[voiserPlayer]
Başkanlık Sisteminin Yansımaları: Konu 1
Türkiye 16 Nisan 2017 günü gerçekleştirilen tarihi halk oylaması ile hükümet sisteminde kapsamlı bir değişikliğe gitti ve resmi adlandırma ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni benimsedi. Bu yazı 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren yürürlüğe giren yeni hükümet sisteminin, Türkiye’de dış politika yapımı üzerindeki etkilerini değerlendirme çabasıdır. Yazı iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm yeni hükümet sisteminin dış politika yapımında getirdiği kurumsal nitelikteki değişikliklere göz atmaktadır. İkinci bölüm ise Türkiye’nin dış politikasında son dört yılda gerçekleşen değişimlere bir göz atacak ve hükümet sistemi ile dış politika arasındaki ilişkiye dair bir değerlendirme yapacaktır.
Yeni Hükümet Sistemi ve Dış Politika Yapımı
Mezkur tarihte halk oyu ile onaylanan anayasa değişikliği, hükümet sisteminde kapsamlı değişiklikler getirdi. İlk olarak anayasa değişikliği, yürütme organının oluşumu sürecini değiştirdi. Önceki hükümet sisteminde tek bir seçim yapılıyor ve bu seçimle ilk önce yasama organı oluşuyordu. Yürütme organı ise yasama organının içinden onun güvenoyunu alarak çıkıyor ve varlığını da onun güvenini koruyarak sürdürüyordu. Ayrıca yürütme organının üyelerinin de görevlerinde kalabilmek için kişisel olarak yasama organının güvenini korumaları gerekiyordu.
Yeni hükümet sisteminde ise yürütme organının oluşumu ve varlığını sürdürmesi kökten değişmiştir. İlk olarak yürütme organının başı, cumhurbaşkanı, yasama organından farklı bir seçimle göreve gelmekte ve organın diğer üyelerinin, cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanların, atamalarını tamamen kendi tercihine göre yapmaktadır. Ayrıca atananların ne görev başına gelişinin ne de görev başında kalışının, hem bütün bir takım olarak hem de tek tek üyeler olarak, yasama organının güvenine olan ihtiyacı ortadan kalkmıştır (Anayasa 101, 104-106. maddeler ve mülga 109-113. maddeler).
Yeni hükümet sistemi yürütme organı ve yasama organı arasındaki dengeyi önceki lehine bozacak değişiklikler de getirdi. İlk olarak anayasanın 87. maddesindeki yasama organının görev ve yetkileri arasında geçen “Bakanlar Kurulunu ve bakanları denetlemek” ibaresi bahsi geçen maddeden çıkarıldı. Böylelikle yasama organının yürütme organı üzerinde daha önce var olan siyasal denetleme görev ve yetkisi elinden alındı. İkinci olarak, anayasal değişiklikle yasama organının doğrudan yürütme organının başı ile alakalı meclis soruşturması başlatma ve ona yazılı soru sorma yetkisi kaldırıldı. İlgili 98. madde söz konusu yetkiyi sadece yürütme organının başının atadığı yardımcılar ve bakanlara ilişkin tanımaktadır. Son olarak, anayasal değişiklikle merkez ve taşra idare teşkilatını yapılandırma yetkisi yasama organından yürütme organına geçmiştir. Böylelikle artık yürütme organı yasama organının onayına ihtiyaç duymadan kararname ile istediği yapılandırmayı yapabilecektir (Anayasa 104. Madde).
Bu değişiklikler dış politika yapımının kurumsal yapısını da değiştirdi. Öncelikle belirtmek gerekir ki anayasa değişikliği yasama organının Türkiye’nin dış politikası üzerindeki etkisini tamamen sıfırlamamıştır. Yasama organının anayasada açıkça sayılan (Anayasa 87. Madde) iki önemli yetkisi kalmıştır: savaş ilanına karar vermek ve milletlerarası antlaşmaların onaylanmasını uygun bulmak. Ancak anayasa değişikliği öncesi dönemde yasama organı kanun yapımı yoluyla dış politika yapımını şekillendirebiliyordu. Türkiye’de dış politikanın yürütücüsü dışişleri bakanlığının faaliyetlerini sınırlayan ve şekillendiren ilkeler, görev ve yetkiler ve bakanlığın teşkilat yapısı ve iç işleyişini belirleyen kurallar ancak kanunla belirleniyordu. Dolayısıyla da ancak kanunla değiştirilebiliyordu. Anayasa değişikliği ile yasama organının bu yetkisi tamamen yürütme organına devredildi.
