[voiserPlayer]
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ABD’nin tek süper güç olarak ortaya çıkması, tarihin sonu olmamış ve tek süper güçlü dünya düzeni, yerini çok kutuplu bir düzene bırakmıştır. ABD’nin hegemonyasının küresel etkisinin azalmasıyla uluslararası sistem, yeni düzen anlayışı çerçevesinde yeniden bir rekabet dönemine girmiştir.
2000’li yılların başından 2010’lu yıllara geldiğimizde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 5 daimi ülkesinden ikisi olan Çin ve Rusya’nın küresel siyaset üzerindeki etkileri farklı yönlerde ve farklı bölgelerde artmıştır.
2002 yılında Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi (UGS) üç önemli olası güç belirlemiştir: Rusya, Hindistan ve Çin. Böylelikle Çin, ilk kez büyük güç kategorisinde ABD strateji belgelerine girmiştir. Çin günümüzde, satın alma gücü ve ihracatı ile ABD’yi geçerek potansiyel süper güç konumuna yükselmiştir. Rusya ise Vladimir Putin’in Devlet Başkanlığı döneminde askeri bir güç olarak yeniden dış politikada etkisinin arttırmış ve bu iki ülke, ABD’nin küresel hegemonyasını kırmak için ortak çıkarlar perspektifi ile yakınlaşmıştır.
Rusya ve Çin’in ilişkileri, Soğuk Savaş bittikten sonra ABD’nin gündeme getirdiği “tek kutuplu” dünya savına karşı çok kutuplu dünya savını savunma çabaları sırasında derinleşmeye başladı. Çok kutuplu bu yeni dünya düzeninde bölgesel güçler ön plana çıktı ve bölgesel güçlerin ittifakı ortak çıkarlar denkleminde şekillendi. Geldiğimiz noktada ise dünya, siyasi olarak demokratlar ve otokratlar olarak yeni bir hegemonya mücadelesi sürecine girdi. Son olarak Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, bu sürecin ne yöne evirileceği konusunda bilinmezliklerle dolu bir kapıyı ardına kadar araladı.
Türkiye’nin Konumu: Denge Politikası Ne Kadar Sürdürülebilir?
Erdoğan, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra Türkiye’nin jeopolitik önemini iyi değerlendirdi. Bu yeni dönemde Rusya ve NATO arasında denge unsuru olarak Türkiye’nin pozisyonunu belirledi. Süreci “ne Ukrayna’dan, ne Rusya’dan vazgeçeriz” şeklinde açıklayan Erdoğan, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü ve egemenliğini destekledi. Ancak, Rusya’ya karşı Batı ülkelerinin almış olduğu yaptırımlara katılmadı. Türkiye’nin Ukrayna ve Rusya arasında gerçekleşen müzakerelere ev sahipliği yapmasını “Türkiye arabulucu değildir, Türkiye bir kolaylaştırıcıdır” şeklinde tanımlayan Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin’e “onurlu çıkış” önermiş, bu girişimleri ve rolü nedeniyle Batı’dan olumlu mesajlar almıştı.
Ancak Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Erdoğan’a dış politikada Türkiye’nin artan jeopolitik önemi nedeniyle yeni bir diyalog alanı oluşturmuş olsa da bu yeni alanın, Erdoğan’ın kurmuş olduğu otoriter rejimin devamlılığını sağlayacak rahatlığı sağlaması zor gözüküyor. Erdoğan’ın özellikle 15 Temmuz’dan sonra izlediği politikalar nedeniyle Türkiye’nin Batı ile ilişkileri çok ciddi hasar aldı. Türkiye’nin oluşan bu güven krizini Batı ile Rusya arasındaki denge politikasıyla aşması çok zor. Türkiye’nin Batı İttifakı ile olan kurumsal ilişkileri ve Türkiye’nin Batı İttifakı için olmazsa olmaz öneme sahip jeopolitik konumu, Erdoğan’a Batı ile ilişkilerde yeni bir manevra alanı sağlamıyor.
Kriz anlarını kendi siyasi geleceği için fırsata çevirme konusunda uzman olan Erdoğan için izlenilen denge politikası sürdürülebilir değil. Putin, başlattığı işgal nedeniyle tüm dünyada kötülüğün bir objesine dönüştü. Onunla son derece pragmatik ilişkiler yürüten liderler Batı kamuoyunda sorgulanmaya devam edecek. Putin ile ilişkileri “dostluk” boyutunda olan NATO liderlerinin bu durumu sürdürebilmesi zorlaşacak.
2016 yılının Ağustos ayında gerçekleşen Petersburg Zirvesi ile ABD’ye karşı Rusya ile ilişkilerini güçlendirerek kendi siyasi geleceğini uzatan Erdoğan, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un “özel ilişkiler” olarak tanımladığı Türkiye-Rusya ilişkilerinden vazgeçmedi. Son Soçi ziyaretiyle de 2023 seçimleri öncesi bir kez daha Putin faktörü ile seçim öncesi iktidarını korumak istiyor.
