[voiserPlayer]
CHP’nin 37. Olağan Kurultayı yapıldı. Üzerine çokça yazılıp-çizildi, yorumlar yapıldı. Benim bu yazıyı yazmak için bir süre beklememin nedeni de bu yorumları beklemek ve takip etmek istememden kaynaklıdır. Benim kurultaydan aldığım ilk izlenim, CHP’nin politika üretmeye değil, politika yapmaya talip olduğudur. Yani CHP, bugünkü siyasi koşulları bir bağımsız değişken olarak kabul edip, politikasını ise bu bağımsız değişkene bağımlı hâle getirmektedir. Ancak, AKP iktidarı yıllarından çıkarılması gereken ilk ders, siyasi konjonktürün asla bağımsız bir değişken olarak kabul edilemeyeceğidir. Çünkü, CHP’nin her defasında aynı iştahla bağımsız değişken olarak kabul ettiği konjonktür; aslında iktidarın hegemonya araçları aracılığıyla kendisine bağımlı kıldığı bir değişken durumundadır. Örneğin, 2007 seçimlerine giderken, seçim öncesi anketlerden hareketle DSP’nin %6 oranında oy alacağı öngörülerek CHP ve DSP arasında bir seçim işbirliği yapılmış, ancak evdeki hesap çarşıya uymamış ve DSP’nin tabanının Ecevit’ten kalan CHP alerjisi sandığa da yansımıştır. CHP’nin DSP’den %6’lık beklentisi, %1-1,5 seviyelerinde kalmıştır. Bunun yanında yine 2007 seçimlerinde CHP, DYP ve ANAP’ın DP çatısı altında kesin olarak birleşecekleri ve barajı aşacakları ön kabulüyle Cumhurbaşkanlığı konusunda uzlaşmaz bir tavır sergilemiş ve kendi seçmeni dışındaki kitleyi adeta AKP saflarına itmiştir. Ancak, seçim listelerinin YSK’ya teslim edileceği gün, bir “görünmez el” bu ittifakı da engellemiştir. Kısacası, CHP’nin bağımsız değişken olduğuna inandığı konjonktür, aslında “görünmez” ama tahmin edilebilir bir “el”e bağlı bir bağımlı değişken olarak ortaya çıkmıştır.
Muhakkak ki CHP, bugünlerde o günlerin söylem ve eylemlerinden çok uzak bir profil çizmektedir, ancak konjonktürün stabilliğine olan bu inanç hâlâ aynı oranda optimist gözükmektedir. Bu doğrultudaki bir diğer örnek de bugünkü yönetim tarafından bizzat deneyimlenmiş olan 7 Haziran sürecidir. Ortaya çıkan koalisyon tablosu Cumhurbaşkanı tarafından tanınmamış, teamüllere uyulmayarak hükümeti kurma görevi Davutoğlu’ndan sonra ikinci partinin lideri olan Kılıçdaroğlu’na tevdi dahi edilmemiştir. Ülke yaklaşık 4 ay kadar sonra erken seçime götürülmüştür. CHP yönetimini muhtemelen konjonktürle ilgili olarak bu optimist tavra iten şey, yine 7 Haziran benzeri bir tavırla sonuçların tanınmamasıyla beraber iptal edilen ve tekrarlanan İstanbul seçimleri sonucunda elde edilen kazanımdır. CHP’nin konjonktürün lehine döndüğüne olan inancını yaratan bazı diğer gelişmeler de anketlerde muhalefetin toplam oyunun iktidar bloğunu geçmiş görünmesi ve yine iktidar bloğundan kopanlar tarafından kurulan partilerdir. Tüm bunlar CHP’ye iktidarın hegemonyasını kaybettiğini düşündürdüğü için de CHP, iktidarın attığı her adımı bu telaşla attığını düşündürmektedir. Kurultay sonrası yapılan yorumların genelinde de CHP’nin bu tutumunun haklı olduğuyla ilgili yaygın bir algı söz konusudur. Ancak, benim bu sürece yorumum daha farklı bir noktada konumlanmaktadır.