Anayasa değişikliği ile yasama organının yürütme organının oluşumu üzerindeki yetkisi sıfırlandığı gibi, daha özelde, dışişleri bakanının, dışişleri bakan yardımcılarının, büyükelçilerin ve diğer üst düzey bürokratların göreve gelişi ve görevden alınışı üzerinde herhangi bir yetkisi de kalmamıştır. Her düzeyde bakanlık görevlililerin göreve atamaları, görevden azilleri, tayinleri, hakları vesaire işlemlerde tek yetki, yürütme organının elinde toplandı.
Anayasa değişikliğinin getirdiği farkı daha net ortaya koymak gerekirse; anayasa değişikliği öncesinde, örneğin, büyükelçiler üçlü kararname olarak bilinen kararname ile atanıyordu. Atama için üç imza gerekliydi: devletin başı olan cumhurbaşkanının, hükümetin başı başbakanın ve dışişleri bakanının. Yasama organının sürece dahli, başbakan ve bakan üzerindeki güvenoyu yetkisi ve elbette hem başbakan hem de bakana yöneltebileceği sorular ve başlatabileceği soruşturmalar kanalıyla gerçekleşiyordu. Anayasa değişikliği ile yasama organının büyükelçilerin atanmasında yetkisi ve dahli sıfırlanmış oldu. Zira, esas karar verici cumhurbaşkanı üzerinde herhangi bir yetkisi kalmadı.
Yine farkı daha da netleştirmek için güçlü bir başkanlık sisteminin olduğu Amerika Birleşik Devletleri’ndeki sürece bakabiliriz. Türkiye’de olduğu gibi yasama organından ayrı bir seçim sonucu görev başına gelen Amerikan başkanı, Türkiye’de olduğu gibi hem dışişleri bakanını hem de büyükelçilerini sadece aday göstermektedir. Başkanın aday gösterdiği kişilerin bakan ve büyükelçi olarak göreve atanabilmeleri için üst yasama organı Senato’nun onaylaması gerekmektedir.
Türkiye’de gerçekleşen anayasa değişikliği, beraberinde kaçınılmaz olarak ‘kişiselleşmeyi’ getirmiştir. Artık dış politikanın yapımında veya sürdürülmesinde hükümet veya bakanlar kurulu yoktur, sadece cumhurbaşkanı vardır. Bu kişiselleşmenin iz düşümlerini atama ve görevden ayrılma açıklamalarında kullanılan ifadelerde de gözlemlemek mümkündür. Göreve atanma, cumhurbaşkanının uygun görmesiyle (tensip) olurken, görevden ayrılma ise ‘görevden affı’ istemekle ve yine cumhurbaşkanının bunu uygun görmesiyle gerçekleşmektedir.
Kişiselleşmenin iz düşümlerini çok daha resmi bir üslubu olan kararnamelerde bile gözlemlemek mümkündür. İdare teşkilatının diğer kurumlarla birlikte dışişleri bakanlığı teşkilatını da yapılandıran 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çok net bir örnektir. Örneğin, kararnamenin 128. maddesi bakanlığın görev ve yetkileri arasında, (a) “Cumhurbaşkanı tarafından tayin ve tespit edilen hedef ve esaslara göre dış politikayı uygulamak ve koordine etmek,” (b) “Cumhurbaşkanını yabancı devletler ve uluslararası kuruluşlar nezdinde yetkili makam olarak temsil etmek,” (c) “yurtdışında yürütülen faaliyetlerin Cumhurbaşkanınca saptanan dış politikaya uygunluğunu gözetmek,” (d) “Cumhurbaşkanını dış dünyadaki gelişmeler ve değişen şartlar konusunda bilgilendirmek” maddelerini saymaktadır. Halbuki, daha öncesinde bakanlığın kuruluş ve görevleri hakkındaki 6004 sayılı kanun, benzer ifadelerde daha kurumsal bir dil kulanır ve belirli bir kişiden, cumhurbaşkanından değil, bir ekipten ‘hükümet’ten bahsederdi.
Anayasa değişikliği ile yürütmenin başının bakanlık içindeki atamalarında da yetkisi genişlemiştir. Değişiklik öncesi dönemde bakan yardımcısı konumundaki müsteşar ve büyükelçilerin atanmasında bakanın da imzası gerekliyken, değişiklik sonrası dönemde bakanın, ne bakan yardımcılarının ne de büyükelçilerin atanmasında imzası gerekli değildir. Aslında göreve gelme ve görevden ayrılma açısından bakanın yardımcılarından da büyükelçilerden de farkı yoktur.
