Daktilo 1984Daktilo 1984
    • Hakkımızda
    • İletişim
    • E-Bültene Abone Ol
    Facebook Twitter Instagram Telegram
    Twitter Facebook YouTube Instagram WhatsApp
    Daktilo 1984Daktilo 1984
    Destek Ol Abone Ol
    • İZLE
      • Çavuşesku’nun Termometresi
      • Varsayılan Ekonomi
      • 2’li Görüş
      • İki Savaş Bir Yazar
      • Yakın Tarih
      • Mayhoş Muhabbetler
      • Tümünü Gör
    • OKU
      • Yazılar
      • Röportajlar
      • Çeviriler
      • Asterisk2050
      • Yazarlar
    • DİNLE
      • Çerçeve
      • Zedcast
      • Tuhaf Zamanların İzinde
      • SenSensizsin
      • Tümünü Gör
    • D84 FYI
      • Hariçten Gazel
      • Avrupa Gündemi
      • ABD Gündemi
      • Altüst
    • D84 INTELLIGENCE
      • Kitap Yorum
      • Göç Sorunu
      • Başkanlık Sistemi Projesi
      • Devlet Kapasitesi Liberteryenizmi
      • Herkes için Siyaset Bilimi
      • Yapay Zeka
    Daktilo 1984Daktilo 1984
    Anasayfa » Muhazafakarları Anlamak: Çokkutuplu Dünya, Kozmopolitler ve Hortlaklar
    Forum

    Muhazafakarları Anlamak: Çokkutuplu Dünya, Kozmopolitler ve Hortlaklar

    Fırat Hacıahmetoğlu27 Temmuz 202014 dk Okuma Süresi
    Paylaş
    Twitter Facebook LinkedIn Email WhatsApp

    [voiserPlayer]

     Tahtı ellerinde tutuyorlar. Bütün diyar ellerinde. Memleket, insanların rızkının tahsis edilmesi ellerinde  […] Umudun ve korkunun ipleri ellerinde  […] Kimin aşağılanacak, kimin ise yüceltileceğine karar verme gücü ellerinde […] Bizim halkımız ellerinde, eğitim ellerinde […] Eğer Batı ve Doğu bu şekilde var olmaya devam ederlerse, bir gün göreceğiz ki tüm dünya ellerinde.

    Akbar Illahabadi, 19. Yüzyılın son çeyreği

    Uzun süredir kafamı kurcalayan sorular var. İnsan neden muhafazakar olur? İnsanı muhafazakar bir düşünce sistemini kabul etmeye iten motivasyon ve etkenler nelerdir? “Muhafazakar düşünce sistemi” nedir? Böyle tutarlı bir “sistemden” bahsedilebilir mi? Ne olursa insan “muhafazakar olmayı bırakır”? Muhafazakarlığı bırakmak nedir, nasıl olur, neleri kapsar; bu mümkün müdür? 

    Bunlar gibi onlarca soru kafamda dolanıyor. Yalnız, bu sorulara cevap aramadan önce, insanın öncelikle bu soruların “cevap aranmaya değer sorular” olduğunun bilincine varması gerekiyor. Bu da yalnızca, kişinin kendini X veya Y olarak tanımlamaktan olabildiğince vazgeçmesi ile mümkün. Zira “muhafazakar” olarak kavramsallaştıracağım belli başlı problematikler etrafında şekillenen ve içinde birçok düşünce barındırabilen bu sistem, uzun zamandır töhmet altında bırakılan, ne olduğu – dolayısıyla tarihselliği – yeterince anlaşılamamış; ve daha önemlisi anlaşılmaya değer görülmemiş bir düşünce sistemi.

    İmparatorluklardan Soğuk Savaş Sonrası Döneme

    Bunun nedenini, yalnızca Türkiye’de değil, küresel ölçekte, Soğuk Savaş sonrası yaşanan bir “modernleşme” sürecinde bulmak mümkün. Bilhassa, Fransız ve Anglo-Sakson aktörler tarafından önderlik edildiği öne sürülen, Nazi soykırımının ardından ortaya çıkan bu süreçle birlikte “aydın” olmak yavaş yavaş “muhafazakarlık”ın tam tersi olarak yeniden kurgulanır hale geldi. Bu esnada olumlu ne kadar nitelik varsa bu yeni “kozmopolit”, “dünya aydını”na atfedilirken, olumsuz ne varsa “muhafazakarlık”ın içine itildi. Bir anda, tabir caizse, imparatorluklardan hayatın hemen hemen her alanında evrensel bir özgürlük savaşçısı ilan edilmiş Jean-Paul Sartre’a vardık.

