[voiserPlayer]
Öyle bir ülkede ve bölgede yaşıyoruz ki, sanki dünya krizinin odağına sıkışmış insanlar gibiyiz; aylık, yıllık değil günlük gündemlerden bile başımız dönüyor. Gazeteci ve siyasetçiler bir yana akademisyenlerin bile takip etmekte zorluk çektiği bu gündemi kavramak gerçekten çok zor. Akademisyenin görevi günlük gelişmelere laf yetiştirmek değildir elbette, ama o günlük dediğimiz şeylerin derinliği ve kaynakları o kadar büyüktür ki, deprem veya tıp uzmanları gibi, olayın yapısal ve kapsamlı nedenlerini açıklamaktan kaçınamayız. “Günlükçüler”, depremin ne kadar sarsıcı olduğunu ya da hastanın ateşinin ne kadar yüksek olduğunu konuşabilirler, ama konunun uzmanları sorunun jeolojik veya patolojik kaynaklarını açıklamakla meşguldürler.
Konumuza dönersek; düne kadar “son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar sürecek” denilen Barış Pınarı askeri operasyonu, 17 Ekim’de ABD ile yapılan bir anlaşma ile “durma-pause” ya da Başkan Yardımcısı Pence’in ifadesiyle “ateşkes” noktasına geldi ve “son teröristlerin” bölgeyi terk ederek etkinliklerini başka yerlerde yapmalarının önü açıldı. Dolayısıyla, süreç, 17 Ekim ile birlikte sanki yeni bir döneme girmiş görünüyor. Ama olay o kadar taze ki, akademik bir analiz için biraz daha beklemek gerekir: sarsıntı bitsin veya ateş dayanılmaz hale gelsin, neden ve nereye sorularını analiz ederiz. Ama ben 17 Ekim öncesiyle ilgili yapmış olduğum bir değerlendirmeyi öncelikle paylaşmak istiyorum. Çünkü 17 Ekim anlaşmasına rağmen bu analizimin hala geçerli olduğunu düşünüyorum.
* * *
Deprem ve tıp alanlarında olduğu gibi, uluslararası ilişkilerde de her sorunun “temel/altta yatan” ve “güncel/anlık” nedenleri ve açıklamaları vardır. Hiçbir uluslararası gelişmeyi onun tarihsel ve yapısal kökenlerine inmeden ve gelecekte neler üretebileceğini dikkate almadan yapmayız. Bir politikanın başarılı olup olmadığı, güncel ve orta vadeli gelişmeler ışığında değil yüz ve daha uzun yıllar geçmiş ve gelecek açısından değerlendirerek anlaşılabilir. Bu köklerin nereye kadar uzanacağı ayrı bir tartışma olmakla birlikte, olayların belli bir dönem içinde geliştiğini kabul ederiz. Örneğin, bugünkü Ortadoğu gelişmelerinin köklerini Soğuk Savaş’a hatta Birinci Dünya Savaşı’na götürebiliriz.
Bu açıdan baktığımda, Türkiye’nin genelde Ortadoğu özelde Suriye politikası ve nihayet askeri operasyonların, kadim ülke ve bölge kültürü ve inançları açısından çok tahrip edici olduğunu düşünüyorum. Bugün yaşadığımız sorunların hemen hepsinin, 19. yüzyıldan ve Osmanlı devletinin zamanın ruhuna ayak uydurmayıp çökmesinden, Osmanlı sonrası kurulan devletler sisteminin ve statükonun ne kadar yapay ve yanlış olduğundan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Ayrıca bu durumun Osmanlı’nın ve bölge halklarının kendi başarısızlıkları ve yetersizlikleri kadar dönemin uluslararası emperyalist güçlerinin bir dizaynı olduğunu büyük çoğunluk kabul eder ve bunu eleştirir. Ben de bunlardan biriyim.