Olağanüstü Koşullar ve Yeni Koşulların Olağanlaştırılması
AKP iktidarı döneminde, yaşadıklarımızı retrospektif olarak bir gözden geçirdiğimizde, iktidarın olağanüstü koşulları nasıl lehine çevirdiğini görebiliriz. Örneğin, 2007 Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan krizin hemen ardından AKP, 367 krizini sürekli gündemde tutarak Cumhurbaşkanını halkın seçmesi durumunda bu tür krizlerin yaşanmayacağı gerekçesiyle bir referanduma gitmiş ve referandumdan büyük bir zaferle çıkmıştır. Bunun aslında iktidar kanadı için yıllardır üzerinde çalıştıkları, ancak o günlerde kamuoyuyla çok da paylaşmadıkları Başkanlık Sistemi’nin ilk adımı olduğunu çok sonraları hep birlikte deneyimledik. Sonrasındaysa, dönemin Başbakanı Erdoğan, daha 2009’da Başkanlık Sistemi’ni Kürt sorununun çözümüyle bağlantılı olarak ortaya atarak kamuoyunun gündemine getirerek tartışmayı başlatmıştır. Ara ara kamuoyunun gündemine gelen bu konu, 2014’te Erdoğan’ın halk tarafından seçilmesiyle beraber, yaslandığı gücün kaynağı değiştiği için kaçınılmaz olarak yapay bir sistem krizi ortaya çıkarmış ve yetki kullanımı bakımından da bir kargaşa ortaya çıkmıştır. Bugünden sonra sıkça dillendirilmeye başlanan Başkanlık modeli, 7 Haziran sonrasında oluşan koalisyon tablosuyla beraber gündemin ana başlıklarından biri haline gelmiş ve dönemin siyasi elitleri tarafından 1990’ların tüm kara bilançosu koalisyon kavramının sırtına yüklenerek, adeta toplum post-travma ataklarına sürüklenmiştir. Bunun ardından yaşanan 15 Temmuz darbe girişimiyle beraber, Erdoğan’ın etrafında oluşan toplumsal kenetlenme de bir fırsata dönüştürülmüş ve toplumun darbe girişimi öncesi dönemde desteği son derece düşük olan başkanlık modeli, OHAL koşullarında yapılan referandumla kabul edilmiştir.
Bugün, COVID-19 dolayısıyla yine olağanüstü dönemlerden geçerken, AKP’nin Ayasofya’yı Cami olarak yeniden hizmete açması; hem CHP hem de birçok akademisyen tarafından “AKP’nin son kurşunu” olarak yorumlanmış ve bu kararın yalnızca kendisinden uzaklaşan seçmeni konsolide etmek ve/veya geri kazanamayacağı tabanı zaten gözden çıkarttığı için, taşra muhafazakarlığını elinde tutmak için yaptığı bir girişim olarak yorumlanmıştır. Bana göreyse bu, AKP’nin her zaman yaptığı gibi olağanüstü koşulları bir avantaja dönüştürme stratejisinin ürünüdür. Yani, 15 gün önce Baro Başkanları’na COVID-19 dolayısıyla yürüyüş izni vermeyen hükümet, Ayasofya açılışında kitleleri kontrol edemeyecek kadar az güvenlik görevlisi görevlendirmesinin ve İstanbul’da tekbir sesleriyle yürüyen vatandaşlara müdahale ettirmemesinin nedeni, çoktan yıkılan rejimin son kırıntılarını da bu olağanüstü koşullar altında süpürmek olduğu boyutunu gözden kaçırmamalıyız. Bu süreçte birçok kişi AKP’nin Ayasofya gündemini “son kurşun” metaforuyla açıklamaya son derece eğilimli görünmüştür. Ancak görünen o ki, Ayasofya meselesinin AKP’nin çok sıkıştığı bir anda gündeme geleceğini düşünen birçoğumuz, hükümetin bunun ötesinde atılacak adımı olmadığını düşünerek bu çıkarıma varmışız. Ayasofya hemen sonra gündeme gelen Hilafet meselesi, modernizm ve Alfabe tartışmaları, Galatasaray Lisesi’ne dil uzatılması gibi meseleler, iktidar partisinin tabanını konsolide etmek için hâlâ kurşunu olduğunu bizlere ispatlamıştır. Ayrıca, her meseleye “son kurşun” metaforuyla yaklaşacak olup, toplumsal bir direniş mekanizması yaratmazsak; tam da iktidarın istemiş olduğu “demokrasiyi sandığa hapsetme” tuzağına düşmüş oluruz. Bu tuzak da bizi, olağanüstü olan her koşulun zamanla olağanlaşması sarmalına iter.