Ancak 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin dışişleri bakanlığının görev ve yetkileri ile teşkilatı yapısında yaptığı değişikliklerin kökten ve kapsamlı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Kararnamenin özel olarak dışişleri bakanlığı ile ilgili maddeleri (127-165) 6004 sayılı Kanunun ilgili maddelerinin neredeyse kelime kelime tekrarıdır. Kararname, teşkilatın iç yapısında da farkedilir nitelikte değişiklikler yapmamıştır. Örneğin, bakanlık bünyesindeki sadece üç genel müdürlük kaldırılmış, beş genel müdürlüğün sadece ismi değiştirilmiş, 21 genel müdürlüğün ise ismi bile değiştirilmeden aynen kalmıştır. Göze çarpan en önemli değişiklik 6004 sayılı Kanunun bakanlık personelini düzenleyen 10. maddesindeki çarpıcı sadeleştirmedir. Ancak bu olumsuz bir sadeleştirme değildir. Zira, Kararnamenin ilgili 160. maddesi Kanunun daha detaylı olarak düzenlediği bakanlık merkez ve yurtdışı teşkilatında görevlendirilecek memurların mesleğe alınmaları ve görevde yükselme usul ve esaslarının kanun ve yönetmeliklerle düzenleneceğini belirtmiştir. Dolayısıyla bu konudaki yetkiyi yasama organına tevdi etmiştir. Ancak dikkat edilirse bu düzenleme, dış politikanın belirlenmesine ve yürütülmesine yönelik bir yetki değildir. Öte yandan, 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile 6004 sayılı Kanun arasındaki süreklilik cumhurbaşkanının tercihi böyle olduğu içindir. Ancak halihazırda Cumhurbaşkanının, bakanlığı daha öncesine nispetle tanınmayacak hale getirme yetkisi de vardır.
Anayasa değişikliği sonrası dış politika yapımında kurumsal açıdan bahsi gereken önemli bir yenilik ise Cumhurbaşkanına danışmanlık yapmak üzere Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu’nun kurulmasıdır. 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 26. Maddesi bu kurulun görev ve yetkileri arasında; Türkiye’nin uluslararası ilişkilerine, güvenliğine, bölgesel etkinliğini artırmaya, bölgesel sorunların çözümüne yönelik politika önerileri geliştirmek, küresel gelişmeleri takip etmek ve raporlar hazırlamayı saymıştır. Cumhurbaşkanı tarafından atanan kurul üyelerinin, bir takım olarak veya kişisel olarak, Türkiye’nin dış politikasının belirlenmesinde ne yönde ve ne ölçüde katkıda bulundukları ise halihazırda konu üzerinde akademik çalışmaların olmaması nedeniyle bilinemezdir.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve Dış Politika
Yeni hükümet sisteminin, Türk dış politikasında yaşanan değişikliğin yönü ve kapsamı üzerine etkisi olup olmadığını değerlendirebilmek için Türk dış politikasının 2017 yılını ve 2022 yılının Mayıs ayını önemli kalemlerde ana hatlarıyla karşılaştıracağız.
Türkiye-ABD İlişkileri
Türkiye-ABD ilişkileri 2017 yılı sonu itibarıyla çetin sorunlarla boğuşuyordu. Bu sorunlar arasında en can alıcı olanları şunlardı: ABD’nin Suriye’de İslami Devlet’e (IŞİD) yönelik askeri operasyonda (Türkiye tarafından PKK’nın Suriye uzantısı olarak görülen, dolayısıyla terörist bir örgüt olarak kabul edilen) YPG (Halk Koruma Birlikleri) ile olan iş birliğine devam etmesi ve bu iş birliğinin parçası olarak örgüte askeri, finansal, lojistik ve eğitim desteğini vermeyi sürdürmesi, 2016 yılında girişilen kanlı darbe girişiminin arkasında olmakla suçlanan Fethullah Gülen’in Türkiye’ye teslim edilmemiş olması, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemini satın alma anlaşması imzalaması, Başkan Trump’ın 2017 yılı Haziran ayında patlak veren Körfez/Katar krizinde Türkiye’nin zıttı bir konum alması ve İsrail’deki elçiliği Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararı, Halkbank davası ve bankanın genel müdür yardımcısı Hakan Atilla’nın tutukluluğu.
