Başkanlık Sisteminin Yansımaları: Konu 2
16 Nisan 2017 tarihinde düzenlenen referandum ile Türkiye başkanlık sistemine geçti. Bu durum, çok partili hayata geçtiğinden bu yana parlamenter sistem ile yönetilmiş Türkiye için yeni bir sayfa açılması anlamına geliyordu. Bu sistem değişikliği 2018 yılının Haziran ayında yapılan seçimler ile amacına ulaştı ve Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimi kazanmasıyla birlikte uzun süredir Türk siyasi hayatını zehirleyen bir tartışma noktalanmış oldu. Ne var ki, gerek Türkiye’yi başkanlık sistemine getiren süreç, gerekse başkanlık sistemine geçtikten sonra yaşanan gelişmeler iç siyasetin demokratik doğasını değiştirdi. Bununla beraber Türkiye devletinin bürokratik kapasitesi oldukça düştü ve kurumsal otonomi, profesyonellik gibi değerler yerini hızla partizanlığa bıraktı. Başkanlık sistemi, siyasi parti ekosistemini de oldukça dramatik şekilde etkiledi. Siyasi partilerin ittifak eğilimlerini değiştirdi ve parlamenter sistemin renkliliğini oldukça azalttı. Bu durum kendisini, kutuplaşma ve Soğuk Savaş dönemi çift kutuplu sistemine benzeyen bir yapının iç siyasette ortaya çıkmasıyla gösterdi.
Bu çalışma Başkanlık sisteminin iç siyasete etkisini mezkur üç problemli alan ekseninde değerlendirecektir. Bunlardan birincisi, yeni sistemin demokratik süreçler üzerindeki etkisine odaklanacaktır. Ardından, Başkanlık Sistemi’nin devlet kurumsallığı ve bürokratik kapasite gibi olgular üzerinde yaptığı etkiye değinilecektir. Son olarak da, sivil hak ve özgürlüklerin bu sistemden nasıl etkilendiği ele alınacaktır. Şüphesiz ki Türkiye’nin alışık olmadığı bu sistem, medyadan akademiye, dış politikadan ekonomiye birçok alanı etkilemiştir. Bu çalışmanın yer alacağı raporun diğer kısımları incelendiğinde bahsi geçen alanların kapsamlı bir incelemesi yapılmıştır. Bizim amacımız, aslında diğer problemlerin kaynağına inmek ve asıl krizin siyasal bir kriz olduğunu göstermektir. Hayatın birçok alanında kendisini hissettiren sorunların çıkış yeri burasıdır. Dolayısıyla değişim de buradan başlamalıdır.
Demokratik Rekabet
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) parlamenter demokratik sistemin nimetlerinden faydalanarak 2002 senesinde iktidara geldi ve %34 oy olmasına rağmen meclisin üçte iki çoğunluğuna sahip oldu. Yüzde 10 seçim barajı birçok partiyi meclis dışına itmiş ve AKP bu sayede tek başına hükumet kurabilecek çoğunluğa ulaşmıştı. Toplumun doksanlı yıllar boyunca kırılgan koalisyonların yarattığı istikrarsızlık ve yaşanan ekonomik krizlere olan tepkisi, sandıkta böyle bir sonuç üretmişti. Seçimin hemen ardından, 28 Şubat sürecinde siyasi yasaklara muhatap olan Erdoğan’ın siyaset yapma yasağı meclisteki tek muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) desteği ile kaldırıldı. 2003 senesinin Mart ayından itibaren Erdoğan yürütme erkinin başında bulunuyor.
AKP’nin kuruluşu ile beraber gözler hemen orduya çevrilmişti. Zira AKP, her ne kadar siyasal İslamcılık yerine muhafazakar demokrasi kavramını temsil ettiğini iddia etse de, 28 Şubat döneminde kapatılan Refah Partisi kadrolarından gelen siyasetçiler tarafından kurulmuştu. Dolayısıyla, benimsenen demokrasi, insan hakları ve Avrupa Birliği yanlısı söylemlerin samimiyeti birçok kesim tarafından sorgulanıyordu. Ordunun siyaset üzerindeki aşikar etkisi, AKP’nin siyasi ömrünün uzun olmayacağına dair kanaatleri de beraberinde getiriyordu. Ne var ki, AKP bu dönemde demokratik değerleri savunan ve AB üyeliğini hararetle destekleyen bir pozisyon aldı. Bu sayede tartışmayı, laiklik-İslamcılık ekseninden çıkararak otoriterlik-demokrasi eksenine oturtmayı başardı. Özellikle AB üyelik sürecinin demokratikleştirici koşulları ordunun siyaset üzerindeki etkisini sınırlandırmak için etkili bir enstrüman olarak kullanıldı. Zira, cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği batılılaşma ve muasır medeniyet seviyesine ulaşma ülküleri, ordunun bu sürece ilkesel olarak itiraz etmesini önlüyordu. Bir anlamda AB üyelik süreci, partileri ve kurumları aşan bir devlet politikasıydı. Dolayısıyla, AKP ordunun siyaset üzerindeki etkisini AB üyelik sürecini sahiplenerek dengelemeye çalıştı. Bu dönemde, Türkiye’deki sivil toplumun alanı genişledi ve kişi hak ve özgürlükleri adına birçok olumlu adım atıldı.
Bununla birlikte, bir önceki hükumet döneminde yaşanan ekonomik krizi çözmek için yapılan reformlar ve girilen patika AKP tarafından eksiksiz olarak uygulandı. Askerin siyaset üzerindeki gölgesi ancak popüler bir halk desteği ve ekonomi konusunda istikrarlı bir yönetim ile ortadan kaldırılabilirdi. Bu açıdan bakıldığında, AKP’nin 90’lı yıllar hükumetleri gibi iktisadi popülizm yoluna gitmediği, 2007 seçimlerine kadar bir önceki hükumet tarafından yapılan reformları devam ettirdiğini söylemek mümkündür. Bu reformların acı sonuçları ve siyasi riskleri bir önceki hükumet tarafından göğüslenmişti. Hükumeti kuran partilerin hepsi baraj altı kalmıştı. Ancak meyveleri AKP hükumeti tarafından toplandı. Yani AKP iktidara geldiğinde, istikrarlı bir ekonomi buldu ve tek yapması gerekeni yaparak bu duruma müdahale etmedi.
