[voiserPlayer]
Devlet Kapasitesi Liberteryenizmi, liberteryenizmi benimseyenler için hazmı zor bir öneri. Zira liberteryenler, devletin olabildiğince ekonomik ve sosyal hayattan çekilmesini savunuyor ve bu alanların kendi kendisini en verimli şekilde düzenleyebileceği inancına dayanıyorlar. Tyler Cowen, 2020 yılında yazdığı yazısında bu konuda cesur bir çıkış yaptı ve liberteryenlerin 19. yüzyıl ezberleriyle ilerlememeleri gerektiğini söyledi. Ona göre günümüz dünyasının kendine has problemleri doğmuştu ve liberteryenler bu sorunlara cevap bulmalıydılar. Özellikle, otoriter devletlerin demokratik ülkelerdeki seçimlere müdahalesinin önlenmesi, fikri mülkiyet haklarının korunması, internet sonrası ortaya çıkan dünyanın regüle edilme ihtiyacı, kaçak göçmen sorunu ve Covid-19 ile tanık olduğumuz kamu sağlığı gibi konularda güçlü devlet ihtiyacının kendisini gösterdiğini iddia etti. Bunu söylerken Cowen’ın altını çizdiği husus, güçlü devletin büyük devletten veya tiranlıktan farklı olduğuydu.
Ciddi tartışmalar yaratan bu çıkış, liberalizmin tarihi açısından yeni bir şey değil. Zira, literatüre aşina olanlar faydacı liberalizm ile deontolojik liberalizm arasındaki gerilime yabancı değildir. Faydacı liberalizm, mülkiyet hakkı ve gönüllü mübadele gibi temel önermeleri benimserken savunusunu, üreteceği fayda üzerine kurar. En bilindik örnek Mill’in ifade hürriyeti için geliştirdiği argümandır. Mill’e göre ifade hürriyeti engellenmemelidir, çünkü farklı fikirlerin münazarası bizi en doğru görüşe ulaştırır. Veyahut Smith’in iş gücünün bölüşümü argümanı, verimli bir ekonominin ön şartı olarak sunulur. Yani mülkiyet hakkı kavramı aslında bize fayda sağladığı için önemlidir ve korunmalıdır. Öte yandan deontolojik liberalizm için mülkiyet hakkı bir a priori bilgidir. Sorgulanamaz, müzakereye açılamaz. Üreteceği faydadan bağımsız şekilde, insanın doğmuş olmakla edindiği bir haktır. Bu hak, bedeni üzerindeki hakimiyetiyle başlar ve bedeniyle doğa arasındaki ilişki sonucu ortaya çıkan değer, onun mülkiyeti sayılır. Bu, doğanın verdiği bir haktır ve bu hakka karşı yapılan her müdahale doğal hukukun ihlali olarak kabul edilir. Sonuçlarına, amaçlarına ve üreteceği faydaya bakılmaksızın bu ilke can pahasına korunmalıdır.
Dolayısıyla, Bastiat, Friedman, Mises ve Hayek çizgisinin temsil ettiği ve ultra-liberalizm olarak adlandırılan görüş, aslında pazarlıksız ilerlemeyi hukukun bir gereği olarak ele alır. Öte yandan, faydacılık esnektir. Devlet aygıtı bu esnekliğin içinde kendisine yer bulur ve bizim devlet kapasitesi liberteryenizmi dediğimiz düşünce de toplumun karşılaştığı sorunları çözme amacıyla geliştirilmiş faydacı bir anlayışı temsil eder. Cowen zaten bunu açıkça dile getirmiş, bazı sorunların artık görmezden gelinemeyecek kadar büyüdüğünü ve doğal hukuk fanatizminin bize çözüm önermekten uzak olduğunu söylemiştir. Sonuç olarak, liberteryenler bağırlarına taş basmak ve yaşadıkları pratik hayatın problemlerini çözmek için devlet müdahalesini yeniden düşünmek zorundadır.