Bu tarihin bize sunduğu pek çok sorun vardır; ama gündemimiz açısından en önemli sorunlardan biri, devletler arasında ilişkilerin ve işbirliğinin sağlıklı gelişememesi, bilakis askeri şiddet ve çatışmaların etkisine tutsak kalmış olmasıdır. Son yüz yıllık Ortadoğu tarihine baktığımızda bunun birçok örneklerini verebiliriz. Diğeri de bölge ülkelerinin kendi iç/ulusal ve sınırötesi (trans-territoriyal) sorunlarını başarılı ve kalıcı şekilde çözememeleri nedeniyle ulusal krizler ve çatışmalar girdabından çıkamamalarıdır. Türkiye ve Suriye, bu sorunsala verilebilecek çok tipik bir örnektir. Türkiye ve Suriye, yüzyıl boyunca hem birbirinden uzak komşular olarak yaşamış ve hatta ilişkilerde krizler yaşamış hem de Kürt sorunu gibi ontolojik ve yaşamsal sınırötesi sorunlarını çözme konusunda başarılı olamamışlar, bilakis bu sorunu birbirlerine karşı koz olarak kullanmışlardır. Bunun uzun ve yıkıcı tarihini eminim hepimiz iyi biliyoruz.
* * *
2008’den itibaren mucizevi bir gelişme olmuş, Erdoğan hükümeti ve Beşşar Esad yönetimi bu sorunları çözmek için çok yapıcı ve doğru adımlar atmaya başladılar. Yaklaşık 4 yıl boyunca Türkiye-Suriye arasında dünyayı kıskandıracak kadar ileri düzeyde olumlu adımlar attılar. İlişkilerde ve her iki toplumdaki sorunların çözümü yönünde başlangıç yaptılar. Türkiye daha sonra bu süreci taçlandıracak bir adım atarak çözüm sürecini başlattı. Buna Irak ve Lübnan’ı da dahil ettiğimizde muazzam bir bölgesel düzen kurulma fırsatı doğmuştu. Ancak bu “hikaye” uzun sürmedi çünkü Türkiye ve Suriye, diğerleri bir yana, Arap Baharı’nın ürettiği illüzyona ve fırtınaya teslim oldular. Türkiye ve Suriye, Arap Baharı fırsatını ve sonrasında ortaya çıkan kaosu iyi yönetemediler, kurmaya çalıştıkları yeni düzeni koruyamadılar, kısa zamanda geliştirdikleri yapıcı adımları berhava ettiler. Sonuçta aynen eskiden olduğu gibi ilişkileri kopardılar ve ulusal-iç sorunlarını kontrolden kaçırdılar.
Bu başarısızlığın kısaca iki nedeni vardı: Birincisi, Türkiye ve Suriye, Baas rejiminin devrilmesi için başlayan siyasi ve askeri direnişe doğru ve sağlıklı karşılık veremediler. Krizi iyi yönetmeyip Mısır, Libya, Yemen ve diğerlerinde devam eden Arap Baharı fırtınasına esir oldular. Her ikisi de Suriye’de de benzeri bir durumun olacağı vehmiyle hareket ettiler: Esad iktidarını korumak için gereğinden fazla sert şekilde isyancıları bastırmaya çalışınca iç karmaşa arttı ve bunun üzerine muhalefet silahlanmaya başladı. AKP, bu krizi çözmek için 4-5 ay diplomasi trafiği yürüttü, Esad’dan acil tedbirler almasını istedi. Bu diplomasi trafiğindeki konuşmaların içeriğini bilmiyoruz, nasıl talepler yapıldı ve Esad nasıl tepki gösterdi açıklanmış değil; ama Esad’ın beklenenleri hızla ve etkili şekilde yerine getirmeyeceği çok açıktı ve yapmadı.
Bu minvalde Suriyeli muhalifler sınırları aşan işbirlikleri kurmaya başladılar; ABD ve Avrupa’dan “sivil toplum” örgütleriyle işbirliği yaptılar. Bu toplantıların önemli bir kısmı Suriye Ulusal Konseyi adıyla Türkiye’de (İstanbul, Antalya, Ankara vd.) oldu. Bu “sivil ve sosyal muhalefete” bu sırada Hatay’da kurulan Özgür Suriye Ordusu adıyla askeri muhalefet katıldı. Suriye’den kaçanlardan veya başka ülkelerden (özellikle İngiltere vd.) gelen desteklerden oluşan bu ordunun amacı, Esad rejimine karşı askeri operasyon yapmaktı. Buradan da anlaşılıyordu ki, AKP hükümeti de artık Esad’ın askeri yöntemle devrilmesinden yanaydı. Bunun resmen başlangıç tarihi, Ağustos 2011’dir. Türkiye, bu tarihten itibaren Suriye’de rejim değişikliği ve alternatif bir iktidar/güç oluşumu için her türlü yolu deneyerek, Esad da her türlü karşılığı vererek hareket etti ve bugünlere gelindi.