Gerek hak ve özgürlükler gerekse ekonomi alanlarındaki performansı AKP’nin siyasal İslamcı köklerine dair şüpheleri ortadan kaldırdı. AKP’nin ülkeyi demokratikleştirecek ve küreselleşmeye uyumlu bir ekonomi yaratacak yegane aktör olarak görme eğilimi hem ülke içinde hem de uluslararası toplumda ortaya çıktı. AKP’ye muhalefet eden ve laiklik ile ulus devlet kavramları etrafında söylemlerini şekillendiren Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ise ordu tarafından desteklenen milli güvenlik devletinin sivil siyasetteki uzantıları olarak algılandı ve eski rejimi yeniden hakim kılmak isteyen aktörler olarak muamele gördü.
Alkışlarla karşılanan bütün bu demokratikleşme hikayesinin altında aslında popülist bir stratejinin olduğunu söylemek de mümkündür. Ve zaman içerisinde bu popülizm John Keane’in “yeni despotizm” olarak adlandırdığı, tam olarak tanımlanamayan bir baskı ile bütünleşmiştir. Yani Başkanlık sistemi, tanımlı ve somut bir tek adam yönetimine işaret ederken AKP’nin iktidarıyla başlayan dönem, tanımlanamayan ancak hissedilen, ipuçlarını gündelik hayat pratiklerinde bulabileceğimiz, sistemli olmayan bir otoriterliği de beraberinde getirdi.
AKP’yi destekleyen akademisyenlerin ve entelektüellerin sıklıkla başvurduğu “beyaz Türk” kavramı, AKP’nin siyasal emelleri konusunda şüphe duyan ve ona karşı kuvvetli bir direniş göstermeyi vaaz eden kesimler için hoyratça kullanıldı. Bu kavram ile murad edilen, kamu kaynaklarını sömüren ve sırtını askerin bekçiliğini yaptığı cumhuriyete dayayan elit bir zümreydi. Bu zümrenin karşısında ise gerçek ve mazlum halkın temsilcisi olarak AKP konumlandırılıyordu. Mazlum ve mağdur halka karşı yozlaşmış ve ayrıcalıklı elit hikayesi aslında açıkça ideolojik bir popülizmin göstergesiydi. Bununla birlikte dikkat çeken başka bir husus, Erdoğan’ın, seçimlerden önce parti başkanlarının açık oturumda buluşma geleneğinden sapması oldu. O dönemde pek dikkat çekmese de siyasetin diğer aktörleriyle bir muhataplık ilişkisi içine girmeyi tercih etmedi Erdoğan. Hatta Erdoğan’ın sağ seçmen üzerindeki etkisinin sürmesi için sağ siyasette ona meydan okuma potansiyeline sahip olan aktörlerin başlarına sürekli olarak beklenmedik işler geldi. Mesela 2007 senesinde, merkez sağı yeniden inşa etmek için bir araya gelen ve barajı geçeceği düşünülen Anavatan ve Doğru Yol partileri seçimlere çok az zaman kala esrarengiz bir biçimde birbirleriyle kavga ettiler ve inşa etikleri koalisyon dağıldı. 2011 seçimlerinden önce ise Milliyetçi Hareket Partisi milletvekillerinin seks kasetleri, AKP’ye yakın televizyon kanalları tarafından yayınlandı.
Bununla birlikte, ekonomi alanındaki iyi performansa rağmen dikkat çekici üç gelişme aslında otoriterliğin ilk sinyalini gönderiyordu. Bunlardan birincisi, bir önceki hükumet tarafından yapısal reformlar kapsamında kabul edilen ve 2003 senesinden itibaren yürürlüğe girmesi gereken “Kamu İhale Kanunu’nun” AKP hükumeti tarafından hayata geçirilmemesidir. Bu sayede hükumet kamu alımları konusunda keyfi davranmayı sürdürebilmiş ve iktisadi bağımlılık mekanizmaları yaratabilmiştir. Zaten ilerleyen yıllarda, mevcut kanunun 192 kez değiştirilmesi bu keyfiliğin ispatı niteliğindedir. Öte yandan, kamu bankalarının siyasi avantaj elde etmek için kullanılması kültürünü AKP devam ettirdi. Öyle ki, 2007 senesinde ülkenin en büyük medya gruplarından bir tanesi (ATV ve Sabah Gazetesi) kamu bankalarından sağlanan kredi sayesinde AKP ile yakın ilişkileri aşikar olan Çalık Grubuna devredildi. Bu sayede, AKP’nin medya kurumları üzerindeki kontrolü başladı ve seneler içinde geleneksel medya birkaç istisna dışında hükumetin kontrolüne girmiş oldu. Son olarak, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) 2004 yılında, Genç Parti Genel Başkanı Cem Uzan’a ait olan ve ülkedeki önemli muhalif medya kuruluşlarından biri olarak kabul edilen Uzan Medya Grubu’na el koydu. Bütün bu sinyaller, orduya karşı sivilleşme mücadelesi verdiği düşünülen ve ülkeyi Avrupa Birliği’ne sokacağına inanılan AKP’yi ayakta tutma adına görmezden gelindi. Bir tarafta öforik bir demokratikleşme dalgası yaşanırken diğer tarafta da Erdoğan, sistemi merkezileştirmek için eline geçen fırsatları değerlendiriyordu.