    Halbuki, Soğuk Savaş öncesi dönemde, felsefe de dahil olmak üzere, kültürel mecranın ana aktörleri, ezici çoğunlukla, bugün yaşasa “muhafazakar” olarak nitelendirilecek insanlar idi. Başka bir deyişle, “devletin tahakküm mekanizmalarına” karşı tavır alma ve tavır aldığı devletin içinden değil de sanki evrensel doğruların ütopyasından konuşma anlayışına, iki dünya savaşının getirdiği felaketlerin öncesinde, belli başlı bir kaç bilhassa Marksist yönelime sahip figür dışında rastlamak pek mümkün değil (ki Marksistlerin de zaten, en azından o dönemde, “özgürlükçü” olma gibi bir iddiası olduğunu öne sürmek yalnızca bir anakronizmden ibaret olacaktır).

    Bilakis, modern tarih boyunca bir çok “aydın” kendini bizzat devletin veya imparatorluğun yanında görmüş, mensup olduğu yönetimi daha güçlü ve “aydınlık” kılmaya adamıştır. Bu anlayışın nüvelerine, 1784 yılında yayımlanan Emmanuel Kant’ın ünlü “Aydınlanma Nedir?” makalesinde rastlamak mümkündür. Kant bu makalesinde, eleştirel düşüncenin düzenin işleyişini bozmaması gerektiğinden, bilakis bu düzeni pekiştirip daha yaşanabilir hale getirmeyi amaçlaması gerektiğinden bahseder. Bu nedenle, Kant der ki, kişi dahil olduğu bir sistemin işleyişini eleştirmek istiyorsa; bunu, işini olabildiğince kusursuz bir şekilde yaptıktan sonra, arda kalan zamanında gerçekleştirmeli, sistemin işleyişini bozmamalıdır. Kant’ın sözleri ile: “Kişi basitçe itaat etmelidir.” Aynı şekilde Hegel’in de vatandaşa devlet karşıtlığını değil bilakis sevgisi aşılamaya çalıştığı, karakterinin yanında kitaplarından da açık bir şekilde anlaşılabilir. Sonraki yüzyıllarda bu anlayış, Almanya’nın yanı sıra, İngiltere’ye nazaran modernleşmeye “geç kalmış”, İtalya, Japonya gibi öteki uluslarda da artarak kendini göstermiştir. Türkiye’yi de bugün bu gelenekte konumlandırmak mümkündür.

    İnsan Neden Muhafazakar Olur?

    Öncelikle, muhafazakarı bir kenara bırakalım ve herhangi bir insan neden olduğu insan olur, diye soralım. Hani, coğrafya kaderdir, derler ya; insanın coğrafyası da çocukluğudur, demek sanırım abartılı bir tabir olmayacaktır. Her insan, rastgele içine doğmuş bulunduğu aile ve çevresinden, yıllar boyunca, kaçınılmaz bir şekilde duyup, görüp, yaptıklarının, jeolojik katmanlar gibi üst üste, alt alta kemikleşmesiyle oluşan bir çökeltidir. Bu bağlamda, insanın özgürlüğünün sınırları en başta ailesinin, sonrasında ise yakın çevresinin sınırlarından ibarettir. Bir insanın şu veya bu olmasını da, bu nedenle, o insanın çocukluğunda yaşadığı deneyimler neticesinde damıttığı birkaç temel fikrin bir ömür boyunca takip edilmesi olarak anlamak mümkündür. Çoğu insanın hayatı boyunca okuduğu bütün kitaplardan, dinlediği bütün insanlardan, anladığı ve anlamak istediği aslında o birkaç fikrin onanmasıdır.

    Bu kaçınılmaz koşullanma başta belirttiğim hususun altını çiziyor aslında. Eğer kişi, başka bir insanın neden muhafazakar olduğunu anlayabilmek istiyorsa, o kişi öncelikle bildiği tüm doğru ve yanlışları paranteze alabilme yetisini gösterebilmelidir. Yani, x kişisi “iyi”dir; y kişisi “kötü”dür varsayım veya çıkarımlarının doğruluğu iddiası bir müddet unutulmalı ve kişi, en yakınındaki duygu ve düşüncelere dahi mesafe almayı öğrenebilmelidir. Soyut düşünme yetisi bu şekilde gelişir ve kişi, ancak böylelikle, her şeyin “kendisi” hakkında olmadığının farkına varabilir. Ancak bu hermenötik çaba ile insanı muhafazakar yapan süreçler hakkaniyeti ile anlaşılabilecektir. Elbette anlamak demek onaylamak demek değil; ne var ki, onaylamamak için de öncelikle anlamak gerekir. 

