[voiserPlayer]
23 Haziran’ın yeni bir siyasetin doğum günü olmasını temenni ediyorum. Toplumsal kutuplaşmanın zayıfladığı, çoğulculuğun öne çıktığı yeni dönemin başlangıcı. Ancak, 23 Haziran ve ona gelinen süreç hakkındaki düşüncelerimi paylaşmadan önce, ülkedeki hakim siyasal atmosfer, seçmenlerin oy verme davranışları ve parti aidiyetleri hakkında bir kavramsal çerçeve oluşturmak istiyorum. Her analiz belli ön kabuller, aktörleri yönlendiren etkenler hakkında temel varsayımlara dayanır. Bu varsayımları analize başlamadan açık etmek sonraki tartışmanın daha rahat takip edilmesini sağlayacaktır diye umuyorum.
Tartışmamıza partizanlığın temel dinamiklerini açarak başlayalım. Seçmenleri partilerine bağlayan en temel faktör nedir? Sandığınızın aksine, partilerin belli başlı konulardaki politika tercihleri değildir. Seçmenlerin parti performansına dair objektif değerlendirmeler de değildir. Hatta genelde seçmenler böyle objektif değerlendirmeler yapmaktan çok uzaktır. Partilerin ideolojik konumları bile seçmen tercihleri üzerinde ikincil bir etkiye sahiptir.
Seçmen Davranışı ve Partizan Kutuplaşma:
Parti aidiyeti daha çok seçmenlerin kimlik kaygıları tarafından belirlenir. Seçmenler çok basit şu soruları sorarlar: Ben kendimi nasıl tanımlıyorum? Kimler bana daha yakın? Hangi parti özdeşleştiğim grubu daha iyi temsil ediyor? AKP, MHP ya da CHP seçmeni deyince zihnimde canlanan kişi nasıl biri? Ben bu kişiye ne kadar benziyorum?
Bu sorulara verdiğimiz cevaplar neticesinde grup kimliğimiz üzerinden belli partilere yöneliriz. Dolayısıyla Achen ve Bartels’in de belirttiği gibi oy verme davranışını anlamak için bakmamız gereken, kişilerin kendilerini tanımladığı sosyal kimlikler ve o sosyal kimliklerle eşleştirebildiği siyasetçi ya da liderlerdir.
Benzer şekilde Donald Green ve arkadaşları tarafından bir başka çalışmada parti kimlikleri dini aidiyetlere benzetilir. Erken yaşlarda edindiğimiz bu kimlikler değişime karşı epey dirençlidir. Güncel politik ve iktisadi gelişmelerden görece az etkilenirler. Bunun sebebi de maruz kaldığı bilgi sağanağıyla baş edebilmek için insanların önceden geliştirmiş olduğu alışkanlıklara sarılmasıdır. Vatandaş yakın hissettiği parti veya liderin söylemlerini, kendisine yakın bulduğu medyadan takip eder. Yankı odaları dediğimiz toplumsal platformlarda kendine benzer kişilerle etkileşim kurar. Burada yaptığı güdümlü muhakeme, yerleşik kanılarını sorgulayıp değiştirmek için pek az imkan sunar. Kısaca, bilgiye erişim, bilgiyi işleme ve kanaat paylaşım süreçleri mevcut fikirlerle çelişecek yeni girdileri eleyecek biçimde örgütlenmiştir.
Peki siyasi konumlarda istikrarın sürmesi için bunca hazır koşul mevcutken siyasal değişimleri nasıl açıklayabiliriz? Green ve arkadaşları burada seçmen grubuna yeni dahil olan ve görece mevcut ayrımlardan daha az etkilenmiş gençlerin ve göçmen grupların siyasal alana getirdiği dinamizme odaklanır. Hatırlattıkları bir diğer önemli yenilik de siyasi alana yeni dahil olan partilerin önceden oluşmuş olan kampların sınırlarını değiştirmesidir. Yani yeni gelen seçmenler, eski yerleşik siyasi kampları daha rahat sarsabiliyorlar.