AKP bu dönemde 2007 Cumhurbaşkanlığı krizi ve 2008 yılında açılan parti kapatma davası ile iki esaslı meydan okuma ile karşılaştı. Ancak, cumhurbaşkanlığı krizini fırsata çevirerek genel seçimlerde %34 olan oyunu %47’e çıkarttı. Kapatma davası ise Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmedi. 2007’de alınan popüler halk desteği, vesayet unsuru denebilecek kurumların kışkırtmalarıyla birleşince AKP’nin 2007 sonrası dönemde daha agresif ve militan bir ajandaya döndüğü, ordu ve yargı bürokrasisi ile arasında sıfır toplamlı bir oyun olduğuna inandığı görülmektedir. Oldukça keyfi şekilde hazırlanan Ergenekon ve Balyoz iddianameleri, toplum üzerindeki hükumet korkusunu arttırmaktan başka bir işe yaramamıştır. AKP’yi desteklemeyen hemen herkesin darbeci yaftası yemesine zemin hazırlayan bu iddianameler askerin demokratik kontrolünü profesyonel ve kurumsal bir şekilde sağlamak yerine, mevcut demokratik nitelikleri de aşındırmıştır. Öte yandan, 12 Eylül 2010 senesinde yapılan Anayasa referandumu ile yargı bağımsızlığı adına yapıldığı iddia edilen değişikliklerin, yargı bürokrasisi vesayetini kıracağı iddia edilmiştir. Bu değişikliğin kabulünden sonra, AKP’ye yakın isimler (ki bunların aslında Fetullahçı olduğu ortaya çıkmıştır) yargı bürokrasisinin önemli koltuklarını doldurmuşlardır.
2011 senesinde alınan %50 oy desteği, ordu ve yargıyı pasifize etmiş olmanın özgüveniyle birlikte değerlendirildiğinde birçok akademisyen tarafından bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Onlara göre, demokratikleştirici bir enerjiye sahip olan AKP, bu tarihten sonra otoriterleşmeye başlamıştır. Ancak yukarıda da değinildiği gibi, AKP otoriterliğinin kökleri daha derindedir ve demokratikleşme çabaları AKP’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın, konjonktürel ihtiyaçlarının bir enstrümanından başka bir şey değildir. 2002’den bu yana Erdoğan, fırsat bulduğu her alanda kendi kişisel otoritesini tesis etmiş ve kurumsal bir düzenleme yapmaktan kaçınmıştır.
2011-2015 arası dönem aslında AKP için bir bocalama dönemidir. Zira, 2011 ile birlikte Erdoğan’ın “Başkanlık Sistemi” arzusu gündeme gelmiş ve bu amaca ulaşmak için attığı adımlar birçok komplikasyona sebep olmuştur. Bununla birlikte, başlayan Arap Baharı hareketinin AKP’nin dış politika söylemini değiştirdiğini iddia etmek mümkündür. Bu değişim, içerinin kimliğini de yeniden tanımlamayı beraberinde getirmiş ve AKP, Ortadoğu’da iktidara ortak olan siyasal İslamcı gruplar ile ilişkilerini geliştirirken iç politikayı da bir hamaset, romantizm ve kimlik girdabına sokmuştur. Bu tanım, seküler ve Alevi yurttaşların dışlandığı, Sünni İslamcılığın ana kimlik, asli unsur kabul eden bir yaklaşıma işaret ediyordu.
Bu durum Gezi Parki Protestoları ve hükumetin bu sivil protestolara aşırı polis gücü ve komplo teorileriyle cevap vermesini açıklayabilir. Yıllarca kendisini demokrasi şampiyonu olarak göstermeyi başaran AKP, ilk sivil meydan okumaya karşı iyi bir sınav verememiş ve üçüncü dünya otokrasilerine çok benzeyen bir tepki göstermiştir. Televizyonlara çıkan komplo teorisyenleri ve toplumu birbirine karşı kışkırtan söylemler, ülkeyi hızla kendi içinde kavga eder bir hale getirmiş, o zamana dek demokratikleşmenin çıpası olarak görülen Batılı kurumlar, Gezi Parkı protestolarına verdikleri destekten dolayı, ülkenin yükselişini baltalamak isteyen dış mihraklara dönüşmüştür.
Bu durum hızla yerli ve milli söyleminin benimsenmesine yol açmış, ülke küreselleşme karşıtı tipik bir popülist otoriter hüviyete kavuşmuştur. Bu açıdan Orban, Bolsonaro ve Netanyahu liderliğindeki rejimleri çağrıştırmaya başlamıştır. Buna rağmen, 2015 senesinde düzenlenen 7 Haziran seçimlerine kadar, AKP’nin demokrasi kavramına, en azından söylemsel düzeyde bir hürmetinin olduğu ve rekabetçi bir siyasi sistemin kurumlarının ayakta olduğu söylenebilir. Bu mekanizmalar Erdoğan’ın başkanlık sistemi arzusunu da açıklamaktadır. Halihazırdaki sınırlandırıcı mekanizmaların ayakbağı olarak değerlendirilmesi Erdoğan’ı başkanlık sistemi ile birlikte sistemi kendi şahsında merkezileştirme politikasına itmiştir. Bu dönem, AKP’de parti içi bürokrasinin ve güç dengelerinin hala canlı ve önemli olduğu bir dönemdir. 2014 senesinde cumhurbaşkanı olarak seçilen Erdoğan, parti genel başkanlığını ve başbakanlığı Ahmet Davutoğlu’na bırakmış, bu durum ise onun parti ve hükumet politikaları üzerindeki etkisini sınırlandırmıştır.
Bununla birlikte, 2013 senesinin Ocak ayında başlayan çözüm süreci, Halkların Demokratik Partisi’ni halkın gözünde meşru bir pozisyona oturtmuş, bu parti tabir caizse normalleşmiştir. Yani, 2015 Haziran sonrası gördüğümüz, AKP elitinin HDP’yi gayri meşru ilan etme siyaseti bu dönemde yoktur ve HDP rekabetçi siyasetin etkili bir aktörü olabilmiştir. Elbette çözüm süreci Erdoğan tarafından kendisini başkanlık sistemine taşıyacak bir vasıta olarak görülmüştür. Bu dönemde beklentisi, HDP’nin bağımsız adaylar ile seçime gitmesi ve böylece AKP’nin Kürt nüfusun yoğunluklu olduğu bölgede, seçim sisteminden de faydalanarak daha fazla millet vekili çıkarmasıydı. Bununla birlikte Erdoğan, başkanlık sistemine cevaz verecek bir anayasa değişikliği için gerekli olan 400 milletvekilinin de desteğini çözüm sürecinin devamı için şart koşmuştu. Ne var ki, HDP’nin seçime parti olarak katılması ve yürüttüğü agresif ve başarılı kampanya sonucu %13 gibi bir oy alması, 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin meclisteki çoğunluğunu kaybetmesine sebep olmuştur.