Türkiye-ABD ilişkilerinin takip eden dört buçuk yıl boyunca bu sorunlarla boğuştuğunu ve 2022 Mayıs ayı itibarıyla sorunları aşamadığını söylemek mümkündür. Öncelikle ABD’nin örgüte yönelik desteği devam etmektedir. Türkiye’nin halen daha Kuzey Suriye’de geniş bir bölgeyi kontrolü altında tutan YPG sorunu vardır ve bu sorunu askeri olarak çözmeye yönelik en büyük engel ABD’nin süregiden desteğidir. Türkiye-ABD ilişkilerini nispeten iyileştirebilecek S-400 krizi aşılamamış, hatta bu yüzden Türkiye F-35 savaş uçağı projesinden çıkarılmış ve diğer bazı yaptırımlara maruz kalmıştır. Ayrıca, Gülen ve Halkbank dosyalarında da bir gelişme kat edilememiş, hatta Halk Bank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla hapis yatmak zorunda kalmıştır.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrası Türkiye’nin taraflar arasında izlediği nispeten dengeli politikanın Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir krize ve soruna yol açmadığını ekleyelim. Bilakis, Türkiye’nin stratejik önemi, işgal sonrası İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine başvurusu yapmasıyla artmış da olabilir. Ancak ABD yönetiminin Türkiye’ye yönelik soğuk tavrı devam etmektedir.
Türkiye-Avrupa Birliği (AB) İlişkileri
Türkiye-AB ilişkileri de 2017 yılını sorunlarla bitirdi. Türkiye’nin AB aday ülkesi olarak daha da otoriterleşmesi bu sorunların en ciddisiydi ve bununla ilişkili her şey sorunun parçasıydı: 2016 başarısız darbe girişimi sonrası ilan edilen olağanüstü halin devam ediyor olması, bu dönemde daha da yoğunlaşan ve yaygınlaşan insan hakları ihlalleri, bu ihlallere yönelik yargı yolunun daraltılması veya kapanması ve en nihayetinde kuvvetler dengesini ciddi şekilde bozan 2017 yılındaki yeni hükümet sistemine ilişkin halk oylaması ve bunun kabulü.
Türkiye’de derinleşen otoriterleşmenin gerek AB gerekse AB üye ülkeleri tarafından sıklıkla dile getirilmesi ve Türkiye’ye ağır eleştiriler yöneltilmesi, Türkiye-AB ilişkilerini her daim diken üzerinde tuttu. Kürt sorunu, PKK’nın Avrupa’daki aktivitelerine göz yumulması ve Kıbrıs sorununda ilerlemenin kaydedilememiş olması ilişkilerin artık kronik sorunlarıydı ve 2017 yılı sonu itibarıyla da yerli yerindelerdi. Yeni bir sorun olarak üye ülke Yunanistan’la yaşanan Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölgeler üzerindeki anlaşmazlığı listeye eklemek gerekir. Kanlı darbe girişimi ile ilişkiler yeni bir sorun daha kazandı: Türkiye, darbeden sorumlu tuttuğu ve terör örgütü ilan ettiği Gülen hareketine karşı Avrupa’dan beklediği desteği göremedi.
Türkiye-AB ilişkilerinin takip eden dört buçuk yıl boyunca bu sorunlarla boğuşmaya devam ettiğini ve bunları aşamadığını söylemek mümkündür. 2018 yılı Temmuz ayında yürürlüğe giren yeni hükümet sistemi, endişe edildiği gibi yasama, yürütme ve yargı arasındaki dengeyi tamamen yürütme lehine bozdu ve Türkiye’yi daha otoriter bir ülke haline getirdi. Üstelik bu, 2018 yılında olağanüstü halin kaldırıması ve sınırlı da olsa insan hakları ihlallerine yönelik yargı yolunun açılmasına rağmen gerçekleşti. Türkiye’de yaşanan otoriterleşmeyi Freedom House değerlendirmelerinde gözlemlemek mümkündür. 2017 yılında Türkiye’nin siyasi haklar skoru 40 üzerinden 18, sivil özgürlükler skoru 60 üzerinden 20 iken, 2022 yılında hem siyasi haklar skoru hem de sivil özgürlükler skoru 16’ya düştü. Her iki kategoride Türkiye’den daha kötü durumda civar bölge ülkeleri arasında Azerbaycan, İran, Libya, Mısır, Rusya, Suriye gibi ülkeleri saymak durumun vehametine ilişkin bir fikir verebilir. Türkiye-AB ilişkilerinin diğer bahsedilen sorunları da bu dönem hafiflemeden devam etti ve halen daha ilişkileri olumsuz etkiliyor.