    Muhafazakarlığun Karanlık Dünyası

    Benim anladığım kadarıyla muhafazakarların dünyasının ana unsurlarından biri bu dünyanın son derece “karanlık” bir dünya olması. “Karanlık”, derken, muhafazakar kişi için dünyanın “balta girmemiş bir orman”a benzediğini iddia ediyorum. Elbette bu tüm muhafazakarlar için böyledir veya olmalıdır, gibi bir iddiam yok. Ama tanıdığım, gördüğüm, okuduğum ve anladığım kadarıyla bana bu “karanlık”, en azından benim “muhafazakar” dediğim kitlenin ayrılmaz bir parçasıymış gibi geliyor. Peki nedir bu karanlık? 

    Bu karanlığı tüm çıplaklığı ile ilk kez ortaya koyanlardan 17. yüzyılda yaşamış ünlü düşünür Thomas Hobbes şöyle diyor: “İnsan, insanın kurdudur.” Muhafazakarların bir otorite arayışının ardında dünyanın adaletsiz, anlayışsız, acımasız, merhametsiz, şefkatsiz, kaskatı bir yer olduğuna dair duyulan güçlü bir inanç yatıyor. Bu inanç öyle güçlü, yıkıcı, paramparça edici ki, muhafazakar, dünyanın “kötülük” karşısındaki bu dayanılmaz (Camus’nün absürd dediği) sessizliği ile mücadele edebilmek için güçlü bir ses arayışına giriyor. Kant’ın, yanlış hatırlamıyorsam, çürük bir oduna benzettiği insan, muhafazakar düşünce kapsamında, “iyi” bir varlık değildir; ancak, iyi olması gerekir/beklenir – öyle olması gerekir. Muhafazakar için tüm düzen, aslında adına insan denen incecik bir pamuk ipliğine bağlıdır.

    Muhafazakar Dünyanın Gerçekliği

    Başka bir deyişle, muhafazakar kişinin “gerçekçi” olduğunu söylemek pekala mümkündür. Fakat bu durumda bu gerçekliğin “kimin” gerçekliği olduğu sorusu akıllara gelecektir. İşte tam bu noktada, muhafazakarlık açık bir “avantaja” sahiptir diyebiliriz aslında, zira eğer tek bir kişi dahi, insanın insanın kurdu olduğuna inanıyorsa, dünyanın balta girmemiş bir ormana dönüşmesini önlemek mümkün değil gibi gözükmektedir. Kötülük, kim ne derse desin, “dışarıda” (aslında “içeride”) hüküm sürmeye devam edecektir ve bu nedenle de kişi daima savunma halinde kalmak zorundadır: yani kişinin, daima elindeki, avucundakini muhafaza etmesi gerekecektir. 

    Elbette bu muhafazakar huzur bulamaz, mutlu olamaz, demek değildir. Bilakis, muhafazakar için mutluluk ve huzurun önkoşulu dünyanın karanlık bir yer olmasıdır. Dahası, muhafazakarlık yalnızca dışlayıcı da değildir; bilakis “dışarının” soğukluğu karşısında muhafazakar “içerinin” sıcaklığı icat edilmek zorundadır. Muhafazakar, bu nedenle, bir camiaya ihtiyaç duyar. Karanlığın olmadığı bir yerde, grup olmaya da gerek yoktur. Nitekim, her şeye rağmen, tüm bu düzen uçurumun kenarına kurulmuş, her an yıkılabilecek bir narinliktedir.

    Muhafazakarlık Kendi İmkansızlığını İçinde Taşır

    Bu durum, bu anlattığım haliyle, elbette muhafazakar düşüncenin kendini nasıl algıladığını açıklamaz; hatta ve hatta benim öne sürdüğüm anlayışın, muhafazakarlığın kendini algılama şeklinin tam tersi olduğunu öne sürmek mümkündür. Bu durum, muhafazakar kişinin, kendini motive edebilmesi için tüm dünyanın “iyi” olduğuna inanmasının gerekliliğinden kaynaklanmaktır. Yalnızca kendisinin iyi, ötekilerin kötü olduğu bir dünya muhafazakarlığın temel prensiplerine aykırıdır. Zira, böyle bir dünya demek, tanrının kötü bir dünya yarattığını kabul etmemiz demektir ki bu da tanrının doğasına aykırıdır. Bu garip çelişki (dünyanın ayna anda hem kötülükle dolu olup hem de mutlak iyilik olan tanrı tarafından yaratılmış olması) tarih boyunca düşünceye damgasını vurmuş, hemen hemen her nesli meşgul etmiş bir problematiktir.