* * *
Bugün yaşadığımız sorunların çıkış noktası işte bu başlangıçtır. Bu politika, yanlış düğümlenmiş gömleğin ilk iliğidir. Çünkü Esad’ın diktatörlüğünü ve baskılarını yönetimle ilişkiyi tamamen kopararak ve dışarıdan/içeriden askeri yöntemlerle sona erdirmek ve düşürmek hem hukuki, hem ahlaki hem de reel politika açıdan doğru ve mümkün değildi. Bilakis, bunun çok tehlikeli sonuçları ve etkiler doğuracağı çok belliydi. Hukuken doğru değildi, çünkü cari uluslararası hukuka göre, dışarıdan askeri müdahale ile rejim değişikliği yasaktır. Ahlaki değildi, çünkü düne kadar dostum denilen ve komşu olan bir ülkeye askeri yöntemle müdahale etmek doğru değildir. Dini, sosyo-kültürel, insani birçok boyutlar da buna dahildir. Nihayet, reel politik açıdan da doğru değildi, çünkü bu operasyon için Batı-Avrupa (İngiltere, ABD, Fransa) desteği/isteği olduğu biliniyordu ve Türkiye’nin bu sürece Suudi Arabistan ve Katar ile katılmasının önünde sonunda Rusya, İran, Irak, Hizbullah’ın tepkisi alacağı ile Esad’ın baskı ve şiddetini artıracağı düşünülürdü. En kritiği de, Suriye’de çıkacak iç savaşın her iki ülkenin de aleyhine olacağı, aynen bugünkü gündemdeki sorunların patlak vereceği belliydi.
Tüm bu olumsuzluklara ve bunlar hakkında benim gibi bazı kişilerin yüksek sesle uyarmasına rağmen, AKP/Davutoğlu kumar oynamayı tercih etti. Elindeki kozlara aşırı güvendi; yani arkasında ABD, İngiltere, Fransa ve bunların yanında Suriye’deki Sünni çoğunluğun olduğunu zannederek, rejim değişikliğinin kolayca halledilebileceğini, “6 gün ile 6 hafta arasında” Esad’ın düşeceğini umuyordu. Ama bu bir yanılgı idi: “Ortadoğu’ya Giriş I” dersini almış öğrencilerin bile yapmayacağı büyük bir hataydı ve büyük hataların sonuçlarının da büyük olması kaçınılmazdı. Türkiye’nin geçen dokuz yılda karşılaştığı güvenlik sorunları, yükselen terör (1’den 3’e çıkan terör örgütleri: PKK, IŞİD, FETÖ vd.), mülteci sorunları, maliyet ve ekonomik sorunlar ama en önemlisi dış politika ve imajının dünyadan yalnızlaşması… Bunun “değerli” yalnızlık olmadığını, son Barış Pınarı operasyonu ile bir kez daha görmüş olduk.