Peki, partizan kimlikler çok güçlüyse, bundan nasıl bir siyasi atmosfer doğuyor? Bu sorunun aslında basit bir cevabı var: Partizan kimlikler ayrışıp aralarına güçlü duvarlar örüldüğü zaman, yani sınırın öte yakasıyla insani temas minimuma indirildiği zaman, kendi kampımızı tahkim etmek için grubumuzdakileri olumlu sıfatlarla, karşı gruptakileri de son derece olumsuz sıfatlarla nitelemeye başlıyoruz. Giderek pekişen partizan kimlikler eş, arkadaş, komşu seçimimizden yaşadığımız muhite kadar bir dizi etki yaratıyor.
Partizan kamplaşma çok daha radikal boyutlara taşınabilir. Liliana Mason’un Uncivil Agreement kitabında verilerle gösterdiği gibi, partizan kimliklerin diğer kimliklerle hizalanması kamplar arası duvarları daha da yükseltiyor. İki partizan kimliği çapraz kesen herhangi bir öteki kimlik olmaması daha da kötü sonuçlar doğuruyor. Yani partizan gruplar arasındaki sınırlar aynı zamanda ideolojik, ekonomik, kültürel sınırlara da tekabül ediyorsa tehlike çanları o toplum için çalmaya başlamış demektir. Bu duygusal kopuşu ve sosyal gerilimi onarabilecek en etkin yöntem, farklı kimliksel ayrımların örtüşmesiyle daha da kalınlaşan partizan kimlik sınırlarının incelmesidir. Son dönemde bu yumuşama sürecinin aşağıda tartışacağımız sebeplerle henüz çok sınırlı olsa da başladığını düşünüyorum.
Rejimin Karakteri ve Siyaset Yapma Tarzı:
Türkiye, demokratikleşme literatüründe Steven Levitsky ve Luke Way tarafından kavramsallaştırılan rekabetçi otoriteryen rejimler kategorisinde değerlendirilmektedir. Bu kategorideki rejimler melez bir karakter göstermektedir. Rekabetçi seçimler düzenli bir şekilde yapılsa da seçimlerin serbestliği ve adilliği tartışmalıdır. Kimi seçim hileleri, medya ve muhalefete baskı, kamu kaynaklarının orantısız biçimde hükümet lehine kullanımı gibi pek çok taktik mevcut güç tekelini korumak için hükümet eliyle uygulanır. Lakin bu rejimlerde siyasi dengeleri değiştiren, rejimi liberalleşmeye zorlayan seçim sonuçları, düşük de olsa imkan dahilindedir. Gana, Endonezya, Romanya, Kenya ve Peru gibi örneklerde demokratik değişim seçimle gerçekleşmiştir. Rejim niteliğini dönüştürebilme kapasitesi olan böylesi seçim sonuçlarının elde edilmesinde muhalefetin örgütlenme ve mobilizasyon başarısı en büyük belirleyici olarak gösterilmiştir. Türkiye’de de muhalefetin bu başarıya 31 Mart ve 23 Haziran kampanya süreçlerinde eriştiğini düşünüyorum.
2013 Gezi Protestolarıyla başlayan ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrası iyice hız kazanan bir şekilde iktidar bloğu otoriteryen popülist bir siyaset tarzına savrulmuş görünmektedir. Nadia Urbinati’nin de altını çizdiği gibi bu siyaset üslubunu benimseyen gruplar için seçimler adeta törensel olaylardır. Her seçimde liderin şahsında somutlaştığına inanılan otantik halkın haklı çoğunluğu ve dolayısıyla muhalefetin gayri meşruluğu tescil edilir. Buna göre seçimlerde elde edilen çoğunluk olası pek çok alternatiften yalnızca geçici bir tanesi olmayıp, sayısal anlamı ötesinde mutlak bir etik üstünlüğe işaret eder. Bu tarz siyasette muhalefet kesimleri ve temsilcileri kökü dışarıda olan, otantik halka zarar verme tehlikesi taşıyan yabancıl unsurlar olarak görülür. Popülist lider yalnızca gerçek halkın tek temsilcisi olarak hareket eder ve kendini sadece onlara karşı sorumlu görür.