Öte yandan, Türkiye’nin halen daha AB’nin aday ülkesi olmasını, ilişkilerin tam olarak kopmadığının bir göstergesi olarak değerlendirmek de mümkündür. Bunun için iki farklı etken öne sürülebilir. Birincisi ve en önemlisi AB’nin halen daha Türkiye’den umudu kesmemesidir. Otoriterleşme yönünde atılan bütün adımlara rağmen Türkiye’de demokrasi, seküler devlet ve seküler yaşam tarzı taraftarı toplumsal muhalefet halen daha canlıdır. İkincisi, Türkiye, ‘mülteci kapısı’ olarak AB için fazlasıyla kritik bir misyonu sürdürmektedir. Türkiye’nin ayrıca AB’nin çöp kutusu hizmeti gördüğünü de üzülerek belirtmek gerekmektedir.
Son gelişme olarak, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden bahis gerekir. Ancak bu gelişmenin ilişkiler üzerinde etkisinin ne olacağı belirsizdir. Zira, ilk olarak bu işgal Avrupa’nın güvenliğinde Türkiye’nin askeri gücü ile önemli bir rol oynayabileceği fikrini canlı tutmaktadır. Öte yandan işgal, AB-içi safları demokratiklik ekseni etrafında sıklaştırmakta, haliyle de otoriter bir Türkiye’nin böyle bir Avrupa’da yerini sorgulatmaktadır. Türkiye’yi bir taraftan Avrupa’ya çeken, bir taraftan Avrupa’dan iten iki zıt kuvvetin hangi nihai sonucu doğuracağını tarih gösterecektir.
Türkiye-Rusya İlişkileri
Türkiye-Rusya ilişkileri 2017 yılı sonu itibarıyla altın çağ dönemine doğru yol alıyordu. Taraflar arasındaki en çetin sorun olarak süregiden Suriye iç savaşında bile bu iki devlet, politikalarını uyumlulaştırma yolunda önemli adımlar atmıştı. Nitekim Türkiye, kısa bir süre sonra başlatacağı Afrin’e yönelik askeri operasyon için Rusya’nın onayı ve desteğine ihtiyaç duymuş ve bunu da elde etmişti. İlişkilerdeki iyileşmenin en çarpıcı göstergesi hiç kuşkusuz Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın almak için anlaşma yapmasıydı. Bu anlaşma ile Türkiye, esasında ABD ve NATO ile ilişkilerini de riske attı. Nitekim, gerek ABD’den gerekse NATO’dan anlaşmaya yönelik itiraz ve eleştiriler yükseldi. İlişkilerin derinleştiği en önemli alan ise elbette enerjiydi. Türk Akım Doğal Gaz Boru Hattı’nın deniz kısmının yapımı süregiderken, Akkuyu Nükleer Santrali’nin yapımına ise takip eden yıl içinde başlanacaktı.
Türkiye-Rusya ilişkileri takip eden dört buçuk yıl boyunca aynı minval üzere devam etti. Türkiye’nin Rusya’nın Kırım’ı ilhakını tanımamaya devam etmesine, 2020 yılı Şubat ayında Rusya’nın İdlip’te 34 Türk askerinin ölümü ile sonuçlanan hava saldırısını düzenlemesine rağmen taraflar arasında büyük bir kriz yaşanmadı. Taraflar arasında enerji alanında iş birliği de devam etti. Akkuyu nükleer güç santralinin yapımı devam etmekte, Türk Akım boru hattı ise tamamlandı ve açıldı.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin, takip eden yedi aylık süre boyunca Türkiye-Rusya ilişkilerinde geniş çaplı ve derin bir değişime yol açmadığını not etmemiz gerekir. Üstelik Türkiye’nin Ukrayna’ya sağladığı insansız hava araçlarının Rus güçlerine karşı ciddi hasarlar/kayıplar verdirdiği iddia edilmesine rağmen. Bu neticeye Türkiye’nin Batı ve Rusya arasında takip ettiği denge politikasının hiç kuşkusuz önemli katkısı oldu. Türkiye’nin neredeyse bütün Batı ülkelerinin ve müttefiklerinin Rusya’ya yönelik uyguladığı yaptırımlara katılımı son derece sınırlı kaldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Başkanı Vladimir Putin’le düzenli telefon görüşmeleri yapmaya devam etmektedir. İkili ayrıca 2022 yılının Temmuz ayında Tahran’da yüz yüze bir görüşme gerçekleştirdi. Aynı ay içinde Türkiye, Rusya ve Ukrayna Tahıl Koridoru anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaya göre Ukrayna’daki üç ayrı liman üzerinden tahıl ve benzeri gıda ürünlerinin güvenli bir şekilde nakliyatının yapılması hedefliyor. Bu anlaşma ile Türkiye, dünyanın karşı karşıya olduğu önemli bir sorunun çözümüne katkıda bulundu.