Bu tarih her açıdan bir dönüm noktasıdır. Zira, ortaya çıkan seçim sonuçları bir koalisyonu gerektirmiş ve Erdoğan bu süreçte Davutoğlu’nun ana muhalefet partisi CHP ile kurmaya istekli olduğu koalisyon hükumetini sabote etmek için sürece bizzat dahil olmuştur. Böylece AKP içindeki kontrolünü yeniden güçlendirmiş ve Davutoğlu’nun otoritesini ve Erdoğan’dan daha özerk hareket edebileceği stratejisini yok etmiştir. Davutoğlu bu süreçte, iktidarını Erdoğan ile paylaşmaktansa CHP ile kurulacak bir koalisyon hükumetinin kendisini daha fazla güçlendireceğini düşünmüş olabilir. Bu sayede çözüm süreci devam edebilecek, başkanlık sistemine geçiş projesi rafa kalkacak ve Erdoğan sembolik bir cumhurbaşkanlığı pozisyonuna itilecekti. Ancak bu olmadı. AKP ile CHP arasındaki koalisyon görüşmeleri ciddi bir sonuç üretmedi ve Erdoğan hükumet kurma yetkisini başka hiçbir partiye vermeden erken seçim ilan etti.
Bir başka gelişme ise çözüm sürecinin bitmesi ve Erdoğan’ın hızlı bir şekilde milliyetçi söyleme dönmesi oldu. Bu söylem değişikliği, 7 Haziran 2015 seçimlerinde %17 oy olarak büyük bir sıçrama gösteren Milliyetçi Hareket Partisi’ne oy veren seçmeni cezbetmekti. Dolayısıyla, HDP hızlı bir şekilde PKK ile ilişkilendirildi ve kriminalize edildi. Bu süreçte, PKK’nın önce özerklik ilan ederek ardından da şehir merkezlerinden hendek savaşlarını başlatarak HDP’nin siyaset yapma alanını daralttığını söylemek yanlış olmayacaktır. Böylece Kürt meselesi, siyasi aktörlerin araya sıkıştığı güvenlik güçleri ile teröristler arasında yaşanan kanlı bir çatışma dönemine evrildi.
Bu sürecin sonunda, muhalefetin bir parçası olan ve AKP’nin azınlığa düşmesinde önemli bir rol oynayan HDP fiili olarak siyasetin dışına itildi. Öte yandan MHP ise terörle mücadele politikasına destek vererek kendisini sert, muhalif söylemden sıyırmayı başardı. Böylece, muhalefet AKP karşısında iyice zayıfladı ve 1 Kasım 2015 tarihinde düzenlenen seçimlerde yeniden parlamento çoğunluğunu sağladı. Bu başarı Erdoğan’ın hanesine yazıldı ve hem parti içinde Davutoğlu’nun özerkliği aşama aşama sınırlandırıldı hem de terörle mücadele söylemi muhalefet partilerinin siyaset yapma alanını daralttı. 2016 senesinin Mayıs ayında Davutoğlu istifaya zorlandı ve yerini Erdoğan’ın politikaları ile daha uyumlu olduğu düşünülen Binali Yıldırım’a bıraktı. 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan ve ağırlıklı olarak Fetullahçı askerler tarafından tertip edilen başarısız darbe girişimi ise Erdoğan’ın mevcut otoritesini sorgulanamaz şekilde arttırdı. Darbe girişimi sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal ile birlikte yargı denetimi ortadan kalktığı gibi, objektif bir kriter ile tanımlanmayan “fetöcülük” sıfatı iktidar tarafından kullanışlı bir silaha dönüştürüldü. Kimin “fetöcü” olduğu konusu hükumetin siyasi iradesine teslim edildi ve böylece sivil toplum ve siyaset, iktidarın hışmından kaçabilmek için adeta köşe kapmaca oynadı.
Bu dönemde MHP lideri Devlet Bahçeli’nin başkanlık sistemini tartışmaya açması ve partisinin yeni bir sistemi destekleyeceğini açıklaması Türk siyasi tarihinin dönüm noktalarından birisini oluşturdu. Bahçeli, her an sürprizlere gebe ve HDP’nin bir aktör olarak etkili olabileceği bir parlamenter sistemin yerine, ülkenin bekası için başkanlık sisteminin daha uygun olacağı görüşündeydi. Bu sayede hem Erdoğan’ın %50 rakamına ulaşması için MHP’nin desteğine muhtaç olduğu bir dönem yaşanıyor hem de iktidar milli menfaatlerin, ülkenin bekasının ve ulusal güvenliğin garantisi olarak sunuluyordu. Böylelikle, AKP-MHP blokuna muhalefet eden, onların önerdiği politikaları desteklemeyen her oluşumun hızlı bir şekilde sindirilmesi doğal bir hal aldı. HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın tutuklanmaları, HDPli belediyelere kayyum atanması gibi uygulamalar başkanlık sistemi ile birlikte birer güvenlik politikasının gerekliliği olarak sunuldu.
OHAL döneminin en ilgi çekici gelişmesi ise Bahçeli’nin Erdoğan ile işbirliği yapmasına tepki gösteren MHP içindeki bir grubun partiden ayrılarak yeni arayışlara girmeleri oldu. MHP’nin önemli isimlerinden Meral Akşener, önce Bahçeli’yi kongreye zorladı ve bir genel başkanlık seçimi için gerekli imzayı topladı. Ancak Bahçeli yönetimi, konuyu yargıya taşıdı ve hükumetin aşikar şekilde müdahale ettiği iki yerel mahkeme kongre sürecini durdurdu. Akşener ve arkadaşları partiden ihraç edildiler. Bu kadro, merkez sağ gelenekten gelen isimler ile birleşerek İYİ Parti’yi kurdular. OHAL döneminde yaşanan bu gelişme siyasi rekabetin devamı açısından büyük önem taşıyordu. Zira, 2018 yılının Nisan ayında Bahçeli tarafından önerilen erken seçim tarihinin İYİ Parti’yi seçimlere sokmayacak şekilde ayarlanması, bu partinin siyasi dengeler açısından önemini bir kez daha ortaya koydu. 2017 yılının Ekim ayında kurulan İYİ Parti’nin ilan edilen seçim tarihinde seçimlere katılması seçim kanununa göre mümkün değildi. Ne var ki bu zorluk, 15 CHP milletvekilinin İYİ Parti’ye geçmesi ve partinin mecliste grup kurmayı başarmasıyla birlikte aşıldı. Muhalefet partileri arasındaki iş birliği ülke demokrasisi açısından olumlu sonuçlar verdi. Böylece, seçimlerden %10 oy alan İYİ Parti parlamentoya girdi ve CHP-İYİ Parti işbirliği muhalefetin ana omurgasını oluşturdu.
