[voiserPlayer]
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemi ile başlayan ve ardılı Türkiye Cumhuriyeti ile devam eden Türk modernleşmesi, 2 asırlık sürecin sonunda bugünkü Türkiye’yi yarattı. Coğrafyamızdaki birçok ülkede iç savaşlar, cuntalar ve işgallerle yarım kalan modernizm süreçleri Türkiye’de ilerlemesini sürdürebildi. İnişleri, çıkışları, başarıları ve başarısızlıkları ile bu büyük deneyim, son yıllarda ise kabuk değiştirdi. Uzun yıllarca yönetici elitin, ülkeyi oluşturan halkı zoraki olarak ileriye götürme çabası olarak görülebilecek bu hareket artık hiç olmadığı kadar halkın talepleriyle şekilleniyor.
Osmanlı ile Avrupa devletleri 15. yüzyılda birbirlerinden farklı iki trend izliyordu. Osmanlı, devşirme ve Türk bürokratların yardımıyla padişah tarafından merkezden yönetilen bir devletken, Avrupa’da henüz merkezi yönetimler yerel soyluların gücünü kıramamıştı. 17. yüzyıla gelindiğinde ise, Osmanlı hızlı genişlemeyi takip edecek bürokratik yapıyı kuramamış ve giderek yerel güçlere taviz veren bir hale gelmişti. Avrupa’da ise durum tam tersi yönde ilerlemiş, Avrupa devletleri merkezi güçlendirmiş, bu merkezi gücü de kurumları ile yönetir hale gelmişti. İşte tarih kitaplarımızda beceriksiz padişahları duymaya başladığımız dönem de bu tarihlerde başlar. Padişahların beceriksizliği yaftası ve klişesi aslında bir erken modern bürokrasinin yokluğunun kavramsallaştırma yoksunlarına yönelik şifreli ve çarpık bir ifadedir.
Türk modernizmi temelde bir kurumsallaşma çabasıdır. 3. Selim, 2. Mahmud gibi progresif padişahlarla başlayan süreç, Tanzimat ricalinin bu misyona el koymasıyla bürokrasiye devredilmiştir. Bu süreç 2. Abdülhamit dönemine kadar Osmanlıcılık ülküsü ile devam etmiş, Abdülhamit ile birlikte ise daha İslami bir hüviyete bürünmüştür. Abdülhamit döneminde Tanzimat ile başlayan, devletin ve ordunun belkemiğini oluşturacak asker-bürokrat elitin yetiştirilmesi süreci aynı hızda devam etmiş, bu dönemde meclis kapalı olsa dahi gizli siyasi teşkilatlar aracılığıyla halkın en azından eğitimli kısmının siyasete iyiden iyiye alışmıştır.
Abdülhamit, kendi kurduğu okullardan mezun olan ama kendisinin yetersizliğine ve zamandışılığına tahammül edemeyen genç askerler tarafından devrilip, meclisin tekrar açılması ile siyaset tekrar gün yüzüne çıkmış, Türkiye 1908-11 yılları arasında görece bir siyasi özgürlük dönemi yaşamıştır. 1908 aslında askeri bürokrasinin sivil bürokrasiyle ortaklaşa bir gücü devralmasıdır. Ancak sivil bürokrasi etkinliğini kısa zamanda askeri bürokrasiye ve ideolojik güdümlü bir partiye yitirecektir.1908 devriminin öncülerinden Mahmut Şevket Paşa’nın suikastı ve Balkan Savaşları ile ise bu süreç yerini İttihat ve Terakki diktatörlüğüne bırakmıştır.
İttihat ve Terakki yönetimi, iktidarda kaldıkları kısa süreçte hem yaptığı reformlarla, hem de yönetim kademesini modernizmle barışık kadrolarla doldurması ile Osmanlı’ya modern devlet olma yolculuğunda kademe atlatmıştır. Bu dönemde cumhuriyeti yaratacak kadrolar devlet yönetimine katılmış ve Kurtuluş Savaşı’nda çokça ihtiyaç duyacakları deneyimi edinme şansı kazanmıştır. Osmanlı’nın Balkan Savaşı ve Dünya Savaşı hezimetlerine de yakından şahit olan bu insanlar, gelecekte ülkeyi yönetirken İttihat ve Terakki Fırkasının düştüğü yanlışlardan sakınabilmişlerdir.