Türkiye halihazırda YPG’ye yönelik yeni bir askeri harekat yapma niyetini en yüksek seviyeden açıkça dile getirmektedir. Rusya’nın Dış İşleri Bakanı Sergei Lavrov ise Suriye’ye yönelik yeni bir askeri harekatın Rusya açısından kabul edilemez olduğu açıklamasını yaptı. Ancak bu açıklamanın daha çok Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkileri normalleştirmek hedefini vurgulamak amacıyla yapıldığını not etmek gerekir. Hülasa, süregiden Suriye ve Ukrayna üzerinde anlaşmazlıklara rağmen yakın gelecekte Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin derin bir krizle karşılaşması ihtimal dahilinde görünmemektedir.
Türkiye-Çin İlişkileri
2017 yılı sonu itibarıyla Türkiye’nin Çin ile ilişkilerindeki en temel sorun ekonomik ve ticariydi. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 1990’lı yıllardaki 200 milyon $ seviyelerinden başladı. 2000’li yılların başında 1 milyar $’ı geçti ve 2017 yılında o döneme kadarki en yüksek hacme ulaşarak 26.7 milyar $’ı buldu. Ancak bu genişleme, Türkiye’nin aldığı bir seri korumacı tedbirlere rağmen, Çin lehine oldu. 2017 yılında Türkiye’nin Çin ile ticaretindeki açık 20.7 milyar $’dı. Ancak Çin’le yoğunlaşan ve aleyhine gelişen ekonomik-ticari ilişkilerin Türkiye’de alarm zillerini yeterince çaldırmadığını gözlemliyoruz. Hatta tam tersine Türkiye, Çin’le 2010 yılında stratejik iş birliği anlaşması imzalamış ve Uygur sorununa yönelik daha düşük bir profil çizmeye başlamıştır.
Bu durumun sebebinin Türkiye’nin tükenmeyen yabancı yatırım ihtiyacı olduğunu iddia etmek mümkündür. Takip eden dört yıl boyunca Türkiye ve Çin ilişkilerini ekonomik-ticari ilişkiler yönlendirmeye devam etti. Ticaret hacmi 2019 yılında 21.8 milyar $’a, ticaret açığı ise 16.4 milyar $’a geriledi ise de takip eden 2 yıl boyunca Çin lehine artmaya devam etti. 2020 yılında ticaret hacmi 25.9 milyar $, Türkiye’nin ticaret açığı 20.1 milyar $; 2021 yılında ticaret hacmi 35.9 milyar $, Türkiye’nin ticaret açığı ise 28.5 milyar $ oldu. Ancak bu son iki yıllık artışın doğal olmadığını, muhtemelen Türkiye’nin Covid-19 salgını ile mücadele için Çin’in ürettiği Sinovac aşısı ithali ile ilişkili olduğunu not etmeliyiz. Türkiye’nin ayrıca, takip eden dört yıl boyunca Uygur sorunu konusunda takındığı düşük profili koruduğunu ve Çin’i bu konuda rahatsız etmemek için özel bir çaba gösterdiğini de belirtmeliyiz.
Türkiye- Ortadoğu İlişkileri
Türkiye’nin 2017 yılı sonu itibarıyla Ortadoğu bölgesi ülkeleri ile ilişkileri ülkeden ülkeye farklılık gösterdi. Türkiye’nin bölgedeki en güçlü müttefiki tartışmasız Katar’dı ve bu 2017 yılının Haziran ayında patlak veren Körfez krizinde takındığı tutumda net bir şekilde görüldü. Bu krizde bölgenin üç devi Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır, Katar’a yönelik kapsamlı bir ambargo başlatmış ve çeşitli yaptırımları hayata geçirmişti. Türkiye bu krizde tamamen Katar taraftarı bir pozisyon aldı ve bu emirliğe verebileceği her türlü desteği verdi. Öyle ki takip eden dönemde artık Ortadoğu’da Türkiye-Katar ekseninden bahsedilecekti.