2018 Başkanlık seçimlerinin sonuçları Erdoğan’a yıllardır arzu ettiği sistem ile başkanlık yapmayı nasip etse de murad edilen Rusya benzeri bir otoriterlik kurulamadı. Muhalefetin %48 oy oranına ulaşması ve AKP’nin ancak ve ancak MHP’nin desteğiyle parlamento çoğunluğuna ulaşabilmesi siyasi rekabetin devamlılığı açısından önemli oldu. Ancak bu gelişmeler, HDP’nin kriminalize edilmesi ve muhalefet bloğundan yalıtılması gerçeğini değiştirmedi. Bir siyasi parti olarak hayatını sürdürse de, gerek siyasetçilerin söylemi gerekse hükumet yanlısı medyanın yayın politikası HDP’yi terör örgütü PKK’nın bir uzantısı olarak görmeye devam etti.
Bu dönemde yaşanan en önemli gelişme, 2019 yerel seçimlerinde İstanbul-Ankara ve İzmir belediyelerinin muhalefet tarafından kazanılması oldu. 2018 seçimlerinden sonra iyice ümitsizliğe kapılan muhalefet için bu seçim zaferleri muhalif seçmenlere moral olurken, seçmen iktidarın değişebileceğine dair somut bir gelişmeye yıllar sonra ilk kez tanık oldu. Ancak HDP tarafından kazanılan vilayet belediyelerinin tamamına seçimlerden kısa bir süre sonra kayyum atandı ve belediyeler AKP’ye yakın bürokrat ve siyasetçilere devredildi.
Covid-19 salgınının ve dünyada baş gösteren ekonomik sıkıntıların, Erdoğan’ın faizleri düşürme politikası ile birlikte Türkiye üzerindeki etkisi kat be kat daha güçlü oldu. Dolayısıyla, seçimlerden sonra yüksek enflasyon, istikrarsız dolar kuru ve derin yoksulluk gibi sorunlar hükumetin popülaritesini düşürdü. Bu durum ise, AKP’den dışlanmış ve daha ılımlı ve pragmatik görüşleriyle öne çıkan Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu gibi isimlerin partiden kopmalarına ve yeni parti kurmalarına yol açtı. Bununla birlikte, İYİ Parti’den kopan Ümit Özdağ’ın kurduğu göçmen karşıtı aşırı sağ Zafer Partisi ile CHP’den ayrılan Muharrem İnce’nin kurduğu ve Kemalist bir program öneren Memleket Partisi de seçenekler arasına eklendi.
2019 sonrası her bakımdan daha çok sesli ve daha fazla alternatifin olduğu bir siyasi tablonun ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. OHAL dönemindeki baskı gevşemiş, siyasi rekabet nispeten daha dengeli şekilde ilerlemeye başlamıştır. Ne var ki, HDP üzerindeki baskı ve bu partinin iktidar tarafından gayri meşru görülmesi devam etmiştir. HDP’nin eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğu devam etmektedir. Bununla birlikte, HDP’ye parti kapatma davası açılmıştır ve Anayasa Mahkemesi’nin kararı beklenmektedir. AKP ve MHP elitinin bütün muhalefeti “vatan haini” ve “terörist” olarak damgalama gayretleri ve kendilerini ulusal güvenlik ile özdeşleştirme eğilimleri devam etmektedir. Ancak bu söylemler yaşanan ekonomik krizin ve hemen hemen her gün patlayan yolsuzluk skandallarının gölgesinde kalmaktadır. Üstelik, 31 Mart 2019 İstanbul yerel seçim sonuçlarını kabul etmeyen ve YSK’yı yeniden seçim ilan etmeye zorlayan AKP, düzenlenecek ikinci seçim öncesi PKK lideri Abdullah Öcalan’dan Kürtlerin CHP adayına oy vermemesini salık veren bir mektup almış ve kamuoyu ile paylaşmıştır. Bu mektup, AKP’nin siyasi iktidarı tehlikeye girdiği anda Öcalan’dan bile destek alabileceğini göstermiş ve yıllardır devam eden milliyetçilik şovuna gölge düşürmüştür. Ancak AKP’nin siyasi rekabeti engelleme yeteneğindeki düşüş, onun pes ettiği anlamına gelmez. Zira, 2023 seçimlerinden önce muhalefet partileri arasındaki çatışma ve gerilimleri arttırmak için elinden geleni yapacaktır.
Örneğin, hükumet yanlısı kanallarda yer alan yorumcular hemen hemen her akşam İYİ Parti’ye HDP’nin kapatılma davasındaki tutumlarını sormaktadırlar. Bu konuda henüz AKP bile resmi ve kurumsal tavır almamışken, bahsi geçen yorumcuların amacı Kürt seçmen ile İYİ Parti arasında bir çatışma yaratmak ve muhalefeti zayıflatmaktır. Bir başka örnek de, Ümit Özdağ liderliğinde kurulan Zafer Partisi’nin iktidardan daha çok muhalefet ile uğraşması ve sürekli olarak muhalefetin milliyetçiliğini test edecek bir söylem ortaya atmasıdır. Özdağ, muhalif liderlere yaptığı eleştirilerin hiçbirini Cumhur İttifakı bileşenlerinden MHP lideri Bahçeli’ye yapmamaktadır. Dolayısıyla, muhalefetin içi AKP’nin ilgi sahası olmuştur ve bu alanı olabildiğince kaotik hale getirmek için uğraşmaktadır.
