[voiserPlayer]
Türkiye’de genel kamuoyu içinde sayısal olarak dar bir çevre oluşturan liberallerin ve geniş anlamıyla liberalizm türevi ideolojilerden etkilenmiş kişilerin siyasal ve toplumsal meselelere dair değerlendirmeleri -aslında bu ideolojilerin doğasına temelde pek de aykırı olmayan bir biçimde- devlet-birey dikotomisine dayanır. Çeşitli siyasa önerilerinin yanı sıra özgürlükler de genellikle bu basitleştirici analitik çerçevenin sınırları dahilinde değerlendirilir. Örneğin, vergi gelirlerine dayanan yeniden dağıtımcı mekanizmalardan cinsiyet özgürlüklerine pek çok konuda kamuoyunda görünür olan liberal tutumlar, devlet ve birey arasında bir “sıfır toplamlı oyun” varsayımını da içerir. Türkiye gibi baskıcı devlet pratiklerinin öne çıktığı bağlamlarda bu fazlaca basitleştirici kuramsal/ideolojik yaklaşım, çoğu durumda olguları değerlendirmede “iş görür”. Ne var ki, bu denemenin odaklandığı bireysel özgürlükler konusunda dahi, bu çerçevenin siyasal ve toplumsal süreçlerin karmaşık doğasını ıskalayan bir yanı olduğunu düşünmek gerekir.
Devlet-birey dikotomisinin aşırı yalınlaştırıcılığından kaynaklı kısıtlar hakkındaki pek çok “dışarıdan eleştiri” ve liberalizmin içinden “yeniden değerlendirme”, liberalizmin baş köşede yer aldığı, İngilizce konuşulan ve akademyanın merkez dinamiklerini tayin eden ana akım siyaset çalışmalarında da önemli bir yere sahiptir. Ancak Türkiye’de, örneğin sosyal-liberalizm gibi varyantlar, yahut Rawls gibi liberal ön kabuller kümesinin ilk bakıştaki kısıtlarının ötesine yine liberalizm zaviyesinde kalarak geçmeye çalışan düşünürler, gençlik yıllarından itibaren liberalizme “gönül veren” ve liberalizme dair entelektüel ve analitik ufku o “ince ön kabullere” dayanmaya devam eden çoğu kişinin radarına girmez.
Bu kısa denemede, bahsettiğim ana akım tartışmaların bazılarına temas ederek, hem normatif-teorik hem de olgusal-ampirik bazı referanslarla, özgürlükler konusunda göz ardı edilen bazı bağlamsal nitelikleri hesaba katarak bu dikotominin ötesine geçmeye ve devletin özgürlükler konusunda birey karşısındaki rolünü tümüyle müspetleştirilmemekle birlikte en azından “müphemleştirmeye” çalışacağım. Buna dayanarak da son kertede “devlet kapasitesinin artışının” birey açısından mutlaka olumsuz sonuçlar doğurmayabileceğini, çoğu liberalin nazarında “şeytanın avukatını oynayarak” tartışacağım.
Liberalizmin birey-merkezli normatif çerçevesine dair ana akım düşün ve akademi çevrelerinde muteber olan çağdaş eleştiriler, uzun süre Marksist zaviyeden gelmiş olmakla birlikte, bu çevrelerde 1980’lerden itibaren başka bir kuramsal odaktan doğan yeni bir sistemli eleştirileri ön plana çıkardı. MacIntryre, Taylor ve Walzer gibi önemli düşünürlerin, geleneklere, topluluklara ve kültürlere dair farklı veçheleri farklı önceliklerle ele almasıyla doğan cemaatçi (communitarian) yaklaşım, genel anlamıyla öznenin kendisini gerçekleştirmesi için ontolojik olarak “içine gömülü” yahut “bağlı” olduğu topluluk, gelenek ve kimliklerin önemine dikkat çeker.[1] Buna istinaden, adaletten, örgütlenme özgürlüğüne pek çok konuda bireyi “grup üyeliği üzerinden yeniden değerlendirerek”, hatta kimi zaman grupların kendisini özgürlüklerin öznesi yapan kuramsal girişimler peşi sıra sökün eder. Kültürel haklar başta olmak üzere grup haklarını, özellikle azınlık veya mağdur edilmiş halklar için siyasal tasarımı merkezine alan çokkültürcü (multiculturalist) yaklaşımların yükselişi de bu kuramsal dalga ile örtüşür.