Peki, bugün ve gelecekte durum ne olacak? Nasıl ki bugünün sorunları yüzyıl önceki yanlışların/hataların bir ürünüyse, bugünkü yanlışların ürünü de 10-50-100 yıl sonra ortaya çıkacaktır. Bu hatalardan birincisi, askeri operasyonun siyasi ve hukuki açıdan çok sıkıntılı hatta kanaatimce risklerinin olması nedeniyle doğacak sorunlardır. Türkiye’nin hâlâ ve resmen de olsa egemen bir devlet olan Suriye’de herhangi bir operasyonu kendi başına veya Trump ve Putin’den aldığı izinlerle yapması uluslararası hukuk açısından meşruiyet doğurmaz. Hatta Adana Anlaşması da bunun için yeterli değildir. Elbette ki, Türkiye’nin sınırlarında terör tehdidinden endişe duyması ve bunu engellemek istemesi hakkıdır; ancak bu hakkını kullanabilmesi için evrensel meşru müdafaa kriterlerine uygun olması gerekir ki, bunlardan biri, sonunun öncelikle Suriye (Esad yönetimi?) ile görüşerek ve anlaşarak yapılması şartıdır. Türkiye-Suriye diplomatik ilişkilerinin olmaması, bunun bir özrü değildir çünkü bu eksiklik de ülkelerin kendi iradeleriyle oluşmuştur ve tamir edilerek anlaşmaya varılması mümkündür. Her ne kadar bu (yani Esad diktatörlüğü ile işbirliği) en iyi yöntem/tercih olmasa da, mümkün olan en doğrusudur. Bu durum, Baas diktatörlüğünü veya Esad baskısını veya AKP hükümetinin yanlışlarını onaylamak anlamına gelmez. Diğer yandan, Rusya ve Trump’ın onayı da uluslararası hukuku temsil etmedikleri için yeterli ve meşru değildir. Türkiye’nin Rusya ve ABD ile işbirliği yaparak Suriye üzerinde işlemler yapması, bu ülkelerin Suriye’deki gayri meşru konumunun perçinlenmesine yol açmaktadır. Sorunun daha büyük komplikasyonuysa, bu operasyonun Türkiye’nin çıkarları ve imajı konusunda bugün ve gelecekte doğuracağı olumsuz sonuçlardır. Her ne kadar Türkiye’deki kahir çoğunluk uygun/haklı bulsa da bu Suriye politikası ve operasyonlar Türkiye’yi dünyada yalnızlaştırmakta, ülkede ve dünyada yaşayan Türk vatandaşlarının menfaatlerini dolaylı da olsa olumsuz etkilemektedir. Ayrıca bu durumun ileride daha olumsuz olma ihtimali yüksektir.
İkinci sorun, toplumun ve ülkenin yaşamını olumsuz etkileyecek sonuçlar doğurmasıdır: Kürt sorunundan bahsediyorum. Eğer AKP ve ittifakı böyle bir sorun yok diyorsa ya da bu sorunun çözülmüş olduğuna inanıyorlarsa da şimdi tekrar, bu sorunun, alevlenme ihtimali artmıştır. Her ne kadar ana akım Türk medyasına yansımasa da Türkiye’deki birçok Türk’ün ve Kürt’ün bu operasyonlara onay vermediği ,“insanlarımız/kuzenlerimiz ölüyor” şeklinde tepkiler gösterdiği, resmi ve legal (ulusal ve uluslararası) yayın organlarına ve (örneğin BBC World/Türkçe gibi) haber kanallarına yansıyor. AKP ve ittifakı bir yana, CHP de dahil, muhalefetin de bu konuda “yek vücut” olması, Türkiye siyaseti ve geleceği konusundaki endişeleri artırmaktadır. Her ne kadar toplumun büyük çoğunluğu askeri operasyonları desteklemiş olsa bile, bu muhalefetin görmezden gelinmesinin, Türkiye demokrasisi, hukukun üstünlüğü ve en önemlisi de toplumsal dayanışma açısından olumsuz bir potansiyel oluşturduğunu kabul etmemiz gerekir.
Kürt sorununun sadece ulusal değil, Suriye, Irak ve İran’ı da kapsadığı dikkate alındığında ve operasyonların bölgesel yansımaları da düşünüldüğünde, Barış Pınarı’nın nasıl bir Ortadoğu ve bölge doğuracağı da tartışılmalıdır. En başta belirttiğimiz temel sorunun, yani bölge ülkelerinin uluslararası ilişkilerinin ve ulusal/toplumsal yapılarının sağlıklı oluşup gelişmediğini ve sorun çözemediğini dikkate aldığımızda, bölgedeki tüm askeri operasyonlar, bölgesel yapının kimyasını bozmakta, işbirliği ve dayanışma duygularını tahrip etmekte, daha da kötüsü bölgenin savaş ve çatışma atmosferinden bir türlü çıkamamasına neden olmaktadır. Bu eleştirimin sadece Türkiye’nin operasyonlarına değil, Suudi Arabistan, İran ve tabii ki elli yıllık patoloji olan İsrail operasyonlarına dönük olduğunu vurgulayalım.