Devlet Kurumsallığı ve Bürokratik Kapasite
Başkanlık sistemi ile birlikte idari merkezileşme doruk noktasına ulaşmıştır. Cumhurbaşkanı, kabinesini parlamentoya onaylatmak zorunda değildir ve kabine üyelerinin milletvekili olma şartı yoktur. Dolayısıyla bakanlar, parlamentoya değil kendilerini atayan cumhurbaşkanına karşı sorumludur. Yeni sistemde meclisin ağırlığı o denli azalmıştır ki cumhurbaşkanı meclis kararı ile kabul edilen uluslararası sözleşmelerden tek bir kararname ile çıkma hakkına sahiptir. İstanbul Sözleşmesi örneğinde bunun pratik bir örneği görülmüştür. Bununla birlikte, yargı bağımsızlığını sağlaması düşünülen Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun 13 üyesinden 6’sı doğrudan cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Geriye kalan üyeler ise parlamento tarafından seçiliyor. AKP ve MHP’nin ağırlıkları düşünüldüğünde bahsi geçen kurumun tamamen hükumet denetiminde olduğu söylenebilir. Zaten 2021 yılının Mart ayında geri kalan 7 üyenin 4’ü Cumhur, 3’ü ise Millet İttifakı tarafından önerildi. Yani HSK’nın 10 üyesi Tayyip Erdoğan tarafından dolaylı ve doğrudan atanmış oldu. Böylece hükumetin yargı üzerindeki etkisi tartışmasız hale geldi. Görüldüğü gibi, parti üyesi bir cumhurbaşkanının yargı bağımsızlığını ihlal etmesi oldukça kolaylaşmıştır. Bu sistemin bağımsız bir yargı üretebilmesi için seçilen cumhurbaşkanının mecliste herhangi bir parti üzerinde hiçbir etkisinin bulunmaması ve meclisteki siyasi partilerin de tam bir uzlaşma içinde hareket ediyor olması gerekir. Böyle bir tablonun oluşmadığı durumlarda ise başkanlık seçimini kazanan kişi, hızlı bir şekilde yargıyı kontrolü altına alabilir.
Başkanlık sistemi ile birlikte cumhurbaşkanının aynı zamanda bir siyasi parti üyesi olma imkanı yaratıldı. Türkiye’deki bürokratik erozyonun en önemli sebeplerinden birisi de budur. Yani yapılan atamalar sadece cumhurbaşkanı tarafından yapılmamakta aynı zamanda AKP Genel Başkanı tarafından yapılmaktadır. Atanan bürokratlar, rektörler, diplomatlar devlet başkanına olduğu kadar aslında AKP Genel Başkanı’na karşı da sorumludurlar. Bu durum oldukça kafa karıştırıcıdır ve bürokratların partizanlaşması sürecini başlatmıştır. Böylece yasalar ile sınırlandırılmış, gayri şahsi ve ulusun tamamının menfaati adına hareket etmesi beklenen bürokratlar, bir partinin bürokratik mekanizma içindeki komiserlerine dönüşmüştür. Başkanlık sistemi uygulamaya geçtikten sonra, RTÜK Başkanı, Merkez Bankası Başkanı, İstatistik Kurumu Başkanı, Türkiye Radyo ve Televizyon Genel Müdürü ve üniversite rektörleri gibi özerk olması beklenen bürokratların, Erdoğan’ın keyfi kararlarını cumhuriyet yasalarına rağmen can hıraş şekilde uyguladıkları görülmüştür.
Bu eğilim iki sonuç doğurmuştur. Bunlardan birincisi, bahsi geçen kurumların kurumsal kapasitesi zayıflamış ve uygulamalar olabildiğince olumsuz sonuçlar vermiştir. Üniversitelerin performansı düşmüş, dünya sıralamasında istisnasız hepsi gerilemiştir. Merkez Bankası, Eroğan tarafından geliştirilen faiz-enflasyon teorisini uygulayarak bir kur krizine sebep olmuş ve akabinde yüksek enflasyon halkın yoksullaşmasını beraberinde getirmiştir. İstatistik Kurumu verileri kamuoyu tarafından artık inandırıcı bulunmamaktadır ve kurum güvenilirliğini yitirmiştir. RTÜK ise muhalif basın kuruluşlarına verdiği keyfi cezalar ile gündeme gelmiş, bir düzenleyici kurum olma vasfını yitirmiş ve benzeri otoriter yönetimlerde görülen basın komiserliği gibi hareket etmektedir. Günün sonunda, bürokratik özerkliğin ilgası kurumsal kapasitenin azalmasına ve kurumların uzmanlar yerine partizanlar tarafından yönetilmesine kapı aralamıştır.
İkinci olarak, devlet, vatandaşlık ve hukuk devleti ilkeleri tahrip olmuştur. Modern bir ulus devlette, vatandaşların kanun önünde eşit, bürokratların ise gayri şahsi ve yasalara karşı sorumlu olmaları beklenir. Eğer devlet hazinesi bütün vatandaşların vergilleriyle finanse ediliyorsa, maaşını hazineden alan bürokratların da sorumluluğu vatandaşlaradır. Bu sorumluluğun sınırlarını ve prosedürlerini ise yasalar belirler. Başkanlık sistemi ile birlikte bu silsile bozulmuş ve makbul vatandaş olan AKP seçmeni ile gayri makbul vatandaş olan AKP’ye oy vermeyen seçmen arasında bir ayrım oluşmuştur. Bürokratlar, AKP seçmeninin oy verdiği cumhurbaşkanına bağlılıklarını göstermek için bütün vatandaşları koruyan yasal çerçeveyi ihlal etmekte bir beis görmemişlerdir. Böylece devlet aygıtı aslında bir parti ile bütünleşmiş ve parti devleti denen yapı ortaya çıkmıştır. Yasaların siyasi motivasyonlarla esnetildiği ve aslında Frankel’in “ikili devlet” (dual state) dediği yapı ortaya çıkmıştır. Yani normal vatandaşlar için ayrı, AKP elitleri için ayrı bir hukuk ortaya çıkmıştır. Bu da hem devletin birliğini hem de vatandaşlar arası eşitliği zedelemiştir.