    Bu nedenle, her ne kadar, muhafazakar, dünyayı, tanrının mükemmel bir yansıması olarak görse de (“mümkün olan dünyalar içerisinde en mükemmeli,” demişti Leibniz, mevcut düzen için mesela), muhafazakarlığın altında işlemekte olan ve muhafazakar olmayı mümkün kılan zemin, aslında, bunun tam tersini söyler. Eğer dünyada her şey muhafazakarın söylediği gibi olsaydı, zaten muhafazakarlığın kendisine gerek kalmazdı. Muhafazakarlık, bu nedenle, Jacques Derrida’nın Chōra kavramı ile açıklamaya çalıştığı gibi, kalbinde kendi imkansızlığını taşır.

    En temelde, muhafazakar aslında gücün mutlak üstünlüğüne inanan, kusursuz bir Nietzsche’cidir dersek kabahat etmiş olur muyuz? En nihayetinde, “muhafazakar gerçekliğin” bizzat inkar ederek tasdiklediği alt metni, polemos’un üstünlüğünü haykırır ve der ki: her şey, savaştır. İyi, kötü… bunların hepsi intikamdır.

    Muhafazakar Dünya Gerçek Midir?

    Muhafazakar düşünceyi, bu şekilde büyük genellemeler ile belli bir perspektiften tanımlamaya çalıştık; fakat hala daha asıl sorulması gereken asıl soruya cevap vermedik. “Bu tanıma göre, sahiden de muhafazakar olmayan biri var mıdır?” Hayır, soru bu değil. Asıl sorulması gereken soru şu: Muhafazakar kişi, “gerçekçi” olmakta haklı mıdır? Muhafazakar dünya tasavvuru meşru bir tasavvur mudur? İnsan gerçekten de insanın kurdu mudur? Velev ki, öyle olsun, o halde bu durum sonsuza kadar bu şekilde sürmek zorunda mıdır?

    Bu soruya cevap ararken, büyük fırça darbelerini bırakıp, mevzuya biraz daha yaklaşmak gerekiyor – ama biraz, çok değil. Yani, Türk veya Türkiye muhafazakarlarını anlamamız gerekiyor. Türk veya Türkiye dedim, zira artık biliyoruz ki, “Türk”e de “Türkiye”ye de karanlıkla mücadele edebilmenin bir ifadesi olarak bakmak mümkündür. Yani, her muhafazakar gibi, Türk muhafazakarının dünyası da “karanlık” bir dünyadır. Bu dünyada – kendisi hiçbir zaman bunu bu şekilde açıkça belirtemeyecek olsa da – tek gerçek olan savaştır. Yani, bu dünyada, ya mağlup olursun ya da galip.

    Bu bağlamda, eğer muhafazakar zaten, hali hazırda, dünya karşısında her daim gardı yukarıda bekleyen kişi ise, Türk muhafazakarı, muhafazakarlığın doğal kendini koruma içgüdüsünün daha da radikalize edilmiş halini gösterir. Frantz Fanon’un dediği gibi, Türk muhafazakarı için objektivite düşmanın ta kendisidir. Yani, Türk muhafazakarı için (ki aşağıda anlatacağım üzere bu Türk’e özgü bir durum değildir aslında) dünyada olan hemen hemen her şey bir tehdittir. Daha keskin bir ifade ile: Türk muhafazakarı dünyada evinde değildir. Burası onun dünyası değildir; ve o yaşamak için kendi dünyasını, ne pahasına olursa olsun, kazanmak zorundadır, zira onu karanlık dünyasında kaybedene yer yoktur.

    Şimdi gelin, zaten halihazırda karanlık olan muhafazakar dünyası, “Türk muhafazakarı” için nasıl iyice zifiri hale geldi onu kısaca irdeleyelim.

    Atlantik Köle Ticareti’nden 21. Yüzyıl’a

    Olaylar 15. yüzyılda başlıyor. Latin Amerikalı düşünürler tarafından kurulmuş “dekolonyalist düşünce”nin önemli temsilcilerinden Walter Mignolo’nın çalışmalarına odaklanarak bu süreci basitleştirerek aktarayım.

