[voiserPlayer]
“Liberalizm modern dünyayı yarattı, fakat şimdi modern dünya ona sırtını dönüyor.” Bu hayıflanan ifade, The Economist dergisinin kuruluşunun yüz yetmiş beşinci yıldönümü anısına yayınlanan bir makalede yer alıyordu. “Avrupa ve Amerika, sıradan vatandaşın problemlerini çözmeye niyetli ya da muktedir olmayan ve yalnızca kendini düşünen liberal elitlere karşı gerçekleşen bir halk isyanının sancılarını çekiyor.” Bir yandan da otoriter Çin dünyanın en büyük ekonomisi olmaya hazırlanıyor. “Liberalizmi yaymak” amacıyla kurulan bir dergi için tüm bunlar “oldukça endişelendirici”.
Liberalizmin krizi için politik spektrumun her yanından akıl verildi. Barack Obama Patrick Deneen’in “Liberalizm Neden Başarısız Oldu?” (2018) kitabını yıllık olarak yaptığı tavsiye kitaplar listesine ekledi. Bu sırada Vladimir Putin ise, durumdan oldukça memnun bir şekilde liberalizmin “modasının geçmiş” olduğunu telaffuz ediyordu. Sağ