Klasik dönem liberallerinin de aslında buna pek itirazı yoktur. Mesela Turgot, göreve gelir gelmez entegre bir yol ve nehir projesine başlamış ve dönemin önde gelen uzmanlarından oluşan bir komisyon kurmuştu. Humboldt, Prusya’daki kamu eğitimi sistemine yön vermiş, Jefferson ise Federal Posta Teşkilatı mevzuatını savunmuştu. Bununla birlikte bu dönem liberalleri, ailelere çocuklarını okutmama özgürlüğünden yana değillerdi ve firmaların kendi aralarında anlaşarak fiyat belirleme veya pazar paylaşma haklarına da karşı çıkıyorlardı. Bu anlayış, aslında modern devletin kuruluş ve güçleniş süreci göz önüne alındığında şaşırtıcı değildir. Zira, şehirlerin büyümesi, sanayileşmenin yayılması ve ulus devletlerin ortaya çıkışı ile birlikte birçok sorun ve düzenlenmesi gereken bir çok alan ortaya çıkmıştır. Faydacı liberaller bu sorunların çözümünün liberal bir çerçevede, devlete olabilecek en az düzenleme yetkisi vererek çözülebileceğini iddia etmişlerdir. Ancak bu durum, devletin kolektif iyilik adına yapmasına cevaz verdikleri bazı müdahaleler olmayacağı anlamına gelmez. Devlet bu tip müdahaleleri hakkıyla yapacak kadar iktidar sahibi olmalıdır.
Bu durum etik kaygısı taşıyan liberaller için tabii ki böyle değildir. Çünkü devlet müdahalesini felsefi olarak topyekün reddetmeyen görüşlerin bizzat devlet müdahalesini meşrulaştırdığını ve bireysel hürriyetleri ihlal etmenin önünü açtığını düşünürler. Zira tevilin sonu gelmez. Eğer devletin müdahale etmemesi prensibini kolektif iyilik için askıya alma eğilimi başlarsa bunun nerede duracağını kimse kestiremeyecektir. Dolayısıyla, bir liberteryenin ahlaki yükü, devletin kapasitesini arttırmasına destek vermek değil, ona karşı çıkmaktır.
Ne var ki hayat etik önceliklerle değil, sorunların ivedi çözümleri ve kısa vadeli ihtiyaçların karşılanması üzerinden ilerler. Avrupa’da yeni bir sınıf ortaya çıkmıştır ve sendikalar, entelektüeller, politikacılar bu kalabalık sınıfın çıkarları için seferber olmuş durumdadır. Aynı dönemde, Avrupalı devletler arasında ciddi bir sömürgeleşme rekabeti başlamış ve bu rekabetin tetiklediği güçlü bir orduya sahip olma tutkusu hızla yayılmıştır. Ordu sadece eline silah verilmiş insanlarla sınırlı değildir artık. Zorunlu askerlik uygulamasına geçilmiş ve silah altına alınan kişilere yurtları için savaşmanın, hatta ölmenin ne kadar kutsal bir vazife olduğunu tembihleyen bir milli eğitim politikasına ihtiyaç duyulmuştur. İşçi sınıfının huzursuzluğu, milliyetçiliğin ve militarizmin yükselişi, aslında cumhuriyet düşüncesine uygun bir devletin ve vatanın herkes tarafından sahiplenilmesine dair normatif bir inanışı da beraberinde getirmiştir. Böylece siyasal otorite; çalışma hukuku, vergi hukuku, milli eğitim politikası, ulaşım projeleri, asgari ücret, emeklilik maaşı gibi birçok alanda düzenleme yapma ihtiyacı duymuştur. Neticede her vatandaş ülkesi için üretmekte, çalışmakta, savaşmakta, hatta ölmektedir. Bu durum ise devasa devlet aygıtlarının ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir.