İttihatçılar başarısız Balkan ve Dünya Savaşı deneyimlerinin ardından ülkeyi ortada bırakıp, Almanya’ya doğru kaçarken, Türk modernleşmesinin en sıkıntılı günleri de yaklaşıyordu. Osmanlı Ordusu savaş boyunca Çanakkale dışında zafer kazanamamış, Kut-ul Amare gibi birkaç muharebede başarılı olmuşsa da her cephede geri çekilmek zorunda kalmıştı. Çanakkale’deki zafer de dahil olmak üzere, Osmanlı Ordusu büyük kayıplar vermiş, yıllarca verilen uğraşın sonucunda ortaya çıkmış bir avuç eğitimli gencinin de önemli kısmını kaybetmişti. İleride kurulacak cumhuriyet, savaşı kazanıp ülkeyi imara giriştiğinde bu kayıpların etkisi daha da açık şekilde görülecekti.
Savaşın ardından başlayan ülkenin işgali, o güne kadar oluşturulan kurumların işgalci güçlerce birer birer ortadan kaldırılmasına imkan tanıdı. Geriye ise sadece 1. Dünya Savaşı’nın insan kıyımından kurtulmuş bir avuç eğitimli asker ve bürokrat ile yıllarca savaşlarla, açlıkla ve hastalıkla boğuşmaktan güçsüz düşmüş cılız Anadolu insanı kalmıştı. İşgale karşı yerel direnişlerle başlayan mücadele, 1. Dünya Savaşı’nın parlak askerlerinin etrafında merkezi bir muhalefet hareketine dönüştü. Kısa zamanda silahlı muhalefetin, Ankara’daki meclisin kontrolü altına alınmasıyla, isyancı güçler olarak adlandırılan bağımsız silahlı gruplar, bir ulusal bağımsızlık ordusuna dönüştü. Mustafa Kemal Paşa’nın yönettiği Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile askeri açıdan başarıyla sonuçlanan Kurtuluş Savaşı, Lozan Antlaşması ile de uluslararası alanda tasdik edilmiştir.
Savaşın ardından önce padişahlığın, ardından da hilafetin kaldırılması ile cumhuriyet, Türk modernleşmesinde en büyük atılımın yapılacağı süreci başlatmıştır. İzmir Suikastı ardından yönetimdeki İttihat ve Terakki yanlısı muhafazakar öğelerin de bastırılması ile Mustafa Kemal Atatürk bünyesinde cisimleşen cumhuriyet devrimleri, Anadolu’nun siluetini değiştirirken, vatandaşlarının da dünyaya bakışlarını değiştirmeye başlamıştı. Kısa sürede hem modern devlet kurumları oluşturulmaya başladı, hem de bu kurumların işlemesini sağlayacak eğitimli nesiller yetiştirildi. Aslında cumhuriyet temel olarak Osmanlı kurumsallaşmasını sürdürürken yeni getirdiği paradigma bu kurumsallığın ancak bir zihinsel devrimle sürdürülebileceği fikrine dayanmasıydı. Bu ise bir kültürel devrimi öngörüyordu.
Atatürk’ün ölümü ile birlikte İsmet İnönü başa geçti. İsmet İnönü, genç cumhuriyetin emeklemekten, yürümeye geçtiği süreçte, ülkeyi 2. Dünya Savaşı’ndan uzakta tutarak, reformların yarıda kesilmesine engel olmuştur. Savaşın ardından Sovyetler Birliği’nin yarattığı tehlike karşısında Batı dünyası ile iyice yakınlaşan Türkiye, yönetim biçimi olarak da Batılı demokrasilerin izinden gitti. Bu dönem de tıpkı cumhuriyetin kuruluşu gibi Türk modernleşmesinde bir zıplama noktası olmuştur. İktidarın tek sahibi olan İsmet İnönü, seçimlerle iktidarı bırakmış ve ardından 1960 darbesine kadar, ülke Demokrat Parti tarafından yönetilmiştir. İsmet İnönü’nün seçimlerle iktidarı devretmesi, Türk modernleşmesinin ve Türkiye’nin demokratik olgunluğunu göstermesi açısından önemlidir. Bugünden bakıldığında, çevremizdeki ülkelerden; Rusya, Mısır, Suriye gibi benzer modernleşme süreçlerinden geçtiğimiz ülkelerin hiçbirinde muhaliflerin seçim sonucunda yönetimi devraldığı bir örnek yoktur.