    Dekolonyalist tarihcilere göre, 15. yüzyıldan önce dünya çokkutuplu (“multipolar”) idi. Peki, çokkutuplu dünya ne demek? Çokkutuplu dünya, Çin’de, Türkiye’de, Latin Amerika’da, Hindistan’da, Afrika’da, Avrupa’da… her coğrafyada adlarını şimdi tek tek saymanın bir gereği olmayan imparatorlukların, ve/ya, sınırları (muğlak bir şekilde de olsa) belirlenmiş sistemlerin olduğu bir dünya demek. Peki bu ne demek? Her coğrafyanın kendi standardının, kendi doğrusu ve yanlışının olması demek.

    Örnek vermek gerekirse, 15. yüzyılda Osmanlı’dan hiçbir insan çıkıp da “bre dostlar, ben neden sarışın değilim;” “ben neden İsveç’te doğmadım ki, bu nedir ya”, “Avrupa ne güzel ve medeni, biz ise ne kadar cahil ve çirkiniz,” demiyordu. Diyemezdi de zaten. Bunun, ötekine olan nefret ile, ırkçılık veya milliyetçilik ile ilgisi yok. O dönemde, birinin ötekine öyküneceği, onu kıskanacağı, ona hasetle karışık bir hayranlık besleyeceği, ama en önemlisi de, doğduğu coğrafyadan ötürü kendini doğrudan kaybetmiş addedebileceği bir dünya düzeni henüz yok idi.

    Başka bir deyişle, kutuplar arasında bir “mesafe” vardı. Mesafe derken fenomenolojik bir mesafe vardı. Kavram korkutmasın, anlatmaya çalıştığım aslında çok basit: Osmanlı’da yaşayan bir insan ile Çin’de yaşayan bir insan arasında yalnızca kilometrelerle ölçülebilecek bir mesafe değil, bunun kadar hatta belki daha da önemli olarak, içinde yaşadıkları anlam dünyası bakımından da bir mesafe/fark var idi. İki anlam dünyası birbirinden bu şekilde fersahlarca “uzakta” idi. Herkesin kendi doğrusu ve yanlışı, hayatını idame ettirmesine olanak sağlayan pratik ve ruhani bir düzeni var idi. Henüz farklılık, Edward Said’in dediği gibi, zayıflığa indirgenmemişti. Yani, başka coğrafyaların farklılığı, “Avrupa kadar gelişmiş olmak ve olmamak” kıstasına mahkum edilmemişti. Dünya çokkutuplu idi ve, elbette, henüz kapitalist değildi.

    Peki, 16. yüzyıl ve devamında ne oldu? Kısaca anlatmak gerekirse, modern teknoloji peydah oldu. Atlantik Köle Ticareti ortaya çıktı. Endüstri ortaya çıktı. Galileo’su, Newton’u geldi ve doğaya hükmedecek araçları geliştirmeyi mümkün kıldı. Bugün anladığımız anlamda, yani evreni çözmeye yarayan matematik geliştirildi. Tüm bunlar, o zamana kadar çokkutuplu olagelmiş dünyada, adına Avrupa derler bir kutba, tüm diğer kutupları işgal edecek, kolonize edecek, yok edecek ve kendi imajında yeniden inşaa edecek küstahlığı ve gücü verdi.

    Tek bir kutup, arkasına aldığı, “evrensel bilimi” ile dünyanın dört bir yanına giderek kendi doğrusunun tüm doğruların üzerinde olması gibi, modernite öncesi akla hayale sığmayacak, bir iddiada bulundu; bu yetmedi, bu iddiayı “gerçeğe” çevirmek için elinden geleni ardına koymadı. O “tek” kutup, o “teklik” anlayışı, tüm dünyaya o “tek” doğrusunu kabul ettirmek gibi “ulvi” bir görevi kendine edindi. Bakın “tek doğrusu” dedim, iyelik eki kullandım ama, malumunuz, evrensel doğrunun ne iyeliği ne üyeliği vardır (tam olarak bu konuda geçen yıl Martin Scorcece’nin geçtiğimiz yıllarda Silence adlı bir filmi yayımlandı; kesinlikle tavsiye ederim).

    Şimdi, eğer oturur ve aynı bir resme bakar gibi bu olan bitene bakar isek, ve bunu yaparken de Avrupa ve onun bilimsel metotlardan kaynaklı evrensellik iddiasının meşruiyetini paranteze alırsak, tüm bu hengamede göreceğimiz tek bir şey var:

    Güçlü, güçsüzü yok eder.