Venezuela’da, Polonya’da ve Türkiye’de de görüldüğü gibi liderler elde ettikleri de facto gücü yasalaştırmak ve kurumsallaştırmak için yeni anayasalar yapma yoluna gider. Yeni anayasalarda özerk ya da iktidarı sınırlandırıcı rol oynayabilecek bütün kurumsal yapılar işlevsiz hale getirilir. Bu yıkımdan liderin kendi partisi de çoğu zaman kaçamaz. Halkın iradesini şahsında barındırdığına inanan, onların esas taleplerinin ne olduğunu yalnızca kendisinin bilebileceğini düşünen lider, partisini kendi emirlerini yerine getirecek bir vasıtaya indirger. Partiler iç müzakerenin yapıldığı, tabandan tavana bilgi ve talep akışının sağlandığı örgütler olmaktan uzaklaşır. Lidere itaat ve emir-komuta zinciriyle hareket eden kişilerin doldurduğu etkisiz oluşumlara dönüşür. Dolayısıyla partilerin vizyonu ve etkin politika üretme kapasitesi, liderin vizyon ve kapasitesiyle sınırlanır. Lider tabanından mutlak güven talep eder ve bu güvenin tazelenmesi için sürekli etkileşime açtır. Trump’ın Twitter takıntısı, Berlusconi’nin canlı yayın merakı, bizdeki miting ve konuşma yapma aşkı hep buradan gelir.
2017 Referandumu ve Kurulan İttifaklar
1989 yılından beri ilk kez 3 büyük metropol aynı parti tarafından yönetilecek. Dahası 23 Haziran seçimlerinde muhalif aday İstanbul’da rekor düzeyde destek aldı. Dolayısıyla 31 Mart ve 23 Haziran tarihinde yapılan seçimlerin muhalefet açısından son derece başarılı geçtiğini söyleyebiliriz. İktidar tarafından 25 yıldır yönetilen Ankara ve İstanbul’un muhalefet eline geçmesi, pek çok büyükşehir belediyesinin kaybedilmesi ve özellikle İstanbul’da 23 Haziran’da 10 puana yakın fark yenmiş olması, bu yerel seçimlerin iktidar ittifakı için mağlubiyetle tamamlandığını gösteriyor.
Fakat bu kısmi seçim zaferleri iktidar ittifakının ülkedeki toplam oyunun hala %51-52 bandında olduğu, tarihindeki en trajik seçim yenilgisinde bile İstanbul’da %45 oy alabildiği gerçeğini not etmemizin önüne geçmemeli. Dolayısıyla karşımızda çekirdek seçmeninin çok büyük kısmını elde tutmasına rağmen seçim yenilgisi yaşayan bir iktidar var. Ancak, rekabetçi otoriteryen rejim kamu nimetlerini sonuna kadar kullanırken ve 2017 referandumuyla her türlü sınırlayıcı kurumu lağvetmişken, bu eşitsiz siyasi oyun alanında seçim başarısı gösterebilmiş bir muhalefet gerçekliği de var. Bu iki fenomen aynı değerlendirmede tartışılmalıdır.
Çokça dillendirildiği gibi Erdoğan ve AKP yapısal bir krizin içerisinde. 2017 referandumuyla kurulan yeni siyasi sistem seçim galibiyeti eşiğini %50+1’e yükseltti. Meclisin görece etkisizleştirildiği yeni hükümet sisteminde seçim mücadelesi büyük oranda tek bir koltuk için, yani Cumhurbaşkanlığı için dönmeye başladı. Siyasal oyunun değişen bu kuralları pek çok ilginç yansıma doğurdu. 31 Mart ve 23 Haziran’da gördüğümüz sonuçlar doğrudan bu yansımaların bir ürünüdür.
