Sevgi Doğan[1]
I.
Her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak, her şeyi değiştirmeliyiz.
Giuseppe Tomasi di Lampedusa[2]
Spinoza’nın yaşamına, düşüncelerine, felsefesine, entelektüel çevresine, döneminin siyasi, dini, toplumsal ve ekonomik çatışmalarına, savaş ve karışıklıklarına dair 1600’lü yılları tarif eden biyografi temelli romanını okurken tarihin acımasız bir şekilde kendini tekrarladığını bir kez daha gördüm.[3] Modernizm, akılcılık, medeniyet gibi Spinoza’nın adına mücadele verdiği belli başlı önemli kavramlar bir ilerleme biçiminden ziyade bir gerileme öğesi olarak kafamda yeniden dönüp durdu. Tarih gattopartizm (gattopartismo)[4] ilkesi doğrultusunda sanki ilerliyordu. Gattopartizm paradoksal olarak “her şey değişmeli ki her şey eskisi gibi kalsın” (tutto deve cambiare perché tutto resti come prima) (veya “her şeyi değiştir ki hiçbir şey değişmesin”) tutumunu ifade ediyordu. Bu, görünürde yenilikleri destekleyen, ancak gerçekte önemli bir şeyi değiştirmek istemeyen ve yalnızca ayrıcalıklarını korumayı amaçlayanların bir tutumuydu.
Türkiye’nin yakın tarihini de bence bu kavramsal çerçeve içerisine yerleştirebiliriz. Değişim vaadiyle değişikliklere giden ama çelişkili bir şekilde sistemin aynı kalmaya devam ettiği bir çıkmaz… Peki bu ifade başkanlık sistemine uygulanabilir mi? Bence bundan şüphe etmeye gerek bile yok sanırım. Başkanlık sistemi de kazanılan ayrıcalıklardan taviz vermekten kaçınmak adına toplumda gerçek yeniliklerden yana olduklarını ifade eden siyasi bir uygulama ve anlayışı ifade eder. Bu bağlamda başkanlık sistemi savunucuları, uygulamaya girdiği 2018’den beri gattopartist[5] bir anlayışla sistemdeki ayrıcalıklarını sağlamlaştırma peşinde.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre, “yürütme, yasama, yargı gibi tüm siyasi güçler, milletin kimliğini ve niyetlerini yansıtmalı ve birbirleriyle çatışmamalıdır.”[6] Cumhurbaşkanı, eski sistemin aksine, yeni başkanlık sisteminin milletin değerleriyle uyumlu olduğu kanısında.[7] Bu değerler aslında, homojenlik talep eden değerlerdir. AKP hükümeti iktidara geldiğinden beri farklılıkları, çeşitliliği yani heterojenliği, homojenlik içerisinde eritme çabasında olmuştur. Özellikle 2016 darbe teşebbüsünden sonra (OHAL) KHK’ları ile Türkiye’nin aleni otoriterliğe daha açık seçik bir dönüş yapması, homojenleştirme projesini aşikâr bir şekilde ortaya çıkarmış oldu. 2017 referandumu (16 Nisan 2017) ile Türk siyasi sistemi değişti. 24 Haziran 2018 seçimleri ile ise “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen yeni bir sisteme geçildi ve 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren bu sistem yürürlüğe girdi. Daha sonra parlamenter sisteme dayanan kuvvetler ayrılığı kaldırıldı ve tüm yetkiler cumhurbaşkanına geçti.
Bu yeni sistem sadece demokrasinin bu temel öğesini değiştirmekle kalmadı aynı zamanda diğer belli başlı kültürel ve toplumsal kurumlar da bundan nasibini aldı. Bu kurumlardan biri üniversiteler ve bunların temsilcileri olan entelektüeller ve akademisyenlerdir. Başkanlık sistemiyle birlikte bu demokratik kurumların temel taşlarından biri olan akademik özgürlükler daha da kötüleşmiştir. Tekleşmenin, yani tek elde toplanan gücün bir sonucu olarak bu kurumlar bilimsel niteliğini kaybetmiştir. Çünkü kurumsal sistem özgür ve demokratik seçme ve ifade etme biçiminden uzaklaşmıştır. Keyfi atamalar, keyfi işten çıkarmalar, keyfi soruşturmalar, baskı ve muhbirlik sistemi bu kurumları ciddi birer araştırma merkezi olmaktan çıkarmıştır. Daha önceki sisteme yani AKP öncesi veya başkanlık sistemi öncesi döneme baktığımızda durum her ne kadar iç açıcı olmasa da başkanlık sistemiyle mevcut durum düzelmek bir yana daha da kötüleşmiştir. AKP’nin genel başkanı ve aynı zamanda Türkiye’nin de cumhurbaşkanı olan Erdoğan, başkanlık sistemiyle bütün yetkileri kendi elinde toplayarak, üniversitelerdeki rektörlerin kendi hocaları tarafından seçilmesine son vermiştir. Bu rektörlerin bilimselliğin hizmetinde olmasını engelleyerek üniversitelerin AKP’nin kadro merkezine dönüşmesine neden olmuştur. Entelektüellik ve bilgi-karşıtlığı, temel popülist söylem olarak daha da siyasallaşmış ve kurumsallaşmıştır.
II.
Devlet Yamyamlığı[8]: Entelektüel-Bilgi Karşıtlığı ve Cübbe-Kelepçe Örneği
Türkiye’de entelektüel karşıtlığı her ne kadar 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından ortaya çıkmamış olsa da izleyen dönemde yoğunlaşarak bilginin üretim yerlerinden olan üniversiteleri işlevsizleştirdi. Bununla da kalmayıp baskı ve araçlarının kurumsallaşmasının temellerini attı. Demokrasilerin ‘doğru’ bir şekilde işlev görmediği yerlerde evrensel değerler her zaman baskı altında tutulmuştur. Bu değerlerden biri bağımsız araştırma ve ifade özgürlüğüdür. Tarih, bağımsız araştırma gibi entelektüel faaliyetler üzerindeki baskıların örnekleriyle doludur. Kendi yakın tarihimizde 2016 yılında imzacı akademisyenlerin işlerinden ve yurttaşlık haklarından olmaları bunun en somut örneğidir. Türkiye’nin yakın tarihindeki bu k/ayıp, Arjantin’de 1966 askeri darbesinin ardından üniversitelere uygulanan siyasi baskı sonucu, 301 üniversite profesörünün görevden alınmasına fazlaca benzemektedir. Arjantin’de toplam 1.300 vasıflı araştırmacı işten atılmış veya yurt dışına kaçmak zorunda bırakılmıştı.[9] Askeri müdahale sırasında “yıkıcı” olarak kabul edilen teoriler, disiplinler ve bakış açıları şunlar olmuştur: Marksizm, psikanaliz, üçüncü dünya ideolojileri, popülizm, varoluşçuluk, Paulo Freire’nin psikolojisi, alternatif psikiyatrik teoriler, kurtuluş teolojisi, yapısalcılık, sosyoloji, insan hakları, bağımlılık teorisi; kısacası, […] (Saint-Exupery’nin) Küçük Prens’i bile, kendilerini Batı Hıristiyan kültürünün savunucuları olarak gösterenlerin savunduğu devlet yamyamlığından kurtulamamıştır.[10]
Aynı zamanda Arjantin’de birçok yayın da yasaklanmıştı. Bazı kitapların başlığı şüpheli görüldüğünde yakılırken, ironik bir şekilde Marksist klasiklerden biri olan Kutsal Aile, başlığı nedeniyle korumaya uygun bulunmuştu.[11] Sürgün ve ihraçlar nedeniyle ülkedeki nitelik düşmüştür. Askeri darbe sonrasının sadece akademinin özünü veya niteliğini değil, aynı zamanda darbe sonrasında yaşananları veya getirdiği/getireceği sonuçları araştırmak önemlidir. Örneğin Arjantin’deki bazı filozoflar uzun bir süre eski görevlerine dönememişlerdir.[12] Arjantin’in o dönemdeki durumu Türkiye’nin bugünkü durumuna benzetilebilir.