    Maalesef ki, durum, evet, özetle bu kadar basite indirgenebilir. Ama evrensellik dersin, ama aydınlanma dersin, kadın hakları dersin, peki ya bu akıl almaz teknoloji dersin – dersin de dersin, ama en nihayetinde, tüm söylenenlerin altında silahı güçlü olan adamın silahı güçsüz olan adamı mağlup ve mağdur etmesi ve o bahsettiğimiz fenomenolojik mesafeyi yok etmesi gerçeği olduğunu, silemezsin. Bu silinemez asimetriye, dekolonyalistler yara der. “Avrupa” karşısında, kalan tüm halklar “yaralanmıştır.”

    Bu şu demek, Avrupa, Afrikaya’ya gider ve oraya gittiğinde o coğrafyanın kendi doğrusu ve yanlışını yok eder (yani oranın kendi anlam dünyasını yok eder). Avrupa’nın ta Afrika’ya giderek, oradaki anlam dünyasını yok edebilmesinin ardında çok ama çok basit bir gerçek yatar:

    Avrupa’nın daha güçlü silahlara — yani bilime/teknolojiye sahip olması.

    Durum sahiden de bu kadar basit midir?. “Ya ama şimdi aydınlanma var, çok güzel insanlar ya Avrupalılar… baksanıza adamlar neler neler üretmiş…” vs. vs., bu tip yorumların hepsi “ereksel”, yani belli bir amaç uğrunda üretilmiş fikirler olarak kalmaya mecbur mudur — yani, Avrupa’nın Afrika’yı dümdüz etmesinden sonra ortaya atılanlar hep geç kalmış yorumlar, pervasız apolojiler midr? Burada “doğru” veya “yanlış” var mıdır? Yoksa, olan biten tamamiyle, güçlünün güçsüzü yok etmesi midir? Bunun sonrasında gelen tüm hesaplaşmalar, bunun sonrasında mı gelir?

    Bir kutbun tüm diğer kutupları yok etmesine olanak sağlayan bilim ve küstahlık (tektanrıcılık, evrenselcilik) Avrupa’da peydah olunca, o çokkutuplu dünyadan geriye, bugün gördüğümüz, her yerin aynılaştığı, homojenleştiği, kapitalistleştiği, muhafazakarların sevdiği bir tabir ile “Amerikanlaştığı” bir gezegenin kaldığı iddia edilir. Bu nedenle, tüm bu sürecin sonunda Avrupa’ya çok güzel, kalanlara ise kötü ve çirkin demek, yine aynı şekilde ereksel bir düşüncenin ürünüdür, sonucun sebep olmasıdır.

    Bu şu demektir: galip olan kutbun “güzel”i, bu kutup karşısında mağlup edilmiş kutupların umurunda olmak zorunda değildir — eğer bu kutupların da yeteri kadar gücü (yani bilim ve teknolojisi var ise) tabi. Eğer tektanrıcı/evrenselci değilseniz, herhangi bir halka, mekana güzel, deyip bir ötekine çirkin demenin, görünen o ki, hiçbir zemini ve bu nedenle de kıymeti yoktur. Güzel ve çirkin, yalnız ve yalnızca teklik fikrine tapanların savaşında bir anlama sahiptir; ve onun da çıktığı ve vardığı yer bellidir: Güç.

    Gücü olan güzeldir, olmayan çirkin. 

    Muhafazakarlar, Kozmopolitler ve Hortlaklar

    Dekolonyalistlerin naratifine ve tarihten arda kalan sayısız tanıklığa, belgeye, mimariye bakacak olursak, ortada bir “savaş” olduğu ve bu savaşın da kazananı ve kaybedeni olduğu, sanırım inkar edilmesi zor bir gerçek olarak karşımızda duruyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası, bu savaşın, aslında kazananı veya kaybedeni olmayan bir karmaşa olarak yeniden kurgulanma çabası, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın mağlubiyetin “yara”sını unutturmaya yetmemiştir. 

    Eğer hikaye burada bitse idi, “evet, muhafazakar haklıdır: ortada bir savaş vardır ve bu savaşı kazanmak için de güç, ana ve belki de tek kıstastır,” dememiz gerekiyordu. Ama gel gelelim hikaye burada bitmemekte; bilakis assolist hikayeye hala daha teşrif etmemiş durumdadır.