Juan Linz, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin yaşadığı “kızıl mı, uzman mı?” ikileminin demokrasi dışı sistemlerde görülen en yaygın sorunlardan biri olduğunu iddia etmiştir. Bu sorun, Sovyetler Birliği döneminde kurumların başına geçirilecek kişilerin Komünist Parti’ye tutkuyla bağlı partizanlardan mı yoksa işinin ehli uzmanlardan mı seçileceği ile ilgilidir. Uzman olan yeteri kadar sadık, sadık olan ise yeteri kadar uzman değildir. Dolayısıyla, sadakati öncülleyen sistemler kaçınılmaz olarak verimsizlik gibi sonuçlar ile yüzleşmek zorundadır. Öte yandan, uzmanlık ise siyasi bağlılığın dışında önceliklere sahiptir çünkü ölçülebilir fayda maksimizasyonuna odaklanır. Yasalar ile bilimin kesiştiği nokta burasıdır. İkisi de kollektif faydayı önemser. Ancak özelikle popülist otoriter sistemler, kollektif faydadan ziyade kendi iktidarını ayakta tutacak unsurların faydasının maksimize edildiği, toplumun diğer kesimlerinin ise bunun maliyetini üstlendiği sistemlerdir. Bunun için bilimden de yasalardan da pek hoşlanmazlar. Bunları toplum iradesinin önündeki vesayet mekanizmaları olarak kabul ederler. Başkanlık sisteminin Türkiye’de yarattığı belki de en ciddi tahribat da budur.
Sivil Hak ve Özgürlükler
Başkanlık sistemi ile birlikte sivil hak ve özgürlüklerin endişe verici düzeyde kısıtlandığını gördük. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’de AKP öncesi şahit olduğumuz sivil hak ve özgürlük ihlalleri vardı. Birçok entelektüel AKP’nin son yıllarda eski Türkiye’nin alışkanlıklarına dönüş yaptığını iddia etti ve öne sürdükleri “derin devlet” yapısının AKP’yi ele geçirdiğini iddia ettiler. Biz bu kanaatte değiliz. Çünkü Başkanlık Sistemi ile birlikte Erdoğan’ın failliğinin kısıtlandığını değil aksine bir aktör olarak onun daha fazla öne çıktığını düşünüyoruz. Dolayısıyla, AKP öncesi otoriterlik ile AKP otoriterliği arasında bir karakter farkı olduğunu iddia ediyoruz. Bu fark, eski sistemin milli güvenliğe dayanan doğası gereği sivil hak ve özgürlükler alanını kısıtladığını kabul etmekle başlar. Öte yandan, AKP döneminde sistemin Erdoğan’ı iktidarda tutmaktan başka bir amacı yoktur. Doğası bunun üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla, sivil hak ve özgürlüklerin çarptığı sabit bir duvardan daha ziyade, döneme ve koşullara göre esneyen, dönüşen ve seçici şekilde bazı hakları ihlal ederken bazılarını serbest bırakan bir yapıya işaret etmektedir. Diğer bir ifadeyle, AKP iktidarı başından beri objektif ve tanımlı bir hak ve özgürlük perspektifi geliştirmemiş, siyasi ihtiyaçlarına göre desteğine ihtiyaç duyduğu kesimlere alan açmıştır. Erdoğan’ın şahsi iradesi ve lütfuyla tanınan özgürlük alanları yine onun şahsi müdahalesiyle ortadan kaldırılmıştır.
Başkanlık sistemi, Erdoğan’ın 7 Haziran sonrası oluşturduğu koalisyonun söylem ve önceliklerini korumaya almış ve bunlara alternatif veya eleştirel yaklaşımları kriminalleştirmiştir. Erdoğan ve kurduğu koalisyon her eylemini ve politikasını ulusal güvenlik ekseniyle açıklamakta ve bunları kamusal tartışmaya kapatmaktadır. Bu durumun en bariz örneği, 2021 yılının Kasım ayında yaşanmıştır. Ülkede benzeri görülmemiş bir kur krizi yaşanırken ve Türk Lirası hızla değer kaybederken, Milli Güvenlik Kurulu başarısızlığı bariz şekilde ortada olan ekonomi politikasını gündeme almış ve Türk lirasının ucuzlamasını ihracat odaklı ekonomi yaklaşımı olarak değerlendirmiştir. Bu politikanın devamı ise ulusal güvenlik için elzem görülmektedir. Bu örnek, fiili olarak ifade hürriyetinin sürekli olarak ulusal güvenlik gerekçesiyle kısıtlanabileceği bir atmosfere işaret etmektedir.
Buradan hareketle, dış politika ve güvenlik politikaları gibi alanlarda hükumetin söyleminin dışına çıkmanın ne denli zor olduğunun anlaşılması gerekir. Zira, Cumhur İttifakı bileşenleri özellikle dış politika alanında askeri yaklaşımları önceleyen bir yol haritasına sahiptir. Yani bu tip meselelerin siyasi tartışmaların konusu olmasını tercih etmezler. Onların zihninde, halihazırda zaten doğru olduğu bilinen ve üzerinde tartışmaya gerek duyulmayan seçenekler vardır ve gerekli olan siyasi irade göstermek, askeri yollarla amaca ulaşmaktır. Dolayısıyla, her hangi bir dış politika adımını tartışmak, farklı stratejiler önermek ve uygulanan politikayı eleştirmek amaca giden yolda düşmanla iş birliği yapmaktan farksız hale gelir. Bu yüzden, Suriye, Libya ve Afganistan gibi bölgelerde askeri varlık bulundurmak partiler üstü bir siyaset olarak sunulur. Buna itiraz etmek hızlı bir şekilde yaftalanmayı beraberinde getirir.