CHP Ne Yapmalı?
CHP’nin bugünkü tutumu, “halk sandıkta çözsün” düzeyine indirgenmiş durumda. Tartışmasız şekilde sandık, demokrasinin olmazsa olmazı olmakla beraber; demokrasinin yalnızca sandığa indirgenemeyecek kadar enstrümanı vardır. CHP’nin bugünkü tutumunu değerlendirecek olursak, her şeyi halk sandıkta yapacaksa CHP ne yapacak?
Kılıçdaroğlu’nun bugün bir oyun kurucu gibi ilmek ilmek işleyerek vücuda getirdiği Millet İttifakı’nı kötülemek ya da küçümsemek için söylemiyorum bunu. Millet İttifakı, büyük bir başarı olmakla beraber, CHP’nin kanalize olması gereken tek saha olmamalıdır. Yani CHP, Türkiye demokrasisi için sandıktan daha fazlasını organize edecek bir programa sahip olmalıdır. Bunlardan ilki, CHP’nin sendikalar aracılığıyla halka ulaşacağı bir hegemonya ağı kurmasıdır. İkincisi, CHP’nin yereldeki meslek odalarıyla ilişkilerini, yerelde o sektörde çalışan üyeleri-gönüllüleri vasıtasıyla geliştirmesidir. Üçüncüsü, CHP AKP’ye benzeyerek AKP’den kitlesel bir oy alamayacağının bilincine vararak, sosyo-ekonomik çelişkileri gündeme getirmelidir. Dördüncüsü, parti yönetimi ve Meclis grubu birbirinden ayrılarak; parti yönetim mekanizmasının milletvekilleri arası bir rekabet merkezi olmaktan çıkıp; yerel ve genel sorunlara somut çözümler üreten bir mecraya dönüştürülmesi şarttır.
Bu gündem maddelerini biraz daha açmam gerekirse, CHP’nin yıllardır gündeme getirdiği işçi sınıfının örgütsüzlüğü arkasına sığınması gereken bir bahane değil, çözmesi gereken bir sorundur. CHP’nin potansiyel sandık ittifakını da temsil eden işçi sınıfı, Millet İttifakı’nın sürdürüldüğü her durumda CHP’nin elini diğer ortakları arasında güçlendirecek ve %20-25 bandındaki sıkışmışlıktan CHP’yi çıkarabilecektir. CHP’nin işçiyle münasebetleri, dönemin DİSK başkanını milletvekili yapmak ve 1 Mayıslarda sosyalist sloganlar atmakla sınırlı olmamalıdır. İşçi sınıfının örgütlü hale gelebilmek için yaptığı mücadeleleri, DİSK’ten ve CHP’den kaynak olarak çok daha kısıtlı örgütlenmelerin teşviki ve örgütlemesiyle Trakya’da, yeni Havaalanı projesinde ve daha birçok örnekte hep beraber tecrübe etmiş bulunmaktayız. CHP, sosyal demokrat bir vizyonla, sektör bazlı sendikalar kurdurarak bu işçileri örgütlemeyi kendisine görev edinmelidir. Yani, 1990’larda işçiler sokaklardayken; neoliberalizmin işçilere getirdiği güvencesizliği kaçınılmaz bir hegemonya olarak gören CHP(SHP), bu psikolojiden bir an önce çıkmalıdır. Bu, CHP’yi parti olmaktan çıkarıp bir örgüt yapacak yegane yoldur.