Öncelikle ittifaklaşma süreci ve bizi 2019’a taşıyan etkilerinden bahsedelim. Seçim zafer eşiğinin %50 + 1’e yükseltilmesi referandum öncesi kurulan fiili AKP-MHP ittifakının resmiyet kazanması sonucunu doğurdu. Tek başına oyu %50’yi hiç aşamamış AKP için bu ittifak kaçınılmaz oldu. 2017 referandumunda beklenenden az çıkan fark birkaç puanlık kaymaların büyük siyasi değişimler tetikleyeceği yeni bir seçim aritmetiği doğurdu. Milliyetçi tabanın İYİ Parti’nin kurulması ardından ikiye bölünmesi ve yeni parçanın kendini muhalefete daha yakın konumlamasından ötürü Erdoğan elde kalan Türk milliyetçisi oylara daha çok sarılmaya başladı. Onları tatmin etmek ve mutlak desteklerini kazanmak için söylemini iyice milliyetçileştirme ve güvenlikçi politikaları kalan her şeyin önüne koyma yolunu seçen Erdoğan’ın bu hamlesi kimi seçmen gruplarında hoşnutsuzluklara yol açmış gibi görünüyor. Katı milliyetçi grupların hassasiyet ve taleplerinin ön plana alındığı yeni durum, AKP ve Erdoğan’ın yansıttığı sosyal imajı değiştirerek o güne kadar kendilerine çok büyük bir destek veren muhafazakar Kürt seçmenlerin kendileriyle kurduğu özdeşleşme bağlarını zedeledi. Benzer şekilde bu yeni aşırı milliyetçi tutum, kimlik meselelerine güvenlik paradigması dışından bakan liberal ve entelektüel kesimlerin partiden kopuş sürecini hızlandırdı. Son olarak yalnızca güvenlik kaygılarının öne çıktığı, iç ve dış tehdit algıları ve beka söylemleri etrafında dönen siyasetsizlik hali, farklı taleplerine politik düzlemde çözüm aramaya çalışan grupları gündelik siyasete yabancılaştırdı. Ekonomik krizin etkisiyle daha da ciddi bir hal alan işsizlik, hayat pahalılığı gibi el yakan sorunlara bigane görünen iktidar, siyasi inandırıcılık sorunu yaşamaya başladı.
Kurumsal Düzenlemeler ve Partizanlık:
AKP popülist anayasacılık dalgasıyla uyumlu olarak bir dizi anayasa reformu ve yasal düzenlemelerle denge ve denetleme mekanizmalarını ve temsil kapasitesi olan kurumları zayıflattı. Bu reformlar için halk desteği aranırken yeni sistemde işlerin çok daha rahat ve hızlı işleyeceği gibi bir propaganda izlenmişti. Ne var ki kısa vadede hükümetin elini güçlendirir görünen bu otoriterleşme hamleleri onun seçmen nezdinde tek sorumlu aktör konumuna gelmesine yol açtı. Etkin meclis, bağımsız yargı, özerk kurumlar olsaydı, hükümet kötü gidişatı tabanına anlatırken bu veto oyuncularını sorumlu tutabilirdi. Fakat şimdi gücün çok daha çıplak, çok daha doğrudan uygulandığını görüyoruz. Dış güçler ve yerel işbirlikçileri gibi söylemlerin dolaşıma sokulması yeni günah keçileri olarak ortaya çıksa da bu halüsinatif iddialar çekirdek iktidar seçmeni dışındaki seçmen grupları nezdinde pek de karşılık bulmuyor.
Tüm bu demokratik ve ekonomik olumsuzluklara rağmen iktidar bloğundan kopuşun anlamlı ama sınırlı kaldığını görüyoruz. Bunun en temel sebebi de iktidar tabanında negatif partizanlığın ve partizan kutuplaşmanın etkisinin çekirdek seçmen grubunda hala sürüyor olması. Ama AKP’ye sempatiyle yaklaşan seçmen gruplarında uzaklaşma sinyallerinin başladığını da görmemiz gerekir. Seçmenlerin pek çok büyükşehirde il genel meclislerini iktidara, başkanlığı ise muhalefete vermesi siyaset biliminde ticket splitting, yani biletin bölüştürülmesi olarak bilinir. Bu durum negatif partizanlığın yumuşama sinyalleri olarak değerlendirilir. Bir diğer taraftan seçim sonrası yapılan pek çok çalışma, iktidara yakın seçmenin sandıklara gitmeme oranının önceki seçimlere göre daha yüksek olduğunu gösteriyor.