Hele bu gelinen noktanın “Müslüman kardeşliği kültüründen” gelmiş, “bölgesel işbirliği ve ortaklıklara” inanmış, “ümmet inancını” savunmuş ve özellikle “Osmanlıcılıktan tevarüs yakın coğrafyalarla yakınlaşmayı” amaçlamış bir AKP döneminde gerçekleşmiş olması, sadece AKP açısından değil Türkiye sosyolojisi, tarihi, mefkuresi ve siyaseti açısından calibi dikkat bir meseldir. AKP’nin Türkiye’de iktidarını güçlendirmesi veya diyelim ki askeri/güvenlik yoluyla terör sorununu çözmesi mümkün olabilir; ama bunun, Türkiye’nin yakın komşuları, bölgeleri ve dünya ile ilişkileri açısından, hiç de etkili bir çözüm getirmeyeceğini düşünmüyorum. Bu ilişkileri tamir etmenin on yıllar alacağını sanıyorum. Olayın toplam kalite, kadim/evrensel inançlar, ahlak, normlar ve adalet boyutunu ise, hiç de elle tutulur bir yönü olmadığı için, zaten bahsetmeyi gerekli görmüyorum. Bir örnekle sonuçlandıralım: Trump gibi, hem ABD hem de dünya açısından siyasi tarihte ender görülen (en hafif ifadeyle) “istikrarsız”, (mektubunda Türkiye cumhurbaşkanına “aptallaşma”- Don’t be fool” diye hakaret etmiş) bir kişinin desteğiyle askeri politika, güvenlik politikası ve dış politika yürütmenin ne kadar vahim olduğunu, sadece reel politik değil, vicdanlar ve adalet açılarından ne kadar doğru olduğunu sizin sağduyunuza bırakıyorum.
Son bir konu da Suriye’nin geleceğinin ne olacağı ya da olmayacağı sorunudur ki, 2011’den itibaren en dramatik nokta budur: Bölgedeki yanlış yönetimlerin, yöntemlerin ve militarist politikaların bir ülkeyi ve insanları nasıl perişan ettiğinin somut bir örneği olarak Irak ve Suriye, tüm bölge için bir ders konusudur. Bu noktada kesin bildiğimiz, Suriye’nin eski haliyle artık kalmayacağıdır. Kesin bilemediğimiz ise nasıl bir Suriye’nin kurulacağı sorusudur. Bundan daha acı olan ise Suriye’nin geleceğinin artık Suriye’nin değil Rusya’nın öncülüğünde belirleneceği, diğer tüm aktörlerin, yani ABD, İran, Türkiye, Suudi Arabistan, İsrail gibi güçlerin, pay kapmak için mücadele edeceğidir. Aynen bugünlerde olduğu gibi.
Halbuki, eğer AKP ve Esad, 2008-2011 işbirliğini ve yardımlaşmayı sürdürülebilselerdi, 2011 Arap Baharı krizini barış ve diyalogla çözmekte ısrarlı olsalardı, Suriye’nin kaderini sadece Suriyeliler belirlemeye devam edecek, ama Türkiye’nin AB sürecinden kazandığı demokrasi, kalkınma, hukukun üstünlüğü ve Kürt sorununa çözüm süreci gibi o dönemde fena olmayan tecrübelerinden destek alabileceklerdi. Böylece demokratikleşerek, kalkınarak ve muhtemelen Baas diktatörlüğünden uzaklaşarak daha onurlu bir uluslararası aktör olabilme fırsatını kullanabilecekti. Tabii ki, Türkiye de bugün yaşadığı krizlerin hiçbirini yaşamayacaktı. Evet, bu bir ideal ve özlemdi; ama realistlerin ve emperyalistlerin güç oyunları içinde kayboldu gitti (en azından öngörülebilir gelecekte). Fakat tarihten ders çıkarmak için fena bir vaka olmasa gerek, hem siyaset/çiler, hem toplumlar, hem de akademya için…