Türkiye’de 2019 Anayasa Mahkemesinin kararına rağmen, 2016’da Güneydoğu’da devletin askeri müdahalesi ve şiddet kullanmasına karşı çıkan ve barış görüşmelerine dönmeyi talep eden “Bu suça ortak olmayacağız” dilekçesinin imzacı akademisyenlerinin göreve iadeler henüz hepsi için mümkün kılınamamıştır. 2018 yılında ‘muzip’ olmasıyla tanınan Türkiye cumhurbaşkanı ve başkanlık sisteminin lideri pek çok akademisyeni görevinden aldıktan sonra (ikinci imzacılarla birlikte 2212 akademisyen “Bu suça ortak olmayacağız” adlı dilekçeyi imzaladı), nükteli bir şekilde, yurtdışındaki aydınlara anavatanlarına hizmet etmek üzere geri dönmeleri için çağrıda bulunmuştur. Arjantin örneğinde gördüğümüz gibi –tam—bir devlet yamyamlığını Türkiye henüz deneyimlememiş olsa da devletin uyguladığı şiddet içeren uygulamalar sonucunda işlerini kaybeden dolayısıyla işlerine geri dönmeyi bekleyen çok sayıda bilim insanı varken bu davet ne anlama gelir? Bir yanda bu çağrı dururken, diğer yanda bir şekilde yurtdışında—ancak güvencesiz—bir pozisyon bulan ve anavatanlarındaki sorunlu akademik ortam, araştırma ve ifade özgürlüğü meseleleri nedeniyle geri dönmek istemeyen birçok bilim insanı bulunmaktadır. Arjantin’deki entelektüel karşıtlığına benzer bir dolu örneği, Türkiye’de 2016 sonrasında kolayca bulmak mümkündür. Buna ilişkin olarak rejimin yaratıcılığına borçlu olduğumuz birçok sembole işaret edebiliriz:
- Şubat 2017 yılının soğuk kış ayı. Ankara Cebeci Kampüsünün önünde KHK ile (Kanun Hükmünde Kararnamelerle) işlerinden edilen akademisyenler özgür ve bağımsız araştırmanın sembolü cübbeleriyle polis şiddetiyle karşı karşıya kalmışlardı. Cumhurbaşkanın sözde-entelektüel olarak nitelendirdiği akademisyenlerin şiddete tepki olarak yere bıraktıkları cübbeleri, polislerin ayakları altında ezilmişti. Ezilen sadece bir bez parçası değil ama onun temsil ettiği ilimin ve bilginin değeriydi.
- Ocak 2021 yılın başka bir soğuk kış ayı. Bu sefer Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsünün önü. Cumhurbaşkanı ve başkanlık sisteminin lideri tarafından atanan kayyum rektörü protesto eden öğrenciler polis şiddetiyle karşı karşıya kalmış ve üniversitenin kapısı kelepçelenmişti. Nüktedan cumhurbaşkanın nüktedan rektörü “Kapı kırıkmış, kapıyı tutturmak için kelepçe takılmış. Öyle bir pratik çözüm bulunmuş” ifadesiyle kafalardaki ‘neden kelepçe’[13] sorusunu gidermeyi uygun görmüştü. 2017 Ankara Cebeci örneğinde olduğu gibi, her ne kadar polislerin postalları altında henüz ezilmemiş olsa da 2021 yılında cübbe yeniden gündem konusuydu. Üniversite hocaları cübbeleriyle eylemlerini gerçekleştirmiş ve onlarla göz altına alınmışlardı.
Cübbenin ayaklar altına alınması entelektüel karşıtlığının sembolü oldu. Kelepçe ise kurumsallaşan şiddetin ifadesi. Artık yalnızca bireyler değil ama kurumlar da kelepçelenebilir, gözaltına alınabilir ve yargılanabilir. KHK’lar ile özgür ve bağımsız kurumların kapatılması bunun kanıtıyken, başkanlık sistemiyle birlikte bağımsızlığını yitiren (yargı gibi) kurumlar bunun başka bir örneğidir. Burada şu soruları cevaplamak Türkiye’nin yakın tarihindeki bilgi-tutku(aşk-arzu)-entelektüel üçlüsünün kırılan ve zarar gören ilişkisini anlamak açısından önemlidir. Başkanlık sistemi nasıl bir rejim biçimi? Başkanlık sisteminin akademik özgürlükler veya özgür-bilimsel araştırma üzerinde nasıl bir etkisi oldu/var/olacak?
Bilhassa 2016 yılından beri bireyler ve kurumlar terör iddiasıyla saldırıya maruz kaldı/kalıyor. 2016’da “Bu suça ortak olmayacağız” dilekçesine imza atan akademisyenlerin, entelektüellerin tüm yargılamaları, onları Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/2 maddesine ve Türk Ceza Kanunu’nun 53. maddesine dayanarak “Terör Örgütü Propagandası” yapmakla suçladı. Bu terörle mücadele kanununa ve ceza kanununa göre hem akademisyenler hem de gazeteciler cezaevine gönderildi. ABD, kendisiyle çatışan ülkelere terör düşüncesiyle saldırırken, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı da kendi vatandaşlarının, muhaliflerinin, aydınlarının farklı düşüncelerine terörizm iddiasıyla saldırdı/saldırmaya devam ediyor.
III.
Akademik Özgürlükler
Bilim egoist boş bir zaman olmamalıdır; kendilerini bilimsel çalışmalara verecek kadar şanslı olanlar, bilgisini insanlığın hizmetine koşacak ilk kişiler olmalıdırlar.
Karl Marx[14]
Akademik özgürlükler son yıllarda faklı biçimiyle hem otoriter hem (sözde) demokratik ülkelerin saldırısı altında. Başka bir ifadeyle, akademik özgürlük sadece bir çatışma meselesi olmaktan, yani sadece savaşın olduğu, otoriter rejimlerin insanları boğduğu ülkelerin sorunu olmaktan çıkmıştır. Aynı zamanda demokratik olarak kurulmuş ülkelerin de sorunu haline gelmiştir. Bu bağlamda son yıllarda tüm dünyada ifade özgürlüğüne, eleştirel düşünceye ve akademik özgürlüğe yönelik ciddi saldırılara tanık oluyoruz. Saldırı, bazı ülkelerde birbirine benzerken bazılarında kendine özgüdür.
Sadece birkaç örnek vermek gerekirse; Polonya’da, Macaristan’da, Romanya’da saldırılar toplumsal cinsiyet çalışmalarını hedef almaktadır. Geçen yıl Yunan Parlamentosu bir üniversite polis gücü kurulmasını oylarken, şimdiye kadar polise yalnızca yöneticilerin talebi üzerine müdahale etmesine izin veriliyordu.[15] Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık’ta etnik araştırmalar ve İsrail devletinin Filistin meselesiyle ilgili herhangi bir eleştirel analizi işten atılmanın nedeni oluveriyor.