İptal edilen 31 Mart İstanbul seçimi sonrası sandığa gitmeme protestosu ve yeni seçmenlerin yalnızca %5’inin Yıldırım lehine oy kullanması, seçmen kitlesini rahatlıkla sandığa çekebileceğini varsayan iktidar temsilcilerini muhtemelen şaşırtmıştır. Öte yandan yalnızca 2,5 ayda iktidar bloğu adayının oyunun İstanbul’da %7-8 oranında düşmesi partizan kutuplaşmanın iktidar tabanını konsolide edici etkisinin artık azaldığını gösteriyor. Kutuplaşmanın görece azalan etkisinin 2017 sistem değişikliği ve sonrası kurulan ittifaklarla doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Meclisin görece daha işlevsel ve önemli olduğu eski sistemde partilerin esas motivasyonu, tabanlarını konsolide etmek ve genişletmek yoluyla meclisteki sandalye sayılarını arttırmaktı. Nispi (oransal) temsile dayalı bu oyunda muhalefet partileri bir yandan iktidarla mücadele ederken bir yandan da birbirleriyle vekil sayısı mücadelesi yapıyordu. Bu durum partizan kamplaşmanın güçlenmesine ve grupları çapraz kesen müşterek kimlik bağlarının zayıflamasına sebep oluyordu. AKP genelde muhafazakar Türk ve Kürtlerin, CHP laik Türklerin, MHP milliyetçi Türklerin ve HDP de politik Kürt hareketinin partisi olarak konumlandığı için gruplar arasındaki temas ve geçiş sınırlı kalıyordu. Öte yandan koalisyon ihtimalinden ötürü seçim ittifaklarına girme eğilimi de görece zayıftı.
Tüm bu senaryo 2017 sistem değişimi ve sonrasındaki ittifak yasasıyla değişmiş görünüyor. Meclis önemini yitirdiği için tüm yarış tek bir koltuk yani Cumhurbaşkanlığı için dönüyor. Nispi başarının söz konusu olmadığı ve %50 + 1 eşiğinin başka türlü aşılamayacağı yeni aritmetikte ittifak arayışları daha da kaçınılmaz hale geldi. MHP’nin bölünmesi ve o süreçte yaşananlar, İYİ Parti’nin kendini iktidar bloğu karşısında konumlandırmasıyla sonuçlandı. Saadet Partisi’nin de her türlü baskı ve sindirmeye rağmen muhalif konumunu terk etmemekteki ısrarı, muhalefet ve iktidar blokları arasındaki farklılıkları görece azalttı. Kürtlerin yarısı AKP’ye destek verirken, diğer yarısı HDP’ye destek veriyor. Kendini dindar muhafazakar olarak tanımlayan seçmenlerin önemli bir kısmı AKP’ye destek verirken, sembolik öneme haiz SP tabanı ve AKP küskünleri muhalefetin yanında duruyor. MHP milliyetçiliğin bayraktarlığını yaptığını iddia etse de kendini Türk milliyetçisi olarak tanımlayan en az bir o kadar seçmen İYİ Parti üzerinden muhalefet bloğunda yer almış. Bu durum negatif partizanlığın önüne geçerken, kutuplaşmayı da azaltan bir etki yapıyor. Birbirini çapraz kesen sosyal kimlikler ve politik aidiyetler bireyler üzerindeki siyasi baskıyı azaltırken, onların kamplaştırıcı söyleme karşı bağışıklık kazanmasına yol açıyor. Ayrıca parti aidiyetlerinin yegane kimlik haline gelmesini engelliyor. Sadece biz ve onlar, iyi ve kötü insanlar gibi zıt kutuplu ikilemlerin zayıflamasına yol açıyor.
2017’deki kurumsal değişiklikler ve ittifak yasasıyla birlikte, var olabilmek ve siyasi bir iddia taşımak için muhalefet temsilcilerinin birbirlerine mahkum oldukları, bariz bir gerçek olarak ortaya çıktı. Rekabetçi otoriter rejimlerde siyasal değişimi ve liberalleşmeyi tetikleyebilecek en temel faktör, etkin mobilizasyon ve örgütlenme yürütebilen muhalefetin varlığıdır. Türkiye’de başarılı bir muhalefet ittifakının 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinde kurulmuş olduğunu görüyoruz. CHP, HDP ile anılma korkusunu aşmış görünürken, İYİ Parti HDP’nin dışarıdan yaptığı stratejik desteğe karşı daha makul bir duruş sergiliyor gibi duruyor. SP’nin yaptığı örtülü desteğin altı da burada kalın bir çizgiyle çizilmeli.
