[voiserPlayer]
Aydınlanma’yla gelen zihinsel altüst oluşla beraber insan; evrenin, insanın ve toplumun doğasına dair devralınmış metafizik önkabülleri redderek varoluşunun üzerine düşünmeye başladı. Temel varoluşa dair bu düşünme eylemi kaçınılmaz olarak siyasi otoritenin doğasına dair sorgulamaları da getirdi. Otorite artık doğal, değişmez, kendiliğinden ve sebepsiz değildir. Birçok Aydınlanma düşünürü ortaçağ devlet ve kraliyet meşruiyetlerinin artık ikna edici olmaktan çıktığı bir dönemde tüm modern siyaset kuramının temel sorusunu sordu: Devlet (ya da egemen otorite) yönetme meşruiyetini nereden alır? Eşzamanlı olarak Aydınlanma, insan olmaktan kaynaklı saygıya layık bireyleri ve ellerinden alınamaz (inalienable) haklarını doğal hukuk temelinde ortaya koydu. Aydınlanma felsefesi bireyi ve bireylerin kolektif iradesini temsil etmesi ve yansıtması gereken devleti tanımladı. Bir sosyal sözleşme teorisi geliştiren Locke’a göre “doğal durum”da insanlar herhangi dünyevi bir otoriteye biat etmemişlerdi. Ancak devlet bir gereklilik olarak ortaya çıktı. İnsanlar bireysel adalar olmaktan çıkarak karmaşıklaşan bir toplumun mensupları haline geldikçe bir ortak yaşam teamülleri manzumesine gerek duyuldu. Bunları tesis etmesi için ise aralarından biri yetkilendirildi; işte bu ilk kraldı. John Locke’un Commonwealth Üzerine İki İnceleme kitabının vatandaşlık ve devlet-vatandaş-toplum ilişkilerine yönelik ahlaki çerçevesi, modern cumhuriyetçiliğin de kurucu metinlerinden birini oluşturur. Zira bu kitabında meşru yönetimin ancak vatandaşların onayına ve özgürlüklerin tesisine bağlı olduğunu iddia eder. Özellikle de antik cumhuriyetçiliğe bir geri dönüş çağrısı niteliğindeki ve Fransız Devrimi tınılarından bağımsız (ve ondan önce yayınlanmış) Amerika Kuruluş Beyannamesi, Lockeçuluğun ilhamının en sarih görüldüğü mecraların başında gelir.
Büyük bir epistemik kırılmaya denk gelen bu zaman aralığı, aynı zamanda devletlerin yeni askeri ve iletişim teknolojileri ve merkezileşmeyle derinleştirdikleri finansman kapasiteleriyle devasa büyüdüğü ve daha önce egemenliğini paylaştığı (Kilise, yerel feodal güç odakları, yerel hanedanlar) odakları siyaseten tasfiye ederek mutlak egemenliklerini kıskançça tesis ettiği bir dönemdi. Bu zamana kadar siyasi otoriteler gündelik hayata çok değmeyen ve değebilme kapasitesinden yoksun güçlerdi. Oysaki artık modern devlet hayatın her alanına sızıyordu. Artık geçici küçük ordular değil kalıcı silah altında tutulan devasa ordular besleyen devletler zor gücü tekelini de hoyratça kullanmaktan sakınmıyordu. Zaten aslında büyüyen devletin nasıl zapt edileceği ve koşullandırılacağı Aydınlanma liberalizminin temel gündemiydi. Fransız Devrimi de paylaştığı gücü yerel odaklardan ve Kilise’den alarak tekelleştiren mutlak monarşiye karşı, bu gücü yayarak ve dağıtarak dengeleme çabasıydı. İngiltere’de ise monarşinin gücünün parlamentoyla paylaştırılması daha yumuşak bir geçişi yönetebilmişti. Fransız Devrimi sonrası ise başta öngörülen reçetenin iyice güç tekelini devşirmiş, devletin yetkilerinin dizginsizliğini sınırlamadığı, hatta daha da dizginsizleştirdiği görüldü. Zira kraliyetin otoritesinin gelenekselci meşruiyeti de ortadan kaldırılınca geride safi güçle hükmeden bir devlet aygıtı ortaya kalmıştı. 19. yüzyılda ise devlet genişlemeye devam etti. Burada bir paradoks gibi duran bir durum vardır. Bir tarafta Aydınlanma liberalizmi devletlerin yetkilerini sınırlama iddiasında kurucu paradigmayı çizmeye çalışmakta, öte yandan aslında devlet hiç olmadığı kadar azgınca güçlenmektedir. Zaten Foucault ve çağdaşları Aydınlanma’nın ilkine vurgu yaparken aslında ikinciyi nasıl görünmez kıldığı üzerinden etkili Aydınlanma düşüncesi ve modernite eleştirileri sunmuşlardı.