Türkiye’nin Katar yanında güçlü duruşu Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’la zaten sorunlu olan ilişkilerini daha da kötüleştirdi. Türkiye’nin Mısır’la diplomatik ilişkileri 2013 yılında tamamen kopmuştu. Türkiye’nin bu üç Arap ülkesi ile ilişkilerindeki sorunların kaynağı, Türkiye’nin bu ülkelerin terör örgütü olarak ilan ettiği Müslüman Kardeşler hareketine sığınak olması ve basın-yayın yoluyla dahi olsa muhalefeti sürdürmesine izin vermesiydi. Mısır’la ilişkilerde ayrıca bu ülkenin Yunanistan’la 2013 yılında imzaladığı ve Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölgeleri belirleyen anlaşmayı da bir sorun kaynağı olarak eklemek gerekir.
Türkiye’nin 2017 yılı sonu itibarıyla Suriye’de takip ettiği politikanın hedefi tamamen değişmişti. Türkiye artık bu ülke ile olan sınır bölgelerini YPG’nin elinden tamamen almak, mümkünse örgütü tamamen yok etmek ve sınır boyunca güvenlik bölgeleri oluşturmak amacını güdüyordu. Hatta bu amaç doğrultusunda Ağustos 2016 ayında Fırat Kalkanı adıyla bir askeri harekat başlattı. Türkiye, 2017 yılı sonu itibarıyla ise YPG’nın kontrolü altındaki Afrin bölgesine yeni bir askeri operasyonun hazırlığındaydı.
Türkiye’nin bölgenin Arap-olmayan iki ülkesi İsrail ve İran’la ilişkileri de yakın geçmişin etkileri altındaydı. Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri 2010 yılında gerçekleşen Mavi Marmara saldırısından beridir sorunluydu. Kronik Filistin sorunu ve Türkiye’nin (kendi kendine) üstlendiği Filistin davasının sözcülüğü, ilişkilerin gergin seyretmesinin belki de tek sebebiydi. 2017 yılı sonu itibarıyla da iyileşme yolunda henüz herhangi bir adım atılmamıştı. Türkiye’nin İran’la ilişkilerinde en çetin sorun Suriye iç savaşında aldıkları zıt duruşlardı. Ancak bu zıt duruşun taraflar arasında derin bir krizi tetiklemediğini de not etmek gerekir. Her halükarda 2017 yılı sonu itibarıyla Türkiye, Suriye’deki hedefini çoktan değiştirmişti ve bu yeni hedef İran’ın en azından kısa sürede itiraz etmeyeceği bir hedefti. Ayrıca Türkiye, Rusya ile olduğu gibi İran’la da bu yeni politika hedefiyle uyumlu müzakereler sürdürüyordu.
Türkiye – Ortadoğu ilişkileri 2017’yi takip eden dört buçuk yıl içinde gözle görünür bir iyileşmeye şahit oldu. 2021 yılının hemen başında Körfez ülkeleri kendi aralarındaki krizi çözdü, böylece Türkiye’yi süregiden bir krizin tarafı olma zorunluğundan azade ettiler. Türkiye’nin ilişkilerinde sorun yaşadığı ülkelerle iyileşmenin ilk adımları peşi sıra geldi: 2021 yılının Kasım ayında BAE’nin en güçlü ismi, Abu Dabi veliaht prensi Muhammed bin Zayed ve 2022 yılının Mart ayında İsrail Cumhurbaşkanı Türkiye’yi ziyaret etti. 2020 yılının Nisan ayında da Cumhurbaşkanı Erdoğan Suudi Arabistan’ı ziyaret etti. İlişkilerin 2013 yılından beri sorunlu olduğu Mısır’la da iyileşme yolunda adımlar atıldı. İlk olarak 2022’nin Nisan ayının sonunda Müslüman Kardeşler hareketine ait Mekameleen kanalı Türkiye’den sürdürdüğü yayınları durdurduğunu açıkladı. 2022 yılının Haziran ayında ise Türkiye’nin Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati Mısır’ı ziyaret etti. Ancak bu adımların henüz başlangıç adımları olduğunu, ilişkilerin Arap Baharı öncesi haline dönmesi için daha atılması gereken çok adım olduğunu belirtmeliyiz.