Güçlü Adam Çağı
Financial Times yazarı Gideon Rachman’ın “The Age of the Strong Man: How the Cult of the Leader Threatens Democracy Around the World” (Güçlü Adam Çağı: Lider Kültü Dünya Çapında Demokrasiyi Nasıl Tehdit Ediyor?) kitabı son dönemde ortaya çıkan otokratik liderler ve rejimlere ışık tutuyor. Gideon Rachman, otokratik liderlerin özelliklerini, onlarla ikili temaslarındaki gözlemlerini, gazetecilik perspektifiyle, demokrasinin geleceği açısından ele alıyor ve otokrat liderlerin birbirine benzeyen politik yaklaşımlarına bu kitapta yer veriyor.
Kitabın girişinde güçlü adam profili, küresel ölçekte dünyanın en büyük demokrasisi olarak kabul edebileceğimiz ABD’de, 45. Başkan Donald Trump örnek gösterilerek tartışılmaya başlanmış. Rachman kitabında bir Beyaz Saray yetkilisinin Kim Jong-un ile Trump’ın online görüşmesinden önce “Başkan otokratlarla görüşmeyi seviyor” dediğini ifade ediyor. Rachman, Donald Trump’ı demokrasinin geleceği için diğer otoriter liderlerle birlikte tehdit olarak görürken geleneksel olarak ABD başkanlarının daha önce “özgür dünya” (ABD tarafından yönetilen) ile demokratik olmayan ülkeler arasında keskin bir ayrım yaptığını belirtiyor ve Donald Trump’ın bu farkı küçümsediğini söylüyor.
2015 yılında Başkan Putin’in gazetecileri ve siyasi muhalifleri öldürdüğü gündeme getirildiğinde Trump’ın, “Ülkemizin de çok fazla öldürme yaptığını düşünüyorum” yanıtını verdiğini hatırlatarak, demokrasinin temelinde yer alan özgür basının, Trump’ın zihninde yer aldığı konuma da atıfta bulunuyor. Rachman’a göre Trump, özgür basını özgür bir toplumun önemli bir parçası olarak savunmak yerine, zamanını “sahte haber medyasını” kınayarak geçirdi.
Erdoğan: Liberal Reformcudan Otoriter Diktatöre
Kitapta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a da bir bölüm ayıran ve onu otoriter lider olarak tanımlayan Rachman, Trump’ın Başkan olarak Bob Woodward’a verdiği demeci alıntılıyor: “Erdoğan ile çok iyi anlaşıyorum. Ne kadar sert ve acımasız olurlarsa, onlarla o kadar iyi anlaşırım.”
Erdoğan ile ilgili bölümde kendi rejimi için inşa edilen Cumhurbaşkanlığı Saray’ından bahsederken, inşa edilen Saray’ın, Kremlin ve Versay Saray’ından büyük olduğunun altını çiziyor. Erdoğan’ın 2014 yılında inşa edilen yeni Cumhurbaşkanlığı Saray’ına taşınmasıyla birlikte Türk siyasetinde bir megalomaninin egemen duruma geldiğini ifade eden Rachman, Erdoğan’ı bir Osmanlı Padişah’ına benzetiyor.
Yazar ayrıca Erdoğan ve Putin arasında da paralellikler kuruyor: “Her iki adam da Batı’nın açık sözlü muhalifleri ve liberalizm eleştirmenleri haline geldi. Putin ve Erdoğan yurtiçinde ve yurtdışında benzer bir oyun kitabı izlediler.”
Putin’le Erdoğan’ın benzer dönemlerde ülkelerine liderlik ettiğini belirten Rachman, her iki liderin başlangıçta Batı açısından demokrasinin sınırlarında kabul edilecek reformcular olarak görüldüklerini söylüyor. Uluslararası alanda ülkelerinin gücünü yeniden ön plana çıkardıklarını, devletin ve toplumun kontrollerini ele geçirdikleri tespitini yapıyor.
Batı dünyası 11 Eylül’den sonra Ortadoğu’nun iç siyasetiyle meşgul olmaya başlayınca Türkiye’nin öneminin arttığını belirten Rachman, Batılı kanaat önderlerinin, İslam’ı demokrasi ve Batı ile uzlaştırabilecek “ılımlı” Müslüman liderlerin peşinde olduğunu ve Erdoğan’ın başlangıçta Batı’nın aradıkları adam olduğunu söylüyor.
Kitapta Erdoğan dönemi sonrası Türkiye’deki güç dengeleri içindeki çatışma süreçlerini, iki kez değişen rejimin farklı ortaklıklarını ve sonunda Erdoğan’ı güçlü, otokrat bir lider olarak ortaya çıkaran faktörleri anlatan Rachman’a göre Türkiye, G-20’nin önde gelen ekonomilerinden biri olsa da bir süper güç olmadığını ve asla olamayacağını vurguluyor.
Rachman’ın dünyada “demokratlar ve otokratlar” olarak şekillendiğini söylediği uluslararası siyasal sistemde güçlü adam çağı, giderek ülkelerin ve dünyanın geleceğine etkide bulunuyor. Ukrayna’nın işgali ile giderek derinleşen demokratların ve otokratların küresel ölçekte nüfuzlarını koruma stratejisi, ülkelerin iç politikalarında da sarsıcı bir şekilde rol oynuyor. Lider olgusunun, demokrasilerdeki rolünün de sınırlarını gözlemleyen Gideon Rachman’ın kitabının Türkçeye çevrildiğinde ülkemizde büyük ilgi göreceğini düşünüyorum.
Fotoğraf: Claudio Schwarz