Altını çizmek gerekir ki kimliklere ve grup haklarına ilişkin farkındalık, tümüyle “liberalizm dışı” bir mesele olarak da kalmamıştır. Kymlicka ve Kukathas gibi liberal düşünürler, bu tip hakların ve dolayısıyla cemaatlerin liberal düzen ve liberal kuramın sınırları içinde nasıl ve ne koşullarda “yer bulabileceğine” dair kapsamlı görüşler hatta liberal-çokkültürlülük sistemleri öne sürdüler.[2] Zira artık zamanın ruhunu da düşününce -siyasal dinamiklere ve toplumsal sorunlara çağdaş siyaset biliminin gerektirdiği çok-boyutluluk, çok-katmanlılık ve çok-nedenlilik varsayımlarıyla bakanların kolaylıkla kabul edebileceği gibi- meseleleri devletin güç sahibi olarak neredeyse mutlak biçimde tanzim edegeldiği, birey olmak üzerinden eş ve hatta benzer kabul edilen kişiler arasında bir düzlem üzerinde, bir çeşit “sürtünmesiz ortam” varsayarak anlayıp çözmeye kalkışmak; teorik açıdan özlü bir bakış sunmakla birlikte gerçeği yakalamak bakımından karikatürize bir perspektifi beraberinde getiriyordu. Bu yüzden liberal düşünürlerin bu meseleleri liberal çerçevenin içinde yeniden değerlendirme iradesinin, liberal çerçeveyi güçlendirme niyetini de barındırdığını söylemek mümkündür.
Liberalizm-cemaatçilik tartışmasının ardından doğan “liberalizmle uyumlu çokkültürlülük” arayışlarının sınırlarına ve sorunlarına dair birey özgürlüklerine dayanan en ciddi eleştiriler, Nussbaum, Okin ve Shachar gibi düşünürlerin öncülüğünde -gecikmeden, hatta eşzamanlı olarak- cinsiyet hakları üzerinden gelir.[3] Gruplara kendi iç ilişkilerini düzenlemek ve yürütmek için tanınan otonomi ve yalıtılmışlık, kimisi kapalı olan ve saydamlıktan uzak geleneksel cemaatlerin, cinsiyet eşitliğine aykırı, hatta kadınlar için açıkça zararlı pratiklerinin kültür temelinde meşru olarak sürebilmesini kolaylaştırma riskini beraberinde getirir. Burada, kadın sünnetinden çokeşliliğe kadar pek çok uygulama, çokkültürlü düzenlemelerle toplumun genelinin “radarından” uzakta, özcü bir meşruiyet temeline yaslanabilir. Şu halde, bireyi hala özgürlüklerin temel öznesi kabul edecek bir yaklaşım, siyasal olarak tanınsınlar yahut tanınmasınlar, toplulukları, cemaatleri ve hatta toplumun genelini bir baskı unsuru olarak hesaba katmak zorundadır.
Verdiğimiz örneğe bağlı kalırsak, kadın-karşıtı politika ve uygulamaların kimi zaman taammüden kabulü ve teşviki, toplumların genelince -hatta gözü önünde- genel kamuoyu rızasına binaen de gerçekleşebilmektedir. Bireysel özgürlüklere dair kısıtlamalar, maalesef, ne azınlık gruplarının ne de geleneksel cemaatlerin -tabir caizse- “tekelindedir”. Bu yüzden, bir takımada içinde ufak nüfuz alanlarında özgürlük karşıtı hakimiyet alanlarını sürdüren geleneksel cemaatlerin ve sayısal olarak “azınlık” teşkil eden grupların da ötesinde, toplumun genelinin ve çoğunlukların da potansiyel özgürlük-kısıtlayıcıları olarak göz önünde bulundurulması gerekir. O halde, özgürlük meselesinde en yalın haliyle birey-devlet dikotomisine bağlı kalmak, teorik tutarlılık adına ontolojik olarak yok sayılan kolektivitelerden kaynaklı baskıları ve kısıtlamaları göz ardı etme riskini beraberinde getirir.