Almanya ve Fransa’da sömürgecilik sonrası çalışmalar Avrupa değerleri için tehlikeli bir alan olarak görülüyor. Son yıllarda Fransa’da, “aşırı İslamcılar ve solcu akademisyenler arasında bir ittifak” anlamına gelen ‘İslami-solculuk’ (İslamo-Gauchisme, islamogoşizm) suçlamasıyla akademik özgürlüğe yönelik saldırılara tanık olduk.[16] Kavram, Cumhuriyet’i ve değerlerini tehdit eden ayrılıkçı olmak ve teröristlerle birlikte hareket etmek ya da onlarla ittifak kurmakla suçlanan sol ve ırkçılık karşıtı gruplara yönelik ortak bir saldırı haline geldi.[17] 2021’de Fransa Yüksek Öğrenim Bakanı, tüm toplumu yozlaştırmakla İslami-solculuğu suçladı. Aslında eğitim bakanı, bu kavramı “ırk, cinsiyet ve sosyal sınıf araştırması” ile ilişkilendirmeye çalıştı. Bu nedenle yükseköğretim bakanlığı toplumu kurtarmak için İslami-solculuğa karşı harekete geçti ve bir tür cadı avı başlattı. Türkiye’dekine benzer elbette. Bu örnekler sadece eleştirel düşüncenin (sözde) demokratik ülkelerde de ciddi tehdit altında olduğunu göstermiyor, aynı zamanda batı demokrasisinin o kadar da korunaklı olmadığına, tersine ne kadar kırılgan olduğuna işaret ediyor.
Elisabetta Brighi, Mattia Giampaolo ve Paola Rivetti, Bugie demokrathe e di Regime adlı makalelerinde, İtalya gibi demokratik bir ülkede ve Mısır gibi otoriter bir ülkede akademik özgürlüğe ve araştırma özgürlüğüne yönelik tehlikeye/tehdide dikkatimizi çekiyor. Rejimler rahatsız edici veya ‘istilacı’ olduğunda araştırmanın tehlikeli olduğu ve yapılmaması gerektiğine rahatlıkla karar verebiliyor.[18] Bahsi geçen çalışma öğrencilerin ve meslektaşlarının, İtalya’daki NoTav[19] ve NoTap[20] hareketleri gibi rahatsız edici bulunan hareketler üzerine araştırmaları nedeniyle yargılandıkları bazı vakalara atıfta bulunuyor. Elbette bu saldırılar sadece akademik özgürlükle ilgili değil, İslam, cinsiyet ve ırkın kendisiyle de ilişkilidir. Yukarıda, bu geniş konuların akademik özgürlükle ilgili olarak nasıl analiz edilebileceğini kısaca örneklemeye çalıştım. Bu örneklerde de görüleceği gibi akademik özgürlük meselesi ulusal sınırların ötesinde küresel bir soruna dönüşmüştür. Buradan şimdi asıl konumuz olan Türkiye’de akademik özgürlük sorununa dönebiliriz.
Türkiye’deki akademik özgürlükler yukarıda ifade ettiğim gibi ülkenin siyasal yapısıyla doğrudan ilişkilidir. Bundan dolayı akademik özgürlükler var olan siyasi yapının niteliği yani otoriterlik çerçevesinde analiz edilmelidir. Bana öyle geliyor ki Türkiye’deki otoriterliği, tarihi gerçekleri kavrayışımız için basitleştirmek adına iki tarza ayırabiliriz. Birinci tip otoriterlik, beraberinde şiddeti, ifade özgürlüğünün ihlalini, sivil toplum ve sivil kuruluşlara sert kısıtlamaları getiren askeri müdahaleye dayanırken, 2000’li yıllarda—2002 genel seçimlerinden sonra—AKP’nin iktidara gelmesiyle başlayan ikinci tip otoriter rejim, askeri güçlerin yerine polis güçlerini ikame etti. Burada, polis kuvvetleriyle kastettiğim şey, geniş anlamda, Gramsci’nin yazdığı gibi «sadece suçun bastırılması için tasarlanmış kamu hizmetini değil, aynı zamanda devlet ve özel şahıslar tarafından egemen sınıfların siyasi ve ekonomik egemenliğini korumak için örgütlenen kuvvetlerin bütününe» işaret eder.[21] Otoriterizmin iki biçiminin ortak noktası, her ikisinin de ifade özgürlüğüne, akademik özgürlüğe, bilimsel araştırmaya vb. sistematik saldırılarla karakterize edilebilmesidir. Bununla birlikte, çağdaş otoriterlik biçimi söz konusu olduğunda, anayasanın değiştirilmesi ve demokrasinin temel taşlarından biri olan güçler ayrılığının kaldırılmasıyla demokratik ilkeler daha da parçalanmıştır. Bu ikinci tip otoriterizm, Sezarizm ve Bonapartizm gibi Gramscici kavramlar ve toplum üzerinde baskıcı bir kontrol inşa etmede entelektüelin rolü açısından analiz edilebilir. Bu bağlamda bu rejimi veya otoriterliği Gramsci’nin kavramlarıyla gerici/regresif Sezarism olarak adlandırabiliriz. Burada Erdoğan’ın artan otoriter ‘gücüne’ rağmen, bu yönetimin Gramscici anlamda hegemonik olarak kabul edilip edilemeyeceği sorusu sorulmalıdır.
IV.
Akademiyi Türkiye’de Otoriterizmin Sezarist-Bonapartist Biçimiyle Okumak
Egemen sınıf uzlaşmasını kaybetmişse, yani artık “öncü/yöneten” değil, yalnızca “hükmeden/egemen” ise, saf zorlayıcı güç kullanıyorsa, bu tam olarak büyük kitlelerin geleneksel ideolojilerinden kopmuş olduğu, daha önce inandıkları şeye inanmadıkları anlamına gelir. Kriz tam da eskinin ölmek üzere olduğu ve yeninin doğamaması gerçeğinde yatmaktadır; bu fetret döneminde çok çeşitli hastalıklı belirtiler (i fenomeni morbosi) ortaya çıkar.
Antonio Gramsci[22]
Erdoğan’ın hegemonyasını inşa ettiğini ve sürdürdüğünü savunan bazı analizlerden farklı olarak, AKP hükümeti, Gramscici anlamda ideolojik ve entelektüel liderlik eksikliği nedeniyle hegemonyayı ‘hak ettiği’ bir şekilde inşa etmeyi başaramamıştır.
Gramsci, İtalyan kapitalizminin gelişimi sırasında faşizmin yükselişinde Sezarizmin rolünü anlamaya çalışmıştı. Gramscici Sezarizm, çatışmadaki güçlerin katastrofik (yıkıcı) bir biçimde birbirini dengelediği bir durumu tanımlar; yani, birbirlerini öyle dengelerler ki, çatışmanın devam etmesi ancak karşılıklı yıkımlarıyla sona erebilir.[23] Gramsci’ye göre bu durum, sonunda Sezarist bir çözüme yani üçüncü bir gücün, ‘büyük bir kişiliğin’ kesin bir müdahalesine veya arabuluculuğuna yol açan ‘organik bir krizdir’ veya ‘otoritenin krizi’dir.[24]
Günümüz Türkiye’sinde, Erdoğan’ın Sezarist modelinin ortaya çıkışı ve pekiştirilmesi, çatışma halindeki ilerici ve gerici güçler, karizmatik liderlik, parlamenter sistemin rolü, tahakküm ile rızanın birleşimi, dini unsurlar, demokratik ve cumhuriyetçi kalıntıların yok edilmesi ve bunun yerine tek adam rejiminin (yeniden) inşası ve nihayet bir tür bürokratik polis diktatörlüğü gibi bir dizi farklı unsuru bir araya getirir.
Daha spesifik olarak, AKP iktidarının kendini ‘sol’ bir güç olarak ilan eden Kemalizm ile sağcı muhafazakâr, milliyetçi ve radikal dini gruplar arasındaki (en güçlü şekilde laiklik ve İslam arasındaki gerilimde ifadesini bulan) ‘katastrofik (yıkıcı) dengenin’ sonucu olarak ‘üçüncü güç’ şeklinde ortaya çıktığı söylenebilir. Bu çatışmada ne laiklik ne (radikal) İslamcılık kazanır ve sonunda üçüncü bir güç ortaya çıkar, müdahale eder ve en nihayetinde galip gelir: Erdoğan ve AKP.