İkinci olarak CHP, yerelde çok zayıf olan meslek odası ilişkilerini (özellikle esnaf odaları) yine yereldeki gönüllüleriyle beraber geliştirmelidir. Bu yolla; bir yandan odalarda söz sahibi olup, işveren ve işçi arasındaki sosyal demokrat vizyonun gerektirdiği arabuluculuğu, odaların da yardımıyla yürütme imkanına sahip olurken; diğer yandan da yerelde sektör bazlı projeler üretip, küçük işletme sahiplerinin problemlerine eğilme şansını yakalayabilecektir. Meşru sınırlar içinde bu odalar da CHP’nin AKP’ye karşı kurgulayabileceği karşı-hegemonyanın olmazsa olmaz bir parçasıdır. Özellikle belediyelerin CHP’nin elinde olduğu şehirlerde CHP’li belediyeler, işçilere sendikal hak tanıyan işverenlere çeşitli teşviklerde de bulunmalıdır.
Üçüncü olarak CHP, AKP’ye benzeyerek ondan kitlesel bir oy koparamayacağının bilincine varmalıdır. Bahsettiğim şey, 2010 öncesi CHP’sinin yaptığı gibi toplumsal hassasiyetlere meydan okuma anlamına gelmemektedir. CHP, toplumun hassasiyet ve sembollerine saygı duyarak, ortada hazır duran çelişkileri gündeme getirmelidir. Örneğin, başörtüsü sorununun çözümünün hakkını teslim ederek; bu sorun çözülse de sosyal adalet açısından büyük çelişkilerin ortada durduğunu gündemden düşürmemelidir. Mesela muhafazakar bir bölge olan Çekmeköy’de ikamet eden güvenlikli, duvarlarla örülü sitede oturan muhafazakar bir aileyle, arka sokağında gecekonduda oturan muhafazakar diğer ailenin sosyo-ekonomik koşullarındaki çelişkiyi vurgulamalı ve bunun çözümüne samimiyetle talip olmalıdır.
Dördüncüsü CHP, parti yönetimiyle Meclis grubunu kesin olarak birbirinden ayırmalıdır. Çünkü mevcut durumda parti yönetim mekanizmasına girebilmek için milletvekillerinin yaptığı yarış hem enerjilerini tüketmekte hem de parti içinde birçok farklı ses çıkabilecekken, partiyi 60 kişilik bir kitle arasına sıkıştırmaktadır. Bunun yerine parti meclisi, örneğin yerelde STK ve sendika örgütlenmelerinde başarılı olan parti üyeleri için bir ödül mekanizması olarak kurgulanabilir. Bu yolla, hem yerel örgütlenmede çalışan üyeler için bir itici dürtü yaratılırken; hem de partinin yerelle olan bağlantısı il ve ilçe örgütleriyle sınırlı olmaktan çıkmış olur.
Sözün özü, Kılıçdaroğlu’nun konuşmasına bakıldığında, meslekleri tek tek sayan ve sınıfsal vurgudan arınmış bir üslup söz konusuydu. CHP’nin yapması gereken, uzun vadede yukarıda bahsettiğim yollarla sınıfsal bilinç içinde ve sosyo-ekonomik çelişkiler çerçevesinde AKP’ye karşı bir karşı-hegemonya kurgulamak olmalıdır. Eğer CHP, bunu yapmayıp kendisini konjonktüre iman edercesine bağlarsa; konjonktürün çok kaygan bir zemin olduğu Türkiye’de AKP hegemonyasını, iktidarı kazansa dahi yıkamayacaktır. Yani CHP, konjonktürün arkasından giderek politika yapmaktansa, elindeki tüm imkanları seferber ederek bir karşı-hegemonya kurgulamakla yükümlüdür. Bunun yolu da 1970’lerde Ecevit’in kısır çatışmalara giren söz-dalaşı siyasetin tartışma alanını sosyo-ekonomik zemine çekmesinin hatırlanması ve günün koşullarına göre yeniden kurgulanmasından geçmektedir.