Baskının kaynağının cemaatler veya toplum olabildiği durumları düşünmek, devleti özgürlük meselesinde “tek şüpheli” saymamanın kapısını açar. Bununla birlikte ve buna ek olarak bu çözümlemede, siyasal sistem tasarımını göz önünde bulundurmak kaydıyla, devletin özgürlükler açısından rolünün “müphemlik” arz ettiğinin de altını çizmek önemlidir. Liberal anayasacılığı hedef bilen ya da esas alan siyasal sistem tasarımlarında özgürlükler mutlaka devletin hilafında kazanılacak erekler olmaktan çıkar. Buradan hareketle, yasal olarak tanınıp garanti altına alınmış özgürlükler üzerinden devletin birey hakları için baskıcı kolektivitelere karşı garantör, kolaylaştırıcı, hatta doğrudan müdahil olabileceği de düşünülmelidir. Zaten, cemaatçilik-liberalizm tartışmasının bakiyesi olarak kimi liberal mülahazalar, çokkültürlü siyasalara yer açsalar dahi, bireyi cemaat baskısından korumak için en azından “ayrılma hakkını” bir imdat çekici olarak hesaba katma gereğinin altını çizer.
Buna göre, hangi ölçekte olursa olsun, bir kolektivitenin baskısından dolayı bireysel tercihleri doğrultusunda yaşam sürdürmekten alıkonan bireyin “baskıdan kurtuluşunun” temin edilmesi gerekir. Kişilerin, baskıyı sineye çekmesini bir zaruret haline getiren yaşam tarzı temelli kısıtları -örneğin, genel piyasa koşullarında karşılık bulabilecek yetenekleri edinmeyi mümkün kılacak eğitimi bireylere bir hak olarak sunarak- önlemek, yahut (baskıcı) gruptan ayrılma sonrasında güvenliği temin etmek şeklinde tezahür edebilecek bir “dış otorite” fonksiyonu, halen küresel olarak geçerli yönetişim formu olan devlete işaret eder. Bu durumda, özgürlükler meselesinde devleti sürekli ve kaçınılmaz bir “karşı güç odağı” gören yaklaşımların aksine, genel geçer ve sabit kalan bir devlet tahayyülü yerine, kurumsal tasarıma ve bağlama göre değişen bir “devlet” tanımlamak; sorun-odaklı ve olguları hesaba katan siyasal çözümlemeler için kaçınılmazdır. Zaten, liberal ilkelerce dönüşüme uğramış devletin yerinin özgürlükler konusunda sürekli “masanın öbür tarafı” olmadığını görmek için sağlamlaşmış liberal demokrasi vakalarına göz atmak dahi yeterlidir.
Devletin özgürlükler konusundaki rolünün müphemliğine dair bu çözümlememin son uğrağı, “devlet kapasitesi” olacak. Buradaki tartışmanın analitik önceliklerine istinaden, muhtelif devlet kapasitesi tanımlarının arasından Skocpol’un sunduğu “güçlü toplumsal grupların mevcut veya olası muhalefetine yahut elverişsiz sosyoekonomik koşullara rağmen resmi hedefleri uygulama [kabiliyeti]” tanımıyla kavramsallaştırdığım devlet kapasitesinin artışının da -tıpkı devletin ta kendisi gibi- bireysel özgürlükler üzerinde müphem bir etkisinin olabileceğini teslim etmek şarttır.[4] Yine anayasal liberalizm zaviyesinden bakınca devlet kapasitesinin artışı, Skocpol’un tanımını da hesaba katarsak, grup baskısının azaltılmasıyla birey haklarının genişlemesine veya daha sağlam biçimde güvence altına alınmasına yol açabilir. Tabii bu olumlu etkinin genellikle bir liberal demokrat devlet kurumsallaşması sürecini gerektirdiğini, buna karşın devlet kapasitesi yüksek otoriter rejimler için bu beklentinin boşa çıkacağını dikkate almalıyız.