İslamcı kökenlerinden oldukça farklı vaatlerle iktidara geldiler. Reformist, seküler ve Batı yanlısı bir yüz sunarak kendilerini farklılaştırmayı başardılar. Bu da hem Türkiye’nin liberal aydınları hem de AB gibi uluslararası kuruluşlar tarafından ilk onayını kazanmasına yardımcı oldu. Başka bir deyişle, Erdoğan son derece gerici, siyasi, ekonomik ve kültürel projesini; yardımsever, görünüşte ilerici bir yüzün arkasına gizlemeyi başardı.
Bu otoriterizm, Gramsci’nin Sezarist çözümün iki biçimden birini aldığı şeklindeki tanımıyla uyumludur: ilerici veya gerici. İlerici Sezarizm, üçüncü gücün müdahalesinin ilerici güçlerin iktidara gelmesine yardımcı olması anlamına gelir. Gerici Sezarizm ise üçüncü gücün gerici güçlerin zafer kazanmasına hizmet ettiğine işaret eder. İlk durumda, Sezarist rejim, ‘niceliksel-niteliksel’ bir dönüşümle—madun sınıf için önemli gelişmelerin olduğu bir devlet tipinden diğerine geçişle—sonuçlanan organik bir krizin sonucudur. Öte yandan gerici Sezarizm, yalnızca nicel olarak karakterize edilir, yani bir devlet türünden diğerine geçiş yoktur, marjinalleştirilmiş gruplar için hiçbir iyileştirme yoktur, yalnızca baskıcı statükonun devamı vardır.
Somut Türkiye örneğine dönersek, Erdoğan’ın Sezarizminin geri(leti)ci olarak kabul edilebileceği üç tarza kısaca değinmek mümkün.
Birincisi, siyasi arenada AKP, ülkenin uzun süredir devam eden parlamenter sistemini ağırlıklı olarak merkeziyetçi bir başkanlık sistemine dönüştürmeyi başardı ve böylece kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırdı. Diğer önemli siyasi değişiklik, tarihsel olarak laik, Kemalist – ağırlıklı olarak devletin bütünlüğünü; İslamcı, Solcu ve Kürt muhalif güçlere karşı korumak adına kullanılan – ordunun zayıflatılması ve ardından, Erdoğan rejimine aleyhtar her türlü muhalefete karşı giderek artan bir şekilde mücadele eden polisin baskıcı güçlerinin genişlemesidir.
İkinci olarak, Erdoğan’ın Sezarist modelinin bir diğer önemli unsuru, geleneksel laik devletle keskin bir tezat oluşturarak yeni bir otoriterizm inşa etmede dinin etkisi ve rolüdür. Din, Erdoğan’ın seçim zaferi ve laik-liberal muhaliflerine karşı kendini mağdur gösteren bir ortam yaratması için araçsallaştırılan popülizminin ve Sezarizminin kilit bir unsurudur.
Üçüncüsü, Erdoğan’ın ‘niceliksel’ gerici Sezarizminin bir başka örneği, AKP’nin tüm üniversiteleri tek bir kurum altında kontrol etme çabasıyla merkezileştirmeyi amaçlayan Yükseköğretim Kurulunun (YÖK) kaldırılmasına ilişkin yanıltıcı-sözde vaatleridir (farklı seçim kampanyalarında: 2002, 2007, 2011).[25] AKP, bu kurumu kaldırarak daha demokratik ve özerk bir üniversite sistemi kurma sözü vermişti. Gerçekte AKP tam tersini yapmıştı. Sadece YÖK’ü kaldırmamakla kalmadı üniversitelerdeki kadrolara kendisine sadık profilleri yerleştirdi. Üstelik Türkiye üniversite sisteminin neo-liberalleşmesini daha da derinleştirdi; kadrolarını AKP yandaşlarına vermek üzere yeni üniversiteler kurdu ve akademik camiayı güçsüzleştiren ve doğrudan karar verme yetkisini Cumhurbaşkanı Erdoğan’a veren bir dizi yukarıdan aşağıya anti-demokratik uygulamayı/reformları dayattı.
V.
Akademik özgürlük, […] belirlenmiş herhangi bir öğreti tarafından kısıtlanmaksızın, öğretme ve tartışma özgürlüğü, araştırma yapma ve sonuçlarını yayma ve yayınlama özgürlüğü, içinde bulundukları kurum veya sistem hakkında düşüncelerini özgürce ifade etme özgürlüğü, kurumsal sansüre tabi olmama özgürlüğü, profesyonel veya temsili akademik kuruluşlara katılma özgürlüğüdür.[26] (UNESCO’nun tanımı, 1997)
Yukarıda bahsettiğim üçüncü bağlam açısından Türkiye’de bilimsel araştırma ve akademik özgürlüğün kaygı verici olduğunu ve bilgiyle ilişkimizin yeniden formüle edilmeye çalışıldığını 2019 yılında taşradaki ve büyük kentlerdeki üniversitelerde halen çalışmakta olan 12[27] akademisyenle yaptığım görüşmeler kanıtlamaktadır.[28] Bu araştırma, akademisyenler arasında farklı akademik unvana sahip ve farklı araştırma alanlarından 4 kadın ve 8 erkek akademisyen ile yarı-yapılandırılmış görüşme tekniği yoluyla gerçekleştirilmiştir. Görüşmeler anonim olarak yapılmış ve sadece yaş ve cinsiyetleri belirtilmiştir. Bu araştırma, güvenilirliği nedeniyle özellikle Jitsi platformu üzerinden sanal toplantı ile uzaktan gerçekleştirilmiştir. Whatsapp üzerinden sadece iki görüşme yapılmıştır. Bir görüşme yazılı olarak sunulmuş ve Jitsi platformu vasıtasıyla yapılan bir görüşme kayda alınmıştır.
Bu çalışma, Türkiye’de akademik özgürlüklerin durumunu var olan mevcut sistem içerisinde tartışmak için yapılmıştır. Araştırmanın temel meselesi mevcut koşullar içerisinde 2016 yılından sonraki sistematik saldırıların ardından akademinin durumunu ortaya koymaktır. Bu açıdan akademik özgürlüğün ne ifade ettiği veya hala bir anlamının olup olmadığı, akademik üretimin ve özgürlüğün önündeki temel engellerin ve zorlukların neler olduğu ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
Görüşmeler kolektif bir güvencesizliğin ve kırılganlığın akademik, bilimsel ve özgür ortamlara egemen olduğunu gösterir. Bu görüşmeler akademik özgürlüklerin sadece muhalif olan kesim açısından değil ama rejime yakın ancak eleştirel olan kesim açısından de bir baskı aracına dönüştüğünü ortaya çıkarmıştır. Türkiye’de sadece dilekçeye imza verdikleri için 2016 süreciyle birlikte akademiden atılanlar değil, ama geride kalanlar da başka biçimlerle baskıya ve kısıtlamalara maruz kadılar/kalıyorlar. Her ne kadar bu süreçte çok fazla haksızlığa maruz kalmış olsalar da sadece Kürtler değil, imza atmayan ama sürecin içinde farklı şekillerde yer alanlar ve muhalif olarak üniversitede bulunanlar da haksız muamele görmeye devam ediyorlar.