Liberallerin bu korkutucu ortamda önerebildikleri tek denetim mekanizması güçler ayrılığı ilkesi ve parlamenter sistem olmuştur. Ki bu kurumların kısa zamanda radikallerin eline geçmesi an meselesiydi. Orta Avrupa’da faşizmin yükselmesi ile sonuçlanan bu süreç, kolektif iyilik adına bireyin tamamen imha edilmesi anlamına geliyordu. Parlamenter demokrasi ile sivil özgürlükler arasında kurulan ilişki bu dönemde iflas etti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise yeniden doğal hukuk doktrini hatırlandı ve hiçbir çoğunluğun ihlal edemeyeceği temel insan hakları, evrensel düzeyde yeniden tanımlanmaya başlandı. Böylece, demokratik meşruluk arkasına gizlenerek bireyleri haklarından mahrum bırakmak isteyen özgürlük karşıtı hareketlere bir set çekildi. Zira, yüksek devlet kapasitesi otoriter bir hükümet ile birleştiği anda korkunç sonuçlar doğurmaya teşneydi.
Bu durum 70’lerin sonunda Thatcher ile başlayan ultra liberal dönem ile birleşince, hem devletlerin ekonomiye müdahil olmadığı hem de özgürlüklerin teminat altında olduğu bir dönemi ortaya çıkardı. Hızla artan refah, Batı toplumlarının (ki buna Japonya gibi bazı Asya ülkeleri de dahil) Soğuk Savaş döneminde üstünlüğünü perçinledi ve küreselleşme olgusuna hız verdi. 1991 senesinde Sovyetler Birliği yıkılırken birçok entelektüel, geri dönülmez bir yola çıkıldığını düşünüyor ve devletlerin etkilerinin azaldığı, devlet dışı aktörlerin ise birbirleriyle ilişki kurarak daha müreffeh, daha güvenli ve daha istikrarlı bir uluslararası düzen yaratacağını düşünüyordu.
Mamafih beklenen olmadı. Soğuk Savaş’ın bitişi, sırtını süper güçlerden birisine yaslayarak içeride pürüzsüz bir iktidar kurabilen istikrarlı otokrasileri de zayıflattı. Bu her anlamda bir güç boşluğu, yani istikrarsızlık anlamına geliyordu. Böylece, iç savaşlar devletler arası savaşların yerini almaya başladı. Bununla birlikte, sosyalizm sonrası hortlayan etnik milliyetçilik, Avrupa ve Kafkasya’da kanlı savaşların yaşanmasına sebep oldu. Bu nedenle, çatışma ortamlarından kaçan milyonlarca insan kendilerini daha huzurlu ülkelere göç ederken buldular. Öte yandan, özellikle Ortadoğu ve Afrika’da kurumsal devlet yapılarının çökmesi, keyfi despotizmlerin kurulması ve başarısız devletlerin (failed states) ortaya çıkması, dini radikalizmi ve ulusaşırı terörizmi besledi. Sonuçta, egemenlik sahasını denetlemekten aciz, toplumuna standart bir eğitim, sağlık ve altyapı hizmeti sağlama konusunda becerisi olmayan yönetimler radikalizmi besledi ve dolayısıyla hem yerel hem de uluslararası güvenliği tehdit etti.
Yani, devlet kapasitesi ile birleşen otoriterlik faşizmi İkinci Dünya Savaşı’na giden yolları nasıl döşediyse, kapasite yoksunu devletlerin otoriterlik ile bütünleşmesi; göç dalgaları, iç savaşlar, insani krizler ve uluslararası terörizme yol açtı. Bireylerin hayatını düzenleme yetisi olmayan, dolayısıyla liberteryenlerin bir tehdit olarak görmediği zayıf devletler, başka güvenlik tehditlerinin ortaya çıkmasına sebep oldu ve arzu edilen ütopya yine gerçekleşmedi.
Devlet kapasitesi liberteryenizmi, ABD merkezli bir yaklaşımla, zayıf devlet kapasitesinin ortaya çıkardığı sorunlara dikkat çekerek kendisine bir çıkış arıyor ve bu konuda literatür oluştukça muhtemelen sadece ABD’nin yerel meseleleri ile kendisini meşrulaştırmayacak, daha soyut kavramlar ve karşılaştırmalı vakalarla yoluna devam edecek. Bunu yaparken liberal düşüncenin kadim fay hattı olan fayda-etik ikilemi de sıklıkla ziyaret edilecektir.
Fotoğraf: Mitchell Kmetz