[voiserPlayer]
Portekizli dünyaca ünlü yazar José Saramago’nun kendi ülkesinde “dikenli karakter” olarak anılmasının sebebi, edebi şöhretini politik inançlarını yaymak istemesine borçlu. Saramago, kitapları milyonlara ulaşmış, hayatını sürgünler ve sansürlerle geçirmiş bir komünist yazar… İdeolojisine bağlı kalmış, her fırsatta siyaset yapmaktan kaçmamış ve ölene kadar Portekiz Komünist Partisi üyeliğini de sürdürmüş bir isim. Gündelik hayatında olduğu gibi özgürlükçü solcu tavrını sanatında da ön plana çıkarmış, hiciv ve kara mizah dolu kitaplarında devletin kurumlarını ve toplumsal kurallarını eleştirmekten hiçbir zaman çekinmemiş.
José Saramago politik olmak zorundaydı çünkü O henüz üç yaşındayken Portekiz’de askeri bir darbe yaşanmıştı. Bu darbe neredeyse 48 yıl boyunca sürecek Salazar’ın “Novo Estado – Yeni Devlet” adını verdiği bir diktatörlük dönemiydi. Novo Estado günümüzde de Portekiz’in en karanlık dönemi diye anılır. Portekizliler bu darbe sonrası 3F (Fado, Fadima, Futbol) formülüyle yarım asır, adeta bir sessizlik perdesinin arkasında yaşamlarını sürdürdüler. Bu dönemde bağımsız siyasi partiler ve sendikalar yasadışı ilan edildi. Basın acımasızca sansürlendi. Ekonomisi birkaç oligark tarafından idare edilen Portekiz, o dönemde muhafazakâr ve içe dönük bir yere dönüştü. Aydınlanma yaşanmadığı için de zaten kontrolü zor bir ülke olmadı. İktidara göre ideal Portekizli küçük fakir bir çiftçiydi, daha dindar ve daha itaatkâr… Saramago işte tam da böyle bir iklim içerisinde, Salazar’ın sistemine bağlı bir evde büyüdü. Babası onun tabiriyle “gizli” olmasa da sisteme bağlı bir polisti ve böyle bir iklimde özgürlüğün ve yalnızlığın avantajlarını ve tehlikelerini bilmiş, onları bilen ve arası iyi olan bir yazar olarak hayatına devam etti.
Saramago hayatı boyunca 31 kitap yazdı ve dünya okurları onu en çok “Körlük” romanıyla tanıdı. Ama benim için en önemli kitabı her zaman “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş” adlı eseri olmuştur. Bu kitabı yıllar sonra bir sabah elime aldım. Sayfalarını karıştırırken, kitabın girişinde altını çizdiğim şöyle bir cümleyle karşılaştım: İnsan olmanın ne demek olduğunu her geçen gün daha az bileceğiz…
Kitabı elime aldığım o sabahın gecesinde, Suriyeli sığınmacılar devlet kontrolüyle sınıra götürüldüler…
Kitap, adı belli olmayan bir ülkede ölümün ortadan kaybolmasını ironik bir şekilde ele alıyor. “Ertesi gün hiç kimse ölmedi” cümlesiyle başlayan roman, artık ölümsüz bir toplumdaki kaosu, kimse ölmediği için hayıflanan din adamlarını ve mezarcıları ama en çok da ölmemenin yüksek maliyetini karşılayamayacak devletin paniklemesini ironik bir dille anlatıyor. Kimsenin ölmediği ve ölemediği bu ülkede insanlar ölmek için komşu ülkenin sınırına gidip ancak orada ölebilmektedirler. Halk arasında kulaktan kulağa yayılan bu yöntem, zamanla “Maphia” adında bir örgütten yardım almaya dönüşür. Devlet yetkilileri bu yasal olmayan yönteme başta karşı çıksa da daha sonra bunu meşru bir zemine oturtup normalleştirir…
Kahinler Kitabı’ndan alıntı o cümlenin kehanetine hürmetle, insan olmanın ne demek olduğunu daha az bilerek, sınıra yığılmış mültecilerle o sözleri gerçeğe dönüştürmeye çabalıyor gibiydik o gece. 2020 yılında, bir insanlık dramına canlı yayınlarla şahitlik ediyorduk.
Türkiye uzun bir süreden beri kapıları açmakla tehdit ettiği Avrupa sınırına bir gecede binlerce mülteciyi apar topar yığmıştı. Türk Ordusu’nun Suriye’nin kuzeyinde yaşadığı büyük kayıplar ve sınırda yaşanan çatışmalar nedeniyle kapılarına dayanan bir milyon yeni mülteciyle artık baş edemeyeceğini belirterek kapıları açmıştı. Haber kanalları gecenin bir yarısında, sınırdan canlı yayınlarla bu trajediye ortak olurken yüzlerce mülteci apar topar Yunanistan sınırına dayanmış, Ege sahillerinde botlar hazırlanmış ve insanlar sürüler halinde daha iyi bir hayata mı yoksa ölüme mi gittikleri belli olmayan bir yolculuğun kuyruğuna girmişlerdi. Bu kadar trajik ama bir o kadar da gerçek bu yeni nesil kavimler göçü, özellikle iktidara yakın bir kesim “loş” yazar tarafından, keyifle karşılanmıştı. Hatta aralarında bu dramı görmek için ertesi gün sahile koşarak gideceğini, ucuzluğun bile pahalı duracağı bir şaklabanlıkla tvitlemekten çekinmiyorlardı. Bir gün önce muhacir sayılan bu insanlar bir anda Avrupa’ya günlerini gösterecek bireylere dönüşmüştü. İçişleri Bakanlığı da her gün sınırdan çıkan mültecilerin küsuratlı sayılarını paylaşıyordu. Sonra Özcan Karlı diye bir insan kaçakçısının röportajı dolaşmaya başladı.
Romanda yer alan “Maphia” isimli örgüt gibi 20 yıldır göçmen kaçakçısı olduğunu ve bu işten ekmek yediğini utanmazca anlatıyordu. Hatta bu işin iznini Reis’ten aldığını iddia ediyordu. Sonra o kaçakçı tutuklandı. Sınırı geçmeye çalışan birçok mülteci Yunan askerleri tarafından biber gazına, işkenceye maruz bırakıldı. Ege’den Yunan adalarına geçmeye çalışan botlar alabora oldu. Her şeyin, her zaman ilk kaybedeni olan çocuklar öldü…
Şimdi o mülteciler, Türkiye’nin geri almadığı, Yunanistan’ın içeri sokmadığı bir arafta bekliyorlar. Jose Saramago’nun ölümünden 9 ay sonra başlayan Suriye Savaşı, yüzbinlerce insanın ölümüne, milyonlarca insanın da yerinden edilmesine sebep oldu.
Jose Saramago yıllar önce sanki bu savaş için bir konuşma yapmıştı: “Binlerce yıllık medeniyetin sonunda geldiğimiz noktaya bakın, insanoğlu gerçekten bu mu? Bütün çabamız buraya varmak için miydi?“
Foto: Simeon Muller