[voiserPlayer]
Anayasa mahkemelerinin önüne gelen birçok sorunun siyasal nitelik taşıması, bu mahkemelerle parlâmentolar arasında zaman zaman çatışmalar yaşanmasını hemen hemen kaçınılmaz bir hale getirmiştir. Bu çatışmadan hareketle ortaya çıkan yargısal aktivizm kavramı, anayasa mahkemelerinin siyaseti doğrudan ilgilendiren konularda, yasama organının işlemlerine karşı müdahale olarak sayılabilecek kararlarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu yönüyle kötü bir kavram gibi algılansa da yargısal aktivizmin olumlu etki doğurduğu örnekler de vardır. Anayasa yargısı tarafından yerine getirilen anayasaya uygunluk denetimi, anayasanın yorumlanmasını ve ona belli bir içerik kazandırılmasını gerektirdiğinden yapılacak incelemenin “amaç ve ideolojik” eksenli veya “hak ve özgürlük” eksenli olmasına göre yargısal aktivizm iyi veya kötü olarak değerlendirilebilir.
Anayasa yargısının var olduğu ülkelerde yargısal aktivizm oldukça sık rastlanılan bir durum olmakla beraber sorun Türkiye’de farklı bir nitelik taşımaktadır. Çünkü Türkiye’de Anayasa Mahkemesinin aktivizmi, temel hakların genişletilmesi ve güçlendirilmesi yolunda bir aktivizm değil, “devletin temel değerlerini ve çıkarlarını korumaya yönelik” bir aktivizmdir. Geçmişte verilen 367 kararı, başörtüsü yasağı kararı, Fazilet Partisi kararı ve özelleştirmelerle ilgili birtakım kararlar, Türkiye’deki bazı yargısal aktivizm örnekleri olarak sayılabilir. Anayasa Mahkemesi bu kararlarında genellikle, anayasanın devletin temel niteliklerini tanımlayan ve değiştirilmesi mümkün olmayan ilk üç maddesinde toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet gibi, yargısal aktivizme elverişli geniş ve muğlak kavramları kendisine dayanak almaktaydı. Kamu vicdanını yaralayan bu kararlar yasama çoğunluğunun iradesine karşı alındığı için toplumun bir kesimi tarafından çoğunluk karşıtı aktivizm olarak eleştirilirdi. Toplumun taleplerini göz ardı eden bu yargısal aktivizm macerası, iptal kararlarının ardından genellikle yasama tarafından anayasal değişiklik yapılarak aşılırdı.
Yargısal aktivizm, özellikle 2007’den bu yana Türkiye’de sıklıkla tartışılan bir kavramsa da son zamanlarda bu kavram adeta unutuldu. Bu durumun altında yatan en önemli neden, siyasetle doğrudan ilişkili yasalara ilişkin kararlarında Anayasa Mahkemesinin yasamayla ters düşmemesi, farklı bir tutum almaması veya alamaması durumudur. Oysa yargısal aktivizm, yalnızca yasama işlemlerinin geçersiz kılınmasıyla sınırlı bir kavram değildir. Anayasaya aykırı olan ve bu nedenle iptali gereken bir yasama işleminin hiçbir yaptırıma maruz kalmaması durumunda da aktivist bir yargısal tutumun varlığından söz etmek gerekir. Çoğunlukçu aktivizm dediğimiz bu durumda, meclis çoğunluğunu elinde bulunduran grup ile anayasa yargıçlarının aynı siyasi eğilimlere sahip olmaları, sağlıklı bir denetim yapılmasını engellemektedir.
Geçmişte Anayasa Mahkemesinin “seçilmiş organlar üzerindeki tahakkümü” olarak eleştirilen yargısal aktivizm, günümüzde adeta tersine bir biçimde seçilmiş organların mahkeme üzerindeki tahakkümü şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Anayasa Mahkemesi bir yönüyle aynı yerinde durmaktadır: müesses nizamın bekçiliği. Ancak bu işlevi, önceden olduğu gibi siyasal iktidarın siyasal tercihlerini etkisiz kılarak değil, aksine anayasaya aykırılık kararı vermesi gereken noktalarda sessiz kalarak yerine getirmektedir. Son yıllarda verilen infaz yasası, çoklu baro düzenlemesi kararları bu duruma örnek gösterilebilir.
Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi CHP’nin, 7393 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un seçim kurullarının oluşumunu düzenleyen 5 ve 6’ncı, cumhurbaşkanını propaganda yasakları dışında tutan 11’inci ve seçim kurullarının 3 ay içinde yenilenmesini öngören 12’nci maddelerinin iptali için yapılan başvuruyu oy çokluğuyla reddetti.
İptali istenen düzenlemeye göre seçim propagandası yasakları, bakanları kapsarken cumhurbaşkanını kapsamamaktadır. Parlamenter sistem yürürlükteyken bir siyasi partinin genel başkanı olması nedeniyle seçim yasakları başbakanı da kapsıyordu. Hâlbuki mevcut haliyle cumhurbaşkanı, parlamenter sistemdeki başbakanın çok daha güçlü karşılığı olan bir pozisyona sahip. Bu doğrultuda, bir siyasi parti lideri olan cumhurbaşkanının da propaganda yasağına tabi tutulması gereğinin ayırdına varabilmek için derin bir hukuk bilgisine sahip olmak gerekmediği açık. Anayasa Mahkemesi üyelerinin çoğunluğunun, tüm siyasi liderler susarken cumhurbaşkanının devlet kaynaklarıyla kendisine oy isteyebilmesini hangi gerekçeyle anayasaya uygun bulduklarını gerekçeli karar açıklandıktan sonra öğreneceğiz.
Neredeyse kurulduğu günden bu yana Anayasa Mahkemesinin yargısal aktivizm içinde sayılabilecek kararlarına bakıldığında çoğunlukla mevcut rejimlerin devamına hizmet ettiği, -yasamanın yanında veya karşısında durması fark etmeksizin- kamu vicdanını yaraladığı görülmektedir. Anayasa Mahkemesi, yargısal aktivizmini -birkaç istisna dışında- Türkiye’nin demokratikleşmesi yolunda kullanmamıştır. Bu 367 kararında da böyleydi, cumhurbaşkanının propaganda yasağında da böyle. Aradaki fark ise şu: Eskiden Anayasa Mahkemesinin topluma rağmen verdiği kararlar anayasal düzenleme, parlamento içi ittifaklar gibi formüllerle aşılırken günümüzde, sessiz kalarak desteklediği hukuksuzluklara karşı henüz bir çözüm üretilemedi.
Olayların çeşitliliği ve anayasa metinlerinin zaman zaman yoruma muhtaç olması nedeniyle anayasa yargısının kararlarıyla yargısal aktivizme girip girmediği ve bu kararların niteliği her zaman tartışmaya açık olacaktır. Eleştirilmesi gereken konu Anayasa Mahkemesinin kararlarının, hak ve özgürlük perspektifi yerine amaçsallıktan ve ideolojik yaklaşımdan kopamamasıdır.
Anayasa Mahkemesinin sorunu sadece yargı bağımsızlığı ve yargının siyasallaşması şeklinde açıklanamaz. Evet, hakimlerin mesleğe kabulünden, üyeliğe atanma sürecine kadar liyakatsizliğin hüküm sürdüğü ve siyasallaştığı bir ortamda, Anayasa Mahkemesinin mevcudiyetini sağlayan siyasal otoriteye karşı etkili bir denetim yapamayacağı açıktır. Ancak sorun bununla sınırlı değildir. Sorun, Anayasa Mahkemesinin kurumsal hafızasında kendisini “rejimin muhafızı” olarak görmesinde yatmaktadır. Anayasa Mahkemesi rejimin değil, doğrudan anayasanın, insan hakları ve demokratik düzenin savunucusu bir mantıkla hareket etmelidir.
Fotoğraf: Anthony Garand