Önemli seçim bölgelerinde muhalefet bloğu müttefiklerini yabancılaştırmayacak ve hatta iktidar seçmenini de ürkütmeyecek adaylarla seçime girdi. Kimliksel tuzaklara düşmeksizin icraatın vurgulandığı yumuşak kampanyalar yürüttü. Bunlar büyükşehirlerde elde edilen başarının arkasındaki önemli faktörlerdir. Burada uzun yerel seçim sürecinin en çarpıcı sonucunu alan İmamoğlu’na ayrı bir parantez açmamız gerekiyor. Otoriteryen popülist bir siyaset tarzını benimseyen iktidar bloğu karşısında İmamoğlu en azından biçimsel anlamda sol popülizm diye adlandırabileceğimiz bir retorikle beklenmeyen bir zafer elde etti. Bu neticenin hangi politik koşullar ve retorik stratejiler altında mümkün olabildiğini kısaca tartışalım:
Sol Popülizm ve İstanbul:
Mouffe ve Laclau tarafından geliştirilen sol popülizm ya da radikal demokrasi kavramsallaştırması Batı Avrupa politik-tarihsel tecrübesini temel alması hasebiyle Türkiye koşullarına tamamıyla uydurulamayacak bir çerçeve sunsa da, onların sunduğu kimi kavramların İmamoğlu’nun sürpriz çıkışını anlamakta faydası olabileceğini düşünüyorum. Anti-siyasal bir görünüm sunan iktidar ittifakı, siyasal karar alma süreçlerini tek bir kişinin emri altına vererek ve pek çok toplumsal sorunu “özcü, yerli ve milli biz” ve “dış güçlerin uzantısı onlar” ikilemine sıkıştırarak siyasal alanı olabildiğince daraltmıştır. Yalnızca mevcut iktidar bloğu tarafından tekelleştirilen ve Erdoğan’ın şahsında toplanan temsil kabiliyeti, bütün muhalif toplum kesimlerini dışlamıştır. Yönetim kapasitesi zayıflamış iktidarın hamasi program ve kampanyasında gündelik sorunlarına cevap bulamayan kimi iktidar seçmenlerinde de hoşnutsuzluklar baş göstermiştir.
İktidar bloğundaki hoşnutsuzluk ve talepler, dar ve kimliksel kodlarla ifade edildiği sürece, hükümete karşı parçalı bir muhalefetin etkinlik kapasitesi sınırlı kalmaya mahkumdur. Öte yandan tek bir grubun dili veya öncelikleri liderliğinde kurulacak bir toplumsal koalisyon da gerekli katılımcılık seviyesine erişmekte ciddi zorluklar yaşayacaktır. Etkili olabilecek bir seçenek, siyasal grupların kendi beklenti ve taleplerini öncelemek yerine, iktidar bloğundan farkları üzerinden kurabilecekleri bir eşitlikçi zincir olacaktır. Bu zinciri oluşturan halkalar/gruplar birbirlerinden farklı kültürel, siyasal, ekonomik geçmişten gelebilirler veya farklı önceliklere sahip olabilirler. Ancak mevcut hegemonyaya uzaklıkları açısından birbirlerine eşittirler.
Parlamenter sistemin değişmesi ve ittifak yasasının da zorlamasıyla etkileşime geçen muhalefet temsilci ve tabanları, artık taleplerinin paralellik gösterdiğini fark etti. Tabandan gelen temas ve enerji, siyasal alanda seferber ve temsil edileceği bir figür bulmakta ilk başlarda zorlandı. Lakin bu durum İmamoğlu’nun öngörülmeyen çıkışıyla aşılmış gibi görünüyor. İmamoğlu kamuoyunun tanımadığı bir figür olarak siyaset sahasına dezavantajlı bir noktadan adım atsa da, bu özelliği ona kimi konularda kolaylık sağladı. İmamoğlu, kamuoyunun hakkında bir algı geliştirmediği, henüz mevcut siyasi kategorilere ve kodlara yerleştirmediği, yani daha tüketmediği bir figür olarak ortaya çıktı. Halkın çokça kullandığı ama fazla basitleştirici ve yanıltıcı olan zihinsel kısayollarla değerlendirildiğinde bile tipik CHP’li kalıbına uymayan bir profil çizmek, diğer muhalefet kesimlerin İmamoğlu ile özdeşleşebilmesini kolaylaştırdı. Öte yandan benimsediği kapsayıcı ve olumlu retorik, iktidar tabanıyla sahada olumlu temas kurması, başarılı halkla ilişkiler stratejisi ve taraftarlarını duygusal seferberliğe yöneltebilme özellikleri sayesinde çok başarılı bir kampanya dönemi geçirdi.