    Mağlup mağlubiyette, galip ise galibiyette ısrar etmeye devam ederken; bugün “sol-liberal”, “kozmopolit”, “globalist” gibi çeşitli şekilerde anılan yeni bir insan daha ortaya çıkmıştır. Bu yeni insan, mevzu-bahis “yara”yı hissetmeyen insandır. Bu elbette, ortada bir savaş yoktur anlamına gelmez; muhafazakar oldukça savaş olacaktır. Bilakis, bu şu anlama gelir. Artık bu yeni insan için savaşın tematize edilmesinin bir anlamı yoktur, çünkü savaş hayatın ta kendisidir.

    Böylelikle muhafazakarların, muhafazakar olabilmek için varsaydığı ama hiçbir zaman tematize etmediği ana prensip, yadsınamaz bir şekilde ayyuka çıkar. Bu yeni insana göre, bu savaşı kim kazanmış, kim kaybetmiş hiçbir anlamı yoktur, çünkü bu savaşın tarafı yoktur. Bu oyuna katılan herkes, en nihayetinde, aynıdır – suni kimliklerle farklılık üretmek, Doğu’su, Batı’sı, işçisi, patronu, Hristiyan’ı, İslam’ı, Türk’ü Kürt’ü vs., bunların hepsi kazanmak için başvurulan stratejiler ve taktiklerdir. Her savaş, aslında bir “iç savaş”tır.

    Başka bir deyişle, “kozmopolit” insan, muhafazakarı var eden karanlığın, “aydınlığa” çıkmasıdır. Yani, “kozmopolit”, muhafazakarın “ruh eşidir”, “aynadaki aksidir”; muhafazakarın yıllar önce öldürerek tahtına kurulduğu ikizinin, hortlayarak tahtını yeniden ele geçirmek için geri dönmesidir. 

    Kozmopolit, tam da bu nedenle, muhafazakarlığı, en azından bildiğimiz anlamda, bitmesi, ya da daha doğru bir ifade ile kendisini bitirmesini, temsil eder. Dünyanın karanlık bir yer olmadığını muhafazakarlar, kendilerini ikna edebilmek için o kadar çok tekrar etmiştir ki, dünya sahiden de karanlık bir yer haline gelmiştir; ve bu aydınlığa yeni kavuşan karanlıkta, muhafazakarlar kendi hortlağı ile kazanmaları imkansız bir savaş vermektir. Bu kazanılması imkansız bir savaştır, zira o hortlak, yüzyıllardır inkar etseler de, artık yüzleşmek zorunda kaldıkları bizzat kendilerinden başkası değildir.

    Gelecek yazıda, muhafazakarların güçlenerek kendi hortlaklarını yenmek için bizzat bu hortlaklarla yaptıkları işbirliğine ve bunun sonuçlarına değineceğiz.

    Fotoğraf: www.erdemyilmaz.be

    Siyaset
    Paylaş Twitter Facebook LinkedIn Email WhatsApp
    Önceki İçerikKim Haklı?: Azerbaycan-Ermenistan Tovuz Çatışması
    Sonraki İçerik Osman Kavala: Cezaevinde 1000 Gün | Tarık Beyhan & Büsra Cebeci | Keyfî Gündem #14

    Diğer İçerikler

    Videolar

    Parlamenter Sistem Nasıl Geri Gelecek? | Çavuşesku’nun Termometresi #252

    8 Mayıs 2025 Melis Konakçı, İlkan Dalkuç ve Burak Bilgehan Özpek
    Yazılar

    Savaşların Kazananı Olur Mu?

    7 Mayıs 2025 Oytun Meçik
    Yazılar

    Türkiye’de Serbest Gazeteciliğin Geleceği: Zorluklar ve Çözüm Yolları

    3 Mayıs 2025 Gökhan Korkmaz

    Yorumlar kapalı.

    Güncel İçerikler

    ABD Gündemi: Trump’ın İlk 100 Günü, Sol Muhalefet Meydanlarda, Kamuda Tasfiyeler, Mineral Anlaşması

    10 Mayıs 2025 Bültenler Emrullah Özdemir

    Turkey and Israel: Intense Geopolitical Rivalry from the Mediterranean to Central Asia

    8 Mayıs 2025 D84 INTELLIGENCE Reza Talebi

    Savaşların Kazananı Olur Mu?