Son olarak, devlet kapasitesinin teorik olarak umulan olumlu etkisinin gerçekte var olup olmadığını ampirik olarak test edip tartışan bir literatürün olduğunu da not düşmek isterim. Örneğin, önce Cole daha sonra da Anaya-Munoz ve Murdie, insan hakları normlarının uluslararası sözleşme ve anlaşmalar aracılığıyla küresel olarak yayılışından hareketle, bu normları ulusal hukuki dizgenin bir parçası haline getirme süreçlerinde devlet kapasitesinin artışının -özellikle de bürokratik kapasiteye vurguyla- bu süreçleri başarılı ve etkili kıldığını, dolayısıyla da insan haklarına olumlu etkisinin olduğunu ortaya koymuştur.[5]
Hem ölçek hem de hedef olarak kısıtlı kalan bu denememin iki temel saiki vardı. Bunların ilki, toplulukları ve onların baskısını hesaba katarak devlet-birey dikotomisini aşan bir bireysel özgürlük anlayışı için bireysel özgürlüğün olgusal zeminini daha etraflı tartışmaktı. İkincisi ise bu zemin üzerinde devleti “her koşulda kati bir kısıtlayıcı” olarak görmek yerine devletçe tanınıp güvence altına alınan bireysel haklara istinaden “vatandaş olan bireylerle bir sözleşme kuran müphem bir otorite” olarak yeniden düşünmekti. Bu iki önerinin detayları daha kapsamlı değerlendirmelere, kısıtları ise eleştirilere muhtaçtır. Ancak bu kısa yazının, Türkiye’deki liberalizm tartışmalarını çeşitlendirici, özgürlükler ve haklar konusunda alınan liberal tutumları daha gerçekçi ve diğer kamuoyu kesimleriyle iletişilebilir kılmak için alternatif bir pencere açmasını umuyorum.
[1] Alasdair MacIntyre, After Virtue (A&C Black, 2013); Emily R Gill, “MacIntyre, Rationality, & the Liberal Tradition,” Polity 24, no. 3 (1992): 433–57; Charles Taylor, The Malaise of Modernity (House of Anansi, 1991); Charles Taylor, Sources of the Self: The Making of the Modern Identity (Harvard University Press, 1992); Michael Walzer, “The Communitarian Critique of Liberalism,” Political Theory 18, no. 1 (1990): 6–23; Michael Walzer, Spheres of Justice: A Defense of Pluralism and Equality (Basic Nooks, 2008).
[2] Chandran Kukathas, “Liberalism and Multiculturalism: The Politics of Indifference,” Political Theory 26, no. 5 (1998): 686–99; Chandran Kukathas, The Liberal Archipelago: A Theory of Diversity and Freedom (Oxford University Press, 2003); Will Kymlicka, The Rights of Minority Cultures (Oxford University Press Oxford, 1995); Will Kymlicka, Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights (clarendon Press, 1995); Will Kymlicka, “Community and Multiculturalism,” in A Companion to Contemporary Political Philosophy, ed. Robert E. Goodin, Philip Pettit, and Thomas Pogge, 1st ed. (Wiley, 2017), 463–77; Will Kymlicka, “Liberal Multiculturalism as a Political Theory of State–Minority Relations,” Political Theory 46, no. 1 (February 2018): 81–91.
[3] Martha C Nussbaum, Sex and Social Justice (Oxford University Press, 1999); Susan Moller Okin, “Is Multiculturalism Bad for Women?,” in Is Multiculturalism Bad for Women?, ed. J. Cohen, M. Howard, and M. C. Nussbaum (Princeton University Press, 1999); Ayelet Shachar, “Group Identity and Women’s Rights in Family Law: The Perils of Multicultural Accommodation,” Journal of Political Philosophy 6, no. 3 (1998): 285–305.
[4] Theda Skocpol, “Bringing the State Back in: Strategies of Analysis in Current Research,” in Bringing the State Back In, ed. P. Evans, R. Rueschmeyer, and T. Skocpol, 1985, 3–43.
[5] Wade M. Cole, “Mind the Gap: State Capacity and the Implementation of Human Rights Treaties,” International Organization 69, no. 2 (2015): 405–41; Alejandro Anaya-Muñoz and Amanda Murdie, “The Will and the Way: How State Capacity and Willingness Jointly Affect Human Rights Improvement,” Human Rights Review 23, no. 1 (March 2022): 127–54.
Fotoğraf: Karl