor: kendi deyimiyle- ‘Türk müziğinin dörtülüsü’nden biri olan Sandal’ın, hayatına giren kadınları ‘onore etmeden’ yazamaması da – bu hâlde dahi “Sen insanların özel hayatlarını nasıl yazarsın” eleştirileriyle karşılaşması da, başta tasvir ettiğim gibi, tamamen bir kültür meselesidir. Bu tartışma, perdeleri kapalı oturan, ‘aman komşu ne der’ endişesiyle aşk yaşayamayan bir toplumun, bireye değer verememesinin ve ahlakı karanlıkta bırakılınca ‘sayılmayacak’ günahlarla varolduğunu zannetmesinin sonucudur. Kişilerin hikâyelerinin değer verilmedikçe, ‘özel hayatın’ -ne olursa olsun- mutlak bir koruma altında olduğu düşünüldükçe; hem hikâyesiz kalacağız hem de ‘’Zaten gölgedeyim’’ diyenlerin, en ahlaklıyı oynamasına göz yumacağız.
Mustafa Sandal ile Defne Samyeli’nin güncel tartışması, bu meseleyi gündeme getirmek için bir bahane aslında. Hatırlayalım: Kendi partisinin içindeki bir klanın ‘siyasi darbesi’ sonucu alt edilen Ahmet Davutoğlu, sıfatlarından arınmış bir şekilde masasının başına oturunca siyasette geçen yıllarını değil, “Ulusların Düzen Bunalımı ve İslam Dünyası”nı yazdı. Gelecek Partisi’nin kurucularından Etyen Mahçupyan ise, hâlâ, “Davutoğlu konuşursa yakın Türkiye tarihi yeniden yazılır” diyor. Anlaşılması gereken şu: Toplum dilsiz olduğu için hiç kimse konuşmuyor! Mustafa Sandal’a da Mustafa Sandal’dan bahsetti diye kızıyoruz işte; suç Davutoğlu’nun da değildir belki de.