Bu anlayış, dış politika konularını, üzerinde konuşmayı imkansız kılan bir alana dönüştürmüştür. Türkiye’nin Suriye politikası, S-400 savunma sistemlerinin satın alınması, Libya’daki İç Savaşa müdahil olmak ve Afganistan Uluslararası Havaalanını’nın denetimini sağlamak gibi konular kamusal tartışmaya yansımamış, hamasi bir milliyetçilik çerçevesinde tartışılmıştır. Toplum bu tip konularda fikir beyan etmeyi riskli bulmaktadır. Bu tip kritik anlarda, siyasetçilerin tepki göstermeleri ve hükumetin hışmını üzerlerine çekmeleri beklenmektedir. Muhalif siyasetçiler konuştukça kamusal tartışmanın alanı açılmakta ve herhangi bir konu subjektif ve siyasi bir hal almaktadır. Muhalefetin susması ve süregiden hükumet politikasını “siyaset üstülük” argümanıyla desteklemesi ise insanların görüşlerini ifade etmelerine mani olmakta ve bu eylemi riskli kılmaktadır.
Ulusal güvenliğin yanı sora “kamu güvenliği” “dini değerlerin aşağılanması” ve “toplumun genel ahlakı” gibi kavramlar da Başkanlık Sistemi süresince sıklıkla başvurulan söylemler olmuş ve sivil özgürlüklerin alanı kısıtlanmıştır. Özellikle Türk Ceza Kanunu’nun 216. Maddesine atıf yapan birçok savcı ve bürokrat, bu maddeye dayanarak sanatçıları, komedyenleri ve sosyal medya kullanıcılarını bir şekilde cezalandırmakta veya gençlik festivali, konser gibi etkinlikleri yasaklayabilmektedir. 2022 senesinin Ağustos ayında şarkıcı Gülşen’in İmam Hatip Lisesi mezunları için sarf ettiği sözler önce tutuklanmasına, ardından da ev hapsi ile cezalandırılmasına sebep olmuştur. 2022 senesi yaz döneminde, İslami vakıfların şikayeti üzerine toplam 14 festival, festival bölgesindeki mülki amirlerin talimatıyla iptal edilmiştir. Yasak gerekçeleri arasında alkol satışı, orman yangınları ve çevre güvenliği gibi konular gösterilmiştir. Bu yasaklar, yaşam tarzına yönelik doğrudan bir müdahale olarak görülmüş, AKP’nin radikal kesimleri kendisine çekmek için izlediği bilinçli bir strateji olarak algılanmıştır.
OHAL dönemini bitiren 2018 seçimlerinden sonra, önce yerel seçimler ardından da Covid-19 salgını yaşanmış, salgının bitimiyle birlikte de büyük bir ekonomik kriz baş göstermiştir. Dolayısıyla, 15 Temmuz sonrasında yaşanan kitlesel histeri ve toplu cezalandırma yöntemlerini uygulamak pek mümkün olmamıştır. Bunun yerine, toplumsal karşılığı olan belirli kişiler ve konular üzerinde yoğunlaşılmıştır. Cumhurbaşkanlığı kararıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek, dini değerleri aşağıladığı suçlamasıyla ünlü şahsiyetleri cezalandırmak, belirli bir hayat tarzını norm kabul etmek ve bu norma uyanlara “asli unsur” muamelesi yapmak Başkanlık Sistemi döneminin sivil hayata müdahale çeşitleridir.
Hükumetin medya, akademi ve sivil toplum üzerinde kurduğu baskı, aslında kültürel iktidar olarak tanımlanan alanı işgal etmek, bunu beceremiyorsa da muhalefet tarafından işgal edilmesini önlemek üzerine kurulmuştur. Sistemli itibarsızlaştırma, sosyal medya linçleri, trol saldırıları gibi stratejiler de etkin bir şekilde izlenmiş kişilerin kendi kimlikleriyle ve düşünceleriyle kamusal alanda var olmaları oldukça tehlikeli bir hal almıştır.
Sonuç
Başkanlık Sistemi, Erdoğan’ın vaat ettiği refahı ve güvenliği sağlmakta başarısız olmuştur. Bu bir olgudur. Toplum hızla yoksullaşmış ve bilinçli bir politika sonucu sadece belirli kesimler refahtan pay alabilmişlerdir. Toplum kendi içinde bölünmüş, kutuplaşma artmış ve medeni bir kamusal tartışma ortamı yaratmak mümkün olamamaktadır. Siyaset kurumu toplumun sorunlarını temsil eden ve çözen bir mekanizma olmaktan çıkmıştır. AKP milletvekilleri bile karar alma süreçlerinde etkili değildir. Erdoğan tarafından atanan bir danışman, Erdoğan’ın uçağına binmeyi başaran bir gazeteci veya Erdoğan’ın yakın çevresine bir şekilde temas edebilen bir sosyal medya trolü, karar alma süreçlerine daha fazla dahil olabilmektedir. Başkanlık sisteminin siyaseti, müzakereyi ve kamusal tartışmayı öldüren karakteri, kaçınılmaz olarak ekonomik ve toplumsal sorunları arttırmıştır. Üstelik yargı bağımsızlığının ihlali, siyasi sadakatin geçer akçe olması ve milli güvenlik söylemlerinin hoyratça sarf edilmesi sistem içinde uzmanlığı olmayan, partizan ve yozlaşmış kimselerin artmasını beraberinde getirmiştir. Türkiye neredeyse her sabah bir yolsuzluk haberine uyanmaktadır. AKP’nin bütün bu olumsuzlukları kapatmak için en iyi bildiği alan olan kültür savaşına sarılması ve toplumu yaşam tarzına göre bölerek birbirine karşı kışkırtma stratejisi izlemesi sivil özgürlükleri ciddi anlamda tehdit etmektedir.
Muhalefetin bölünmüş yapısı göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin ivedilikle Başkanlık Sistemi’ni terk etmesi gerekir. Siyasi rekabetin yeniden güvenli şekilde ilerlemesi, toplumsal uzlaşı ve barışın temin edilebilmesi ve bireylerin özgür şekilde var olabilmesi için bu yapısal değişim şarttır. Aksi takdirde, 2023 seçimleri muhalefet tarafından kazanılsa dahi, hızlı şekilde organize olabilen ve otoriterlik ile kategorik bir sorunu olmayan toplum kesimleri daha radikal bir geri dönüş yapabilirler.
Fotoğraf: Simon Berger
*Bu makale Friedrich Naumann Vakfı ile işbirliği içinde yayınlanmıştır.