Görüşme yapılan akademisyenler kolektif bir kırılganlık yaşadıklarını ve güvencesizliğin temel kaygı nesnesine dönüştüğünü dile getirdiler. Akademik özgürlük üzerindeki baskıları şu farklı unsurlarla ilişkilendirdiler: 1) ifade özgürlüğü, 2) kurumsal sınırlar, 3) oto-sansür (buna verilen örnek ders öncesinde dersin nasıl anlatılacağının derinlemesine düşünülmesidir), 4) siyasal ortam/devlet baskısı ve 5) öğrencilerin neden olduğu/yarattığı baskılar. Bütün bunları kamusal ve özel baskı alanları şeklinde sınıflandırmak mümkün. Başka bir ifadeyle özel baskı alanı bireyin oto-sansür üzerinden yarattığı baskıya karşılık gelir, buna kendini dizginleme de diyebiliriz. Kurumsaldan kasıt ise devletin kendisinin kolluk kuvvetleriyle yarattığı baskının yanında kişinin çalıştığı kurum ve bunun bağlı bulunduğu diğer kurumların yarattığı baskılardır. Bunların dışında görüşülen akademisyenlerden biri, akademik özgürlüğü konu-zaman-dil bağlamında ele aldı. Bu bağlamda üç önemli ölçüte işaret etti:
- Kritik konu (siyaset açısından önem arz eden konu),
- Kritik zaman,
- Kendi dilinde yazabilme ve konuşabilme.
Bu faktörler şu anlama geliyordu: Çok kritik zamanlarda çok kritik meseleleri ana dilde tartışıyor olabilmek ifade özgürlüğün yanı sıra akademik özgürlüğün de sorun edilmediğine işaret ediyordu. Bununla berber, görüşülenlerin çoğu akademik özgürlüğü UNESCO’nun yukarıda verdiğimiz tanımı bağlamında özgürce araştırma yapma, özgürce kendini geliştirme ve toplumla özgür bir şekilde araştırmasını paylaşabilme şeklinde tanımlıyorlardı.
Görüşme yapılanlardan biri akademik özgürlüğü belirleyen veya var kılan önemli etkenleri şu şekilde sıraladı: 1) politik iktidarın durumu, 2) toplumun yaklaşımı, 3) akademinin akademiye yaklaşımı. Bu şu anlama geliyordu: İktidar akademik özgürlüğe nasıl yaklaşır, toplum bu özgürlüklere ne kadar sahip çıkar ve akademi baskılara ve özgürlüklere nasıl tepki verir? Bunlar akademik özgürlüğü belirleyen ve ayrıca var olmasını sağlayan etkili faktörlerdir. Bu koşulların eksikliği hem güvencesizlik hem kırılganlık hem dirençsizlik yaratır. Akademisyenlerden biri akademinin artık eskisi gibi o kadar da güvenceli yerler olmadığını belirterek kolektif güvencesizliğe dikkat çeker. Bu üç faktör ilişkili ve pekiştirici etkenlerdir. Bu yaklaşım özgürlüklere devlet-akademi-toplum üçlüsü açısından bakmak gerektiğini gösterir. Baskılar somutlaştığında ne akademisyen ne toplum bu özgürlüklere sahip çıkabildi. Bu özellikle toplumla akademi arasındaki mesafenin ne kadar büyük olduğuna işaret eder. Akademisyen ile vatandaş arasında bir uçurum söz konusudur. Bunun nedenlerinden biri toplumun hiçbir zaman özgürlükleri tam anlamıyla tadamamasıdır. Buna akademinin kendisi de dahildir.
Bilhassa, 15 Temmuz 2016 sonrasında akademik alanda çok fazla değişim yaşandı. Rektörler ve üniversiteler siyasal yapıya göre tavır aldı. Bu çatışma ve siyasi krizin yaşandığı dönemde devletin yaptığı operasyonlar bağlamında üniversite, bilimsel kimliğini bir kenara bırakarak siyasal bir görev üstlendi-üstlenmek zorunda bırakıldı. Bu baskılar pek çok yüksek lisans, doktora öğrencisini ve hocaları derinden etkiledi/etkilemekte. Bunun sonucu olarak akademi içerisinde yer alan bu insanlar kendi dünyalarına kapandı. Mehmet Fatih Tıraş’ın intiharı bu duruma verilebilecek örneklerden biri olmakla birlikte şu soruyu da sormamıza neden olur: Bu bir intihar mıydı yoksa cinayet mi?
Görüşme yapılanlardan biri, madde bağımlısı olacak kadar ileriye giden durumlarla karşı karşıya kalındığını şu sözlerle ifade etti: Çevremdeki yüksek lisans, doktora yapan hatta hocaların bir kısmı bile ya tamamen kendi küçük dünyalarına çekildiler ya da bir kısmı madde bağımlılığına kadar gittiler, (bilhassa öğrenciler arasında) antidepresan kullanımı […] artı, ilaç ya da bağımlılık yapan uyuşturucuya yönelen bir sürü akademisyen var, alkole yönelme de arttı. Aynı kişi bu durumu zihnin özgür olmamasıyla ilişkilendirdi. Ona göre baskılar birebir kişiye yönelmese de propagandalar zihni meşgul etmekte ve zihin serbest kalamamaktadır.
Bu baskılar yukarıda ifade edildiği gibi üniversitedeki bireyleri içlerine kapatmakla kalmamış, görüşme yapılan kişinin dile getirdiği şekliyle, anti-depresan kullanmalarına neden olmuştur. Akademisyenlerde anti-depresan kullanımının artması gibi[29] son yıllarda ülkede anti-depresan kullanımının bireylerde de arttığı[30] gözlemlenmiştir. Görüşme yapılan aynı kişi alkole ve bağımlılık yapan uyuşturucu maddelere yönelimin akademisyenler arasında çoğaldığına dikkat çekmiştir. Akademisyenler arasındaki bunalımın sebebini görüşme yapılan kişilerden biri şöyle ifade etmiştir: “Akademik yaşam toplumun göremediğini biraz daha iyi görebilen alandır ama topluma yönelik bir çözüm üretemedikleri için, çözümü bilip aslında hiçbir şey yapamadıkları için bunalıma girdiler. Çöküş denilen şeyi yaşadılar. Bunlar enerjik insanlarken artık bir şey yapmak istemiyorlar. Çaresizlik varsa akademik özgürlük olduğunu söyleyemeyiz. Türkiye’de akademik özgürlük olduğunu düşünmüyorum.”
Kısacası, bu görüşmeler sonucunda dile getirilen baskıların ve şiddetin yarattığı sonuçları şöyle sıralayabiliriz: içe kapanma; anti-depresan ve diğer bağımlılığa neden olan maddelerin kullanımında artış; oto-sansür; araştırmaya ve akademik çalışmalara dair enerji ve istenç yitimi; mobbing uygulama; araştırma için maddi kaynaktan muaf tutulma ve özellikle kamusal alanda daha temkinli olma.
Darbe girişimi sonrasında kurumsal denetim ve hiyerarşi daha da derinleştikçe yukarıda bahsi geçen sorunlar daha güçlü hissedilmiştir. Bu bağlamda, akademik özgürlük üzerindeki baskı bilhassa ‘kısıtlama’ kavramıyla ilişkilendirilmelidir. Bir başka ifadeyle akademik özgürlüğü hiçbir kısıtlamaya uğramadan araştırma yapmak olarak tanımlamak gerekir. Bu kısıtlamalar sadece ülkenin içerisinde bulunduğu siyasal yapıdan kaynaklı değildir, geleneksel üniversite yapısının yarattığı zorluklar da kısıtların temel nedenlerinden biridir. Elbette siyasi yapı ve toplumun genel havası akademiye yansısa da ve bunları birbirinden ayrı düşünmek zor olsa da üniversitenin kendi sorunlu yapısı, akademik araştırmanın ve üretimin önünde önemli bir engeldir. Bu durum, yapının demokratik olup olmadığıyla ilişkilidir.