Elbette detaya indiğimizde bir paradoks yoktur. Liberalizm, cumhuriyetçilik, sosyalizm, muhafazakarlık hep bu gücü dizginleme ve sınırlandırma arayışlarıdır ve aslında başarılı da olmuşlardır. Cumhuriyet ve demokrasi fikirleri de, liberalizm de yepyeni, meşruiyete dayalı koşullandırılmış ve dağıtılmış bir güç konfigürasyonu yaratmıştır. Demokrasi ve cumhuriyet bu konsantre gücün kullanılabilmesi için zorunlu kılınan meşruiyet dayanaklarıdır. Artık iki yüzyıl öncesine göre çok farklı, öncesiz bir güç ağı vardır ve bu yeni konfigürasyon basitçe artı-eksi ikiliğine indirgenerek anlaşılmaz. Dolayısıyla kurucu momentindeki liberalizmi bu kaygılardan türemiş şekilde böyle anlamlandırmak gerekmektedir.
Devletin modern dünyanın ve kapitalizmin ortaya çıkışında oynadığı rol uzun süre ihmal edilmişti. Özelikle yeni-Weberciler devletin modernitede kurucu rolüne eğildiler. Gelmekte olan kapitalizmin ilk tanımlayıcı ve savunucusu Adam Smith’in dünyası bazen hatalı olarak tekrarlanageldiğinin aksine kapitalizm-öncesi bir evrendir. Smith’in çığır açan eserini yayınladığı yıl 1776’tır. Yani James Watt’ın sanayi devrimini tetikleyecek buhar türbinini icadının hemen akabinde. Bu dönemde İngiltere henüz bir tarım ülkesiydi. Temel servet okyanusötesi ticarete dayanıyordu. Smith, İskoç Aydınlanması’nın tipik bir ürünüdür. İktisadi tahayyülü tarımsal bir dünyayı yansıtmaktaydı. Sanayi Devrimi’nin üzerinde yükselen kapitalizmle beraber insanlar bu dinamikleri Smith üzerinden okuyacaktır. Smith’in metinlerinde ise Sanayi Devrimi sonrası kapitalizminin dağarcığının aydınlanmacı liberalizmden türetilmesini görmek mümkündür. Ancak Smith 21. yüzyılın girift kapitalizmini değil, çok daha az karmaşık bir ilişkiler ağını tasvir etmektedir. Kapitalizm ise bir doğal durumdan değil, içinde devletin, tahakküm ilişkilerinin olduğu bir ağdan türemektedir.
Bu sebeplerle Aydınlanma liberalizminin dünyası bugüne dair ancak temel kurucu ilkeleri tayin eder. Bu dünyada, ne sonrasının kapitalizmi ve onun yarattığı sosyal sorun (social question) ve şehir yoksulluğu (urban poverty) vardır; ne devletin bugünkü gibi dijital denetim imkanları; ne de çağımızın etik tartışmaları. Aydınlanma liberalizminden anlamamız gereken ise onu dümdüz, zaman hiç akmamışçasına bugüne projekte etmek değil, bugünün toplumunun giriftliğinde nasıl bu temel değer ve ilkeleri (özgürlük, adalet, insan benliğine saygı) hakim kılacağımızdır. Elbette bu temel ilkelerin yorumları çok fazladır ve birbirleriyle çatışan yorumlara açıktır. Liberteryen yorumdan sosyal liberal yorumlara her liberalizm-içi fikriyat kendi soykütüğünü bu kurucu momente uzatır. Bu çokluk da bir çelişki oluşturmaz.
Ancak devlet mevzusunu basit bir sözde ikiliğin ötesinde görmezden gelmek aynı zamanda liberalizmin en kurucu sorunsalını görmezden gelmek demektir. Meseleyi düz bir şekilde “ne kadar sınırlandırılmış devlet, o kadar iyi” önermesine hapsetmek de ortada bir Leviathan varken gerçek meseleyi yok saymak demektir. Üstelik, modernitenin sosyal, ekonomik ve siyasal kompleksitesinin gerçekliğinde tüm bu iç içe geçmiş ilişkiler ağının ürettiği sorunlar tekil bir sebebe indirgenemez. John Locke, Amerikan Federalist Papers’ın yazarları, Adam Smith, Montesquieu ve diğerleri hep bu mevzuyla cebelleşmektedir. Özgürlük, adalet ve eşitlik nasıl sağlanacaktır? Basit cevabı onlar da verememektedir. Bugün de en çetrefilli mesele aynı anda hem ortak meşruiyeti yönetmek için meşru otoritenin gerekliliğinden dolayı devlet mefhumuna muhtaç olmak, hem de onun denetlenmesinin zaruri olmasıdır. Zira hukuk ancak bir siyasi irade tarafından dayatılabilmektedir, ama peki hukuku kim denetleyecektir?
Fotoğraf: Uta Scholl