İmamoğlu, iktidar bloğunun propagandasını yaptığı sekter halk tanımının karşısında talepleri ve dünya görüşleri farklılaşsa da ortak bir gelecek idealinde buluşabilen ve iktidar küskünlerinin de eklemlenebildiği yeni, kapsayıcı bir halk kavramı oluşturmayı başardı. Bunun yansımalarını sahada görmek mümkün. İmamoğlu’nun seçim zaferi kutlamalarında Delilo’ya bozkurt işaretiyle eşlik eden milliyetçiler, Ankara havasıyla sokaklarda oynayan beyaz yakalılar ve Fetih suresi okuma grupları kuran başörtülü kadınlar gibi çok farklı gruplar bir arada toplandı. Seçim sonrası kutlamalarda yapılan röportaj ve sosyal medya paylaşımlarında bu topluluk sevinç ve temennilerini farklı kavramlar ve kültürel kodlarla ifade etse de, mevcut rejime karşı direnişte buluşabilen bir görüntü çizdi. Bu grup artık yeni bir siyaset, yeni bir dil, yeni bir kurumsal örgütlenme talep ediyor. Bu hayallerini de İmamoğlu’nun şahsında temsil edilmiş görüyorlar. Yaratılan bu yeni halk kimliği, eldeki sosyolojik kavramlarla tanımlanamayan, tikel bir kültürel hafızanın tekelleştirmediği, mevcut düzenden dışlanması üzerine kimlik kazanan, özcü değil bağlamsal, sabit değil devingen bir inşaya işaret ediyor.
Buradan mutlaka parlak bir gelecek iddiası çıkaramayız. Henüz muğlak bir dayanışmanın var olduğunu görüyoruz. Tüm bu kesimlerin görece pekişmiş bir anlamlandırma sistemi kurup kuramayacağı henüz bir muamma. Başarılı olan bu seçim ittifakının uzun vadede alternatif bir tarihsel bloğa evrilip evrilemeyeceğini de bekleyip göreceğiz. İmamoğlu’nun işi hiç de kolay değil. Hem yönetilmesi belki de en zor metropolde hükümetin kıskacı altında yerel sorunlara yanıt üretmeye çalışacak. Hem de kendisine yüklenen siyasi misyonu ve anlamı taşıyacak retorik ve politik hamleler yapmada başarılı olacak. Bunlar zor görevler.
Öte yandan iktidar bloğu da başarılı bir yerel seçim süreci geçirmiş muhalefet ittifakını akamete uğratmak için boş durmayacaktır. İki politik hamle onlar için rasyonel taktikler gibi görünüyor: İYİ Parti-HDP arasında kerhen kurulmuş bağlantıyı koparmak ve SP yönetimi ve tabanıyla atılmış köprüleri yeniden onarmak. Ancak küskün AKP’lilerin kuracağı söylenen iki partinin de hesapları epey zorlaştıracağını vurgulamak gerekiyor. Öte yandan ilk turda Cumhurbaşkanı seçilme eşiğinin %40-45 bandına çekilmesi ve benzeri kural değişikliği hamleleriyle Erdoğan MHP’ye bağımlılığını azaltmayı deneyebilir. Kısacası önümüzdeki süreç çok ilginç siyasi gelişmelere gebe. Umarım demokratik kurumların güçlendiği, çoğulcu bir siyasetin hakim olduğu yeni bir yola gireriz, daha fazla gecikmeden.