Akademinin bu anlamda, alternatifi olmadığı düşünülürse, araştırmanın yapıldığı en ideal yer olması beklenir. Ancak Türkiye bağlamında bakıldığında araştırma yapmak sadece akademik unsurlarla biten bir şey değil, aynı zamanda idari unsurlar da önemli bir rol oynamaktadır. Bu şu anlama gelir: Doktorayı bitirmek bir akademik unsurken doktoradan sonra statü elde etmek idari bir unsur olur. Doktorayı bitirdikten sonra işsiz kalmanızı idari yapı belirleyebilir. Yani, akademisyenlerden oluşan bir idari yapı belirleyici olabilir. Bu sadece doktora sonrası süreçte değil daha sonraki süreçte de söz konusudur. Örneğin, doçent veya profesör olmak için yeterince yayınınız var ama bu unvanı almanızı belirleyen siyasi kararlar olabilir. Bunlar bilhassa görüşme yapılan kişilerin altını çizdiği kısıtlara yönelik etmenlerdir.
Kısacası, hem kurumsal hem de devlet sansürü, Türkiye’deki akademik özgürlüklerin ve özgür-bilimsel araştırmanın belirleyicisidir. Bazı akademisyenler, derslere kurumsal anlamda doğrudan müdahale olmasa da, hem siyasi ortamın gerginliğinden, hem üniversiteden arkadaşlarının atılmasından, hem de soruşturma mekanizmasının sık sık ve kolayca işlemesinden dolayı, bizatihi kendileri derslerine ve anlatacaklarına müdahale etmektedir. Bunun yanı sıra akademisyenler, yazdıklarına müdahale olmasa da her istediğini yazamamakta ve böylece oto-sansür uygulamaktadır. Kısacası, kurumsal yapıya bağlı kısıtları şu şekilde sıralayabiliriz:
- İdari yapı içerisinde, yani üniversitenin kendi kurumsal yapısı içerisinde hâkim olan siyasi ortam,
- İdarenin kendi geleneksel yapısı,
- İdarenin zorunlu koştuğu yönetmeliklerdeki kural ve ölçütlerin yarattığı kısıtlar,
- Akademisyenin memur olarak görülmesi, idari birimlerin—dekan, bölüm başkanı gibi—memur zihniyetinden çıkamaması.
Dolayısıyla hiyerarşik bir şekle sahip olan bu kurumsal veya idari yapı akademik özgürlüğün önündeki en büyük engellerden biridir. Bunun yanında akademik özgürlüğü zorlayan ve kısıtlayan etkenlerden biri de yayın kriterlerinin veya yükselme kriterlerinin sürekli değişmesidir. Görüşme yapılan akademisyenler için bu durum, özellikle sorunlu bir mesele olarak dile getirilmiştir. Yükselmek adına yayın yapmaları gerektiği için de nitelikli dersler verme geri plana itilir. Böylece akademisyen ne üretebilir ne de nitelikli öğrenci yetiştirebilir. Hocaların ders yüküyle zamanlarının çalınması ve normal araştırmayı bırakın kitap bile okumaya vakitlerinin olmaması, dile getirilen diğer zorluklardan biridir.
Bu belirlenimler her ne kadar sadece bu hükümet dönemine ait olmasa da, akademinin araştırma ve eğitim merkezinden ziyade daha muhafazakar idareci-memur merkezine dönüştürülmek istenmesiyle akademik özgürlükler kurumsal baskılarla geriletilmiştir. Bu kısıtlamalarla söz konusu hükümet, istediği entelektüel tipini, yani aynılığa dayanan tek-tip bir akademi ve akademisyen modelini yaratma hedefindedir. Başka bir ifadeyle, üretmeyen, araştırmayan ama itaat eden veya karşı çıkamayan, karşı çıkma gücü ve yetisini yitiren entelektüel/akademisyen… Dolayısıyla buradaki amaç bir nevi kendi entelektüelini yaratmaktır. Böylece kendi istediği başkanlık sistemini diğer sistemlerin varlığından bahsetmeden, halka bu (sözde) entelektüeller üzerinden anlatabilmek kolaylaşmış olacaktır.
Otoriter gerici-Sezarist sistem, bu şekilde muhafazakâr bir kesim yaratmak çabasındadır. Heterojenlik yani çeşitlilik ve farklılık bu muhafazakâr sistemin asıl düşmanıdır. Dolayısıyla ona sadık ve onun emrinde olacak entelektüel-bilgi karşıtı bir kesim yaratma arzusu esastır. Ancak görüşme yapılan akademisyenlerden biri AKP’nin bu projesinde başarılı olamadığına inanır. Çünkü muhafazakâr öğrencilerin gözünde bu projenin artık bir karşılığı yoktur. İktidardaki hükümet öyle görünüyor ki henüz bunun farkında değil. Görüşme yapılan kişiye göre bu projenin başarısızlığının birkaç etkili nedeni olabilir; pek çok üniversitenin açılması ve dijital çağın etkisi gibi. Araştırmadan çıkarılabilecek en önemli sonuçlardan biri akademinin yeniliğe açık olmayan muhafazakâr bir yer olmasıdır. Bu durum kendisini akademik özgürlüklere getirilen kısıtlarla kanıtlamaktadır.
VI.
Sonuç
Dünyaya özgürlük şarkısını söylemek istiyorum. Kötülüğü kralların tahtında çiğnemek...
Aleksandr Puškin, Effervescenza[31]
Özetle, bugünün genel siyasi, dini ve kültürel-eğitim durumu, herhangi bir Sezarist ‘nitelikten’ yoksundur, ancak daha ziyade Erdoğan’ın niceliksel, gerici veya regresif Sezarist otoriterliğinin bir başka göstergesidir. Başka bir deyişle, yukarıda bahsettiğimiz siyasal ve toplumsal durum, Erdoğan’ın kendisi ve AKP iktidara gelene kadar doğamayacağını iddia ettiği yeni bir Türkiye’nin yaratılmasına ilişkin bıkıp usanmadan tekrarlanan sloganlarının, ölmeyen—ve aslında asla ölmesi arzulanmayan (bunu gattopartizm olarak da adlandırabiliriz) —eskinin yıkıcı, kendine hizmet eden temellüklerinden ve yeniden formüle edilmesinden başka bir şey olmadığını gösterir. Yazının başında bahsettiğimiz gattopartizm bu bağlamda Gramsci’nin gerici Sezarist anlayışıyla örtüşür. Her şeyin aynı kalması için Erdoğan’ın gerici Sezarist ve gattopartist yönetimi bir şeyleri değiştirmek zorundadır. Tarihin değişmeye tabi kaçınılmazlığının ancak bu şekilde önüne geçebilir. Eskinin otoriter biçimini öldürmek istediğini söyleyip yeni bir otoriterlik inşa ederek özgürlüklerin önüne geçer.