    7 Mayıs 2025 Yazılar Oytun Meçik

    Dünya Gündemi: İsrail Gazze’yi Kalıcı Şekilde İşgale Hazırlanıyor

    6 Mayıs 2025 Bültenler Bahadır Çelebi

    E-Bültene Abone Olun

    Güncel içeriklerden ilk siz haberdar olun




    Archives

    • Mayıs 2025
    • Nisan 2025
    • Mart 2025
    • Şubat 2025
    • Ocak 2025
    • Aralık 2024
    • Kasım 2024
    • Ekim 2024
    • Eylül 2024
    • Ağustos 2024
    • Temmuz 2024
    • Haziran 2024
    • Mayıs 2024
    • Nisan 2024
    • Mart 2024
    • Şubat 2024
    • Ocak 2024
    • Aralık 2023
    • Kasım 2023
    • Ekim 2023
    • Eylül 2023
    • Ağustos 2023
    • Temmuz 2023
    • Haziran 2023
    • Mayıs 2023
    • Nisan 2023
    • Mart 2023
    • Şubat 2023
    • Ocak 2023
    • Aralık 2022
    • Kasım 2022
    • Ekim 2022
    • Eylül 2022
    • Ağustos 2022
    • Temmuz 2022
    • Haziran 2022
    • Mayıs 2022
    • Nisan 2022
    • Mart 2022
    • Şubat 2022
    • Ocak 2022
    • Aralık 2021
    • Kasım 2021
    • Ekim 2021
    • Eylül 2021
    • Ağustos 2021
    • Temmuz 2021
    • Haziran 2021
    • Mayıs 2021
    • Nisan 2021
    • Mart 2021
    • Şubat 2021
    • Ocak 2021
    • Aralık 2020
    • Kasım 2020
    • Ekim 2020
    • Eylül 2020
    • Ağustos 2020
    • Temmuz 2020
    • Haziran 2020
    • Mayıs 2020
    • Nisan 2020
    • Mart 2020
    • Şubat 2020
    • Ocak 2020
    • Aralık 2019
    • Kasım 2019
    • Ekim 2019
    • Eylül 2019
    • Ağustos 2019
    • Temmuz 2019
    • Haziran 2019
    • Mayıs 2019
    • Nisan 2019
    • Mart 2019

    Categories

    • Asterisk2050
    • Bültenler
    • Çeviriler
    • D84 INTELLIGENCE
    • EN
    • Forum
    • Özetler
    • Podcast
    • Röportajlar
    • Uncategorized
    • Videolar
    • Yazılar
    Konular
    • Siyaset
    • Ekonomi
    • Dünya
    • Tarih
    • Kültür Sanat
    • Spor
    • Rapor
    • Gezi
    İçerik
    • Yazılar
    • Podcast
    • Forum
    • Röportajlar
    • Çeviriler
    • Özetler
    • Bültenler
    • D84 INTELLIGENCE
    Konular
    • Siyaset
    • Ekonomi
    • Dünya
    • Tarih
    • Kültür Sanat
    • Spor
    • Rapor
    • Gezi
    Sosyal Medya
    • Twitter
    • Facebook
    • Instagram
    • Youtube
    • LinkedIn
    • Apple Podcast
    • Spotify Podcast
    • Whatsapp Kanalı
    Kurumsal
    • Anasayfa
    • Hakkımızda
    • İletişim
    • Yazarlar
    • İçerik Sağlayıcılar
    • Yayın İlkeleri ve Yazım Kuralları
    © 2025 DAKTİLO1984
    • KVKK Politikası
    • Çerez Politikası
    • Aydınlatma Metni
    • Açık Rıza Beyanı

    Arama kelimesini girin ve Enter'a tıklayın. İptal etmek için Esc'ye tıklayın.

    Çerezler

    Sitemizde mevzuata uygun şekilde çerez kullanılmaktadır.

    Fonksiyonel Her zaman aktif
    Sitenin çalışması için ihtiyaç duyulan çerezlerdir
    Preferences
    The technical storage or access is necessary for the legitimate purpose of storing preferences that are not requested by the subscriber or user.
    İstatistik
    Daha iyi bir kullanıcı deneyimi sağlamak için kullanılan çerezlerdir The technical storage or access that is used exclusively for anonymous statistical purposes. Without a subpoena, voluntary compliance on the part of your Internet Service Provider, or additional records from a third party, information stored or retrieved for this purpose alone cannot usually be used to identify you.
    Pazarlama
    Size daha uygun içeriklerin iletilmesi için kullanılan çerezlerdir
    Seçenekleri yönet Hizmetleri yönetin {vendor_count} satıcılarını yönetin Bu amaçlar hakkında daha fazla bilgi edinin
    Seçenekler
    {title} {title} {title}