1960 darbesi ve ardından gelen demokrasiye karşı hareketler de etrafımızdaki ülkelerden farklıdır. Türkiye’de darbeler hiçbir zaman askeri diktatörlüklere dönüşmemiş, asker ve bürokratlar meclisin ve hükümetin üzerinde baskı oluştursa da direkt yönetimde oldukları dönemler kısa sürelidir. Bizim aksimize, bölgemizde; Saddam, Abdülnasır veya Yunan albaylar cuntası gibi askerlerin yönetimde uzun süreler kaldığı çokça örnek mevcuttur. Türkiye’de ise 1960 darbesi sonrası Milli Birlik Komitesi üyelerinin cunta kurma denemeleri de, Talat Aydemir gibi ardılı hareketler de bertaraf edilmiştir.
Türk modernizmi, 90’larda merkez siyasetin çökmesi ile, bugün içinde olduğumuz, son faza geçti. Önce padişahlar, sonra bürokratlar ve askerle ilerleyen modernleşme süreci, halk ile bütünleşmeyi yıllarca beceremedi. 2000’lerin ilk yıllarında bu durum yavaş yavaş değişmeye başladı. Artık askeri ve bürokratik elit modernleşmenin motoru olmaktan çıkıyordu. Bugüne gelirken, yönetici elitin Türk modernleşmesi sürecinde ivme kaybına sebep oluşu, toplumda reaksiyon doğurdu.
Türk modernleşmesi, toplumun eksiklerini görmüş ve bunlara çözüm üretmeye çalışan küçük bir azınlığın başlattığı bir atılımdı. Bu eksiklerin ne kadar kapatıldığı veya reformların ne kadar yeterli olduğu tartışılabilse de modernleşmenin toplumun geniş kesimleri tarafından kabul gördüğü bir gerçek. Bugünün Türkiyesi, ne Afganistan gibi modernleşme çabası iç savaşa kurban gitmiş bir ülke, ne Irak gibi askeri diktatörlüğe dönüşmüş ve başarılamayacak emperyal hedefler peşinden koşarken egemenliğini yitirmiş bir devlet, ne de Mısır gibi yozlaşmış askeri elitin kontrolünde bir ülke. Türkiye bunların tam tersine, vatandaşın vergisiyle devleti finanse ettiği ve karşılığında devletten, modern devletin gerekliliklerini sağlamasını beklediği bir ülke haline geldi.
2. Mahmud, Mustafa Kemal Atatürk gibi liderler, reformlarını bugünkü gibi bir toplum yaratma hayaliyle yapmıştı. Cumhuriyet’in yeni yaşını kutlarken, şunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki; Türk modernizmi başarılı olmuştur. Çünkü tarihimizde ilk kez toplum, devleti yöneten elitten daha hızlı bir modernleşme arzuluyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediğim gibi “Millet, beynelmilel umûmî mücadele sahasında sebeb-i kuvvet olarak ilim ve vasıtanın ancak muasır medeniyette bulunabileceğini bir hakîkat-i sâbite olarak umde ittihaz eylemiştir”. Bu ise yepyeni ve hala tam olarak teslim edilmemiş yeni bir dinamik ki sancılarını yakından soluyoruz. Tıpkı 1908 ve ardından yaşanan sancılı sürecin cumhuriyeti doğurması gibi 200 yıllık modernizm dümeninin el değiştirmesi de yeni bir basamak olacaktır.
Fotoğraf: Eva Grey