Görüşülenlerden birinin akademik özgürlüğü mutluluk kavramıyla ilişkilendirmesi, akademik özgürlüğe ilişkin en ilginç tanımlardan biri olmuştur. İnsanın gelişimi ve refahı, genel olarak ifade özgürlüğü ve buna bağlı olarak akademik özgürlüğün sonuçlarındandır. Görüşme yapılan kişiye göre akademik özgürlük, aynı sebeplerden ve aynı biçimde, düşünce ve ifade özgürlüğüyle aynı değere sahiptir. Bunun en büyük kanıtını J. S. Mill, Özgürlük Üzerine çalışmasında verir. Özgürlüğün kendinde değer olarak savunulacak bir şey olup olmadığı (Mill’e göre öyle değil) sorununu bir kenara bırakırsak, düşünce özgürlüğü ve buna bağlı olarak akademik özgürlük; aklın gelişmesi, ilerlemenin gerçekleşmesi, insanlığın refahı ve mutluluğu için gerekli bir koşuldur. Dolayısıyla, akademik özgürlük ideolojik veya ekonomik gündemden bağımsız olarak herhangi bir otoriteden müdahale görmeksizin veya sansüre tabi bırakılmaksızın araştırma yapma, sınıfta özgürce ders yapabilme (öğrencilerle bireysel toplantıların yanı sıra), profesyonel toplantılara ve organizasyonlara katılma ve konuşma yapabilmektir. Yani, tutkuyla ve aşkla bilgiye meyledilebilecek bir ortam, bilgi sevdalısı için zaruridir.
Bununla birlikte, şunu belirtmekte fayda var: Otoriter ya da totaliter tüm baskıcı hareketler ve rejimler, Marx’ın kapitalizm çözümlemesi göz önünde tutularak ele alınmalıdır, her ne kadar bu yazı bu konuya genişçe değinemese de. Bütün bu rejimler üretim tarzı, üretim ilişkileri ve onun yarattığı krizin sonucuyla ilgilidir. Bu nedenle Marx’ın eserlerine ve Marksist yazılarına ve eleştirilerine bakmak gerekir. Marx, 1844 tarihli Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nda, kapitalist üretim tarzı ve onun unsurlarından kaynaklanan yabancılaşmadan bahseder. Özellikle emekte kendini gerçekleştirmeye vurgu yapar. Kapitalist üretim tarzı, işçilerin bu tatmin duygusuna ve kendini gerçekleştirmesine izin vermez. Erdoğan ve hükümetinin baskıcı tavırları, vatandaşları kendi inançlarından, dini değerlerinden, toplumdaki diğer insanlardan ve insanlık duygusundan yabancılaştırmakla kalmaz, onları ayrıca uzaklaştırır. Otoriter, totaliter, baskıcı ve despotik rejimler, olası kapitalist krizleri ortadan kaldırmaya ve tüm insanları şiddet yoluyla emeğine, toplumuna, nesnesine, ilişkilerine vb. yabancılaştırmaya yardımcı olur. Alman İdeolojisi’nde, Marx’ın maddi koşulları (hem ekonomik hem de kültürel-ruhsal koşullar da dahil olmak üzere) tanımladığını, bireyleri toplumsal bilinçlerini geliştirmeye nasıl yönlendirdiğini gözlemleyebiliriz. İşte burada yazımızın başlarında bahsettiğimiz bilgiye aşk ile meyletmek, bilgiyi arzulamak ve tutkuyla peşinden koşmak devreye girecektir.
Ufukta hala kara bulutlar olacak gibi görünüyor, belki sadece Türkiye’de değil tüm dünyada: faşist kara bulutlar! Ancak bu baskılara ve sansürlere rağmen Rosa Luxemburg’un dediği gibi “devrim sessizlikle öldürülemez.”[32] Aksine, karşıtını bu sessizlik içerisinde yaratır. Aynı şekilde Aslı Vatansever bir makalesinde Rosi Braidotti’ye işaret ederek savunmasızlığın/kırılganlığın tüm canlı varlıkların ortak özelliği olduğunu belirtir. Bu fikrinden yola çıkarak, kolektif bir savunmasızlık deneyiminin potansiyel olarak “yenilenmiş bir karşılıklı bağlılık duygusuna” yol açabileceğini savunur.[33] Bunu kolektif kırılganlık ve güvencesizliğe karşı öznelerin kolektif-hareket etme ve kolektif-dayanışma üzerinden birbiriyle ilişkilenmelerine bağlayabiliriz. Dayanışma yaşatır. Ama bu liberal bir dayanışmadan ziyade devrimci dayanışma olmalıdır.
[1] Araştırma görevlisi, Scuola Normale Superiore, İtalya.
[2] ‘Se vogliamo che tutto rimanga come è, bisogna che tutto cambi’: Giuseppe Tomasi di Lampedusa, Il Gattopardo, Feltrinelli, 2005 (ilk olarak aynı yayınevi tarafından 1958’de basılır), s. 21. Lampedusa’nın bu çalışmasına dikkatimi çeken ve gattopartizm kavramını Türkiye bağlamında tartıştırma konusunda bana ilham veren Hjalmar Jorge Joffre-Eichhorn’a burada teşekkür etmek isterim.
[3] Maxime Rovere, Spinoza Tayfası, çev. Osman Senemoğlu, Kolektif Kitap, 2020.
[4] Gattopartizm (gattopartismo) ifadesi, Giuseppe Tomasi di Lampedusa’nın Gattopardo (Leopard, Can Yayınları, 1998) kitabında yukarda yaptığımız alıntıya dayanarak kavramsallaştırılmıştır. Dizionario italiano Ragionato adlı sözlük gattopartizm’i özünde, aslında her şeyin eskisi gibi kalmasından yana olan ama gelmekte olan değişime de direnemeyeceğinin farkında olup her şeyin değişmesine izin veren, politik şüpheci ve muhafazakâr bir tavra ve inanca işaret eder (Paolo Squillacioti, Tutto cambia o tutto resta com’è? Il Gattopardo e la storia Appunti per la lezione seminario di formazione per insegnanti Orizzonti aperti. Raccontare la storia e la letteratura, Roma, CNR, 28 febbraio 2018, s. 3). Bu tutum romandaki kahramanın, Salina prensi Fabrizio Corbera’nın yeğeni Tancredi’nin kullandığı ifadelerden çıkarılmıştır. Statükonun korunmasını ima eder.
[5] Bu ifade aynı zamanda tarihçiler tarafından Machiavelli’nin Titus Livius’un On Kitabı Üzerine Söylevler ile de ilişkilendirilmiştir. Özellikle ünlü İtalyan tarihçi Carlo Ginzburg (Leggere tra le righe, https://www.lindiceonline.com/letture/narrativa-italiana/noterella-su-il-gattopardo/) bu ifadenin Lampedusa tarafından tersyüz edildiğini ifade eder. Ginzburg’un bahsettiği ifade ‘Chi vuole riformare uno stato anticato in una città libera, ritenga almeno l’ombra de’ modi antichi’ (Kim eski bir devleti özgür bir şehre dönüştürmek istiyorsa, en azından eski yolların gölgesini korumalıdır) (Söylevler, Kitap 1, bölüm 25).
[6] Sinem Adar ve Günter Seufert, “Turkey’s Presidential System after Two and a Half Years”, Stiftung Wissenschaft und Politik Research Paper, 2021, s. 8.
[7] A.g.e., s. 8.
[8] Jorge J. E. Gracia’nın kullandığı ‘devlet yamyamlığı’ ifadesinden esinlenmiştir: Jorge J. E. Gracia, ‘Introduction,’ Philosophy and Literature in Latin America: A Critical Assessment of the Current Situation, Jorge J. E. Gracia-Mireya Camurati (ed.), State University of New York Press, 1989, s. 16.
[9] Pradeep Barua, The Military Effectiveness of Post-colonial States, Brill, 2013.
[10] Gracia, “Introduction,” s. 16. İtalik bana ait.
[11] Gracia, “Introduction,” s. 16.
[12] Gracia, “Introduction,” s. 16.
[13] Evrensel, ‘Boğaziçi Üniversitesi kapısına takılan kelepçeyle ilgili inceleme başlatıldı,’ Evrensel, 6 Ocak 2021, https://www.evrensel.net/haber/422927/bogazici-universitesi-kapisina-takilan-kelepceyle-ilgili-inceleme-baslatildi.