Takip eden dört buçuk yıl boyunca Türkiye’nin Suriye’ye yönelik yeni politikasında önemli bir mesafe katettiğini iddia etmek mümkündür. Gerçekleştirdiği üç askeri harekatla ve Rusya ve ABD ile yapılan görüşmeler ve anlaşmalar neticesinde YPG’nin Türkiye-Suriye sınırındaki kontrolü hemen hemen sona ermiştir. Ancak gerek Türkiye’nin kontrol ettiği güvenli bölgelerin, gerekse Rusya ve ABD’nin kontrolü altındaki sınırların ötesinde halen daha YPG kontrolü altında bölgeler vardır. Bu satırlar yazıldığı sırada Türkiye’nin Suriye’ye yönelik dördüncü bir askeri harekat niyetinde olduğu ilan edilmişti. Son olarak, Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini iyileştirmeye yönelik tarafların henüz herhangi bir adım atmadığını da not edelim. Türkiye, Suriye’ye yönelik hedefini 2017 yılı sonu itibarıyla zaten küçültmüştü. Böylelikle, İran’la ilişkilerdeki tek ciddi sorunu da ortadan kaldırmıştı. Takip eden dört buçuk yıl boyunca ne Suriye ile ne de başka bir konu ile ilişkili olarak ciddi boyutta bir kriz yaşanmadı.
Değerlendirme
Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişi ile birlikte dış politikasında kayda değer bir değişimin sadece Arap ülkeleri ile olan ilişkilerinde yaşandığı gözüküyor. Onun haricinde ABD ve AB ile olan ilişkiler aynı sorunlarla boğuşurken, Rusya ve İran’la ilişkilerde radikal bir iyileşme veya kötüleşme olmadı. Suudi Arabistan, BAE ve İsrail’le ilişkilerde yaşanan sınırlı iyileşmenin, Mısır’la ilişkilerde iyileşme yolunda adımların atılmasını yeni sistemin mümkün kıldığını, eski hükümet sisteminde bu iyileşmenin olmayacağını iddia etmek ise zordur.
Esasında hükümet sistemi değişikliğinin dış politikada herhangi bir değişim getirip getirmediği sorusunun akademik bir incelemesi için Türkiye ideal bir vaka değildir, en azından şimdiki haliyle. Zira, hükümet değişimi öncesi ve sonrasında Türkiye’nin dış politikasını belirleyenler ve yürütenler aynı kadrolardı ve bu kadrolar hükümet değişimi öncesinde de gerek politika yapımında gerekse politikanın yürütülmesinde yasama tarafından önlerine konulabilecek herhangi bir ciddi engelle karşılaşmıyordu. Yine aynı dönemde ana akım basın da hükümetin baskısına açıktı ve dolayısıyla dış politikaya yönelik ciddi bir kamuoyu baskısı yaratamıyordu. Yeni hükümet sistemi ile yasamanın dış politika üzerindeki etkisi, elbette kurumsal olarak sıfırlandı. Ancak önceki dönemde de söz konusu etki sadece formaliteden ibaretti. Zira yürütmenin başı yasamadaki çoğunluk partisine tam olarak hakimdi. Ana akım basının yürütme karşısındaki bağımsızlığı aynı dönemde daha da zayıflamıştır. Nitekim Türkiye’nin Reporters Without Borders’ın hazırladığı basın hürriyeti endeksi 2017 yılında 47.02 iken, 2022 yılında 41.25’e düşmüştür.
Hükümet sistemi değişikliği ile Türkiye’nin dış politikasının yapımını ve yürütülmesini ziyadesiyle şahsileştirdiği açıktır. Sorun bu şahsileştirmenin dış politikanın yönünün ve kapsamının üzerinde herhangi bir etkisinin olup olmadığını, olduysa da bu etkinin çapı ve derinliğini ortaya koymanın güçlüğüdür. Ancak bu şahsileştirmeyi daha temel bir sorunun uzantısı olarak da görmek gerekir. O temel sorun ise Türkiye’nin otoriter bir ülke olmasıdır. Otoriterlik, dış politikanın yapımı ve yürütülmesinde, en azından Türkiye vakasında, iktidarın ideolojik okuma ve ideallerinin dış politikayı daha fazla oranda etkilemesinin önünü açtı. Türkiye’nin 2010’lu yıllar boyunca boğuştuğu ve halen olumsuz etkilerini hissettiği sorunların önemli bir kısmı, ya otoriterleşmenin doğrudan neticesi ya da otoriterleşmenin önünü açtığı ideolojik okuma ve ideallerin peşinden gitmenin sonucuydu. Ve bu sorunlar rahatlıkla kaçınılabilir sorunlardı. Son dönemde özellikle Orta Doğu bölgesi ülkeleri ile ilişkilerde yaşanan iyileşme ise dış politikada daha realist ve pragmatik bir çizgiye dönüldüğünün işaretidir. Bu çizginin daha ne kadar sürdürülebileceğini ise sadece zaman gösterecek.
*Bu makale Friedrich Naumann Vakfı ile işbirliği içinde yayınlanmıştır.
Fotoğraf: Meriç Dağlı