[14] Bu sözleri aktaran Karl Marx ile 1865 tarihinde tanışan Paul Lafargue’dır. “Kişisel Anılar” başlığıyla 1890-1891 tarihlerinde Neue Zeit’ta (IX, cilt. 1, n.1-2) Almanca yayınlanır. Çevirisi yazar tarafından şu İtalyanca kaynaktan yapılmıştır: Paul Lafargue, ‘Ricordi Personali,’ Ricordi Su Marx, Rinascita: Roma, 1951, s. 42.
[15] Marina Rafenberg, ‘Police presence on campuses in Greece causes uproar’, Le Monde, 30 Mayıs 2022, https://www.lemonde.fr/en/international/article/2022/05/30/in-greece-police-presence-on-campus-causes-uproar_5985028_4.html.
[16] Peter Yeung, ‘If You Thought the Culture War in the US and UK Was Dumb, Check Out France’s’, Vice, Şubat 2021. https://www.vice.com/en/article/jgq9m4/if-you-thought-the-culture-war-in-the-us-and-uk-was-dumb-check-out-frances.
[17] Lucie Delaporte, ‘Emmanuel Macron’s Government is Mounting a Witch Hunt Against “Islamo-Leftism” in France’s Universities’, Jacobin, Şubat 2021.
[18] Elisabetta Brighi, Mattia Giampaolo, Paola Rivetti, ‘Bugie democratiche e di Regime,’ il lavoro culturale, 7 Mayıs 2021, erişim: 15 Haziran 2022, https://www.lavoroculturale.org/bugie-di-regime/elisabetta-brighi-mattia-giampaolo-paola-rivetti/2021/.
[19] Christian Raimo, Francesca Coin, ‘Condannare una tesi sui No Tav minaccia la libertà di ricerca,’ Internazionale, 28 Haziran 2016, https://www.internazionale.it/opinione/christian-raimo/2016/06/28/no-tav-processo-ricerca-chiroli. No Tav (Train ad Alta Velocità (Yüksek Hızlı Tren) (TAV’a Hayır) hareketi yirminci yüzyılın doksanlı yılların başlarında ortaya çıkmıştır. Ortak malların, kamu harcamalarının, toprakların ve siyasetin yetersiz olduğu düşünülen bir yönetimin sembolü ve örneği olarak alınan yüksek kapasiteli ve hızlı tren altyapılarının inşasına yönelik eleştirileri içermektedir.
[20] No Tap (Trans adriatic pipeline/trans Adriyatik boru hattı) (Tap’a Hayır): 878 km uzunluğundaki trans adriyatik boru hattı (TAP), Türkiye, Yunanistan, Arnavutluk ve İtalya üzerinden Avrupa’ya yılda 10 milyar doğalgaz getirmesi planlanan bir projedir. No Tap, çevreye ve nüfusa olası zararı kınayarak çalışmaya karşı çıkmıştır: Giuseppe Conte hükümeti ancak inşaatın yapımını onaylamıştı.
[21] Antonio Gramsci, Selections from the prison notebooks (SPN) Q. Hoare, G. Nowell-Smith (Eds.), Lawrence-Wishart, 1992, 221; Antonio Gramsci, Quaderni dal Carcere (QC, paragraf §), V. Gerratana (Ed.), cilt. 1, Torino: Einaudi, 1977.
[22] Gramsci, QC3, §34, cilt. 1, s. 311 (‘Se la classe dominante ha perduto il consenso, cioè non è più “dirigente”, ma unicamente “dominante”, detentrice della pura forza coercitiva, ciò appunto significa che le grandi masse si sono staccate dalle ideologie tradizionali, non credono più a ciò in cui prima credevano ecc. La crisi consiste appunto nel fatto che il vecchio muore e il nuovo non può nascere: in questo interregno si verificano i fenomeni morbosi più svariati.); SPN, s. 275-276.
[23] Gramsci, SPN, s. 219. Italik yazara ait.
[24] Gramsci, SPN, s. 210.
[25] Aytunc Erkin, ‘AKP, yeni anayasada YÖK’ü kaldıracak mı?’, Sözcü, 4 Şubat 2021, https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/aytunc-erkin/akp-yeni-anayasada-yoku-kaldiracak-mi-6242396/.
[26] ‘Recommendation Concerning the Status of Higher Education Teaching Personnel,’ the General Conference of the United Nations Educational, Scientific and Cultural Organisation (UNESCO) tarafından kabul edilmiştir, 1997.
[27] Belli bir süreden sonra görüşülenler benzer cevapları vermeye başladığından görüşme on iki kişi ile sonlandırılmıştır.
[28] Bu görüşmelerin verileri 2021 yılında Globalisation, Societies and Education dergisinde Authoritarianism and academic freedom in neoliberal Turkey başlığı altında yazılan ortak çalışmada kullanılmıştır. Bkz. Sevgi Doğan ve Ervjola Selenica, ‘Authoritarianism and academic freedom in neoliberal Turkey’, Globalisation, Societies and Education, 2021.
[29] Akademisyenlerin sağlık durumları ve anti-depresan kullanımıyla ilgili bkz. Demirel, A. Cansu, Feride A. Tanik, Nermin Biter, Alsi Davas, Lulufer Körükmez, Hanife Kurt, Gulden Ozatagan, Zeynep O. Barkot ve Nilgun T. Kilinc, Akademisyen İhraçları: Hak İhlalleri, Kayıplar ve Güçlenme Süreçleri, İstanbul: Türkiye İnsan Hakları Varkfı Yayınları, 2019.
[30] Sağlık bakanlığı tarafından açıklanan 2020 Yılı Sağlık İstatistikleri raporuna göre son 10 yılda anti-depresan kullanımında yüzde 70 oranında bir artış görülmüştür (https://www.dokuz8haber.net/gizlenen-rapor-nihayet-aciklandi-saglikta-cokus); M. Kemal Temel 2010’lardan beri anti-depresan kullanımındaki artışa dair bildirimlerin medya ve akademisyenler tarafından dile getirildiğine işaret etmektedir. Bkz. M. Kemal Temel, ‘Modern Psikososyoklinik Etmenlerin Eseri “Antidepresan Kullanım Bozukluğu:” Tıp Etiğince Sorun Teşkil Eden Bir Olgu’, Anadolu Kliniği Tıp Bilimleri Dergisi, Eylül 2019, cilt 24, sayı 3. Lale Elmacıoğlu, ‘Türkiye’de antidepresan kullanımındaki yükseliş alarm veriyor: Son 2 yılda satışlar 10 milyon kutu arttı,’ Independent Turkce, 27 Nisan 2022, https://www.indyturk.com/node/503126/sa%C4%9Flik/t%C3%BCrkiyede-antidepresan-kullan%C4%B1m%C4%B1ndaki-y%C3%BCkseli%C5%9F-alarm-veriyor-son-2-y%C4%B1lda-sat%C4%B1%C5%9Flar.
[31] Aleksandr Puškin (1799-1837), ‘Effervescenza,’ alıntı şu metinden yapılmıştır: Nikolai Alexandrovich Berdyaev, Le fonti e lo spirito del comunismo russo, Milano: A. Corticelli, 1845, s. 93. Çeviri yazara ait.
[32] Rosa Luxemburg, ‘Revolution in Petersburg!’, Complete Works of Rosa Luxemburg III: Political Writings 1: On Revolution 1897-1905, London-New York: Verso, s. 59.
[33] A. Vatansever (2018) ‘Academic Nomads. The Changing Conception of Academic Work under Precarious Conditions’, Cambio cilt. 8, n. 15: 153-165, s.162.
Fotoğraf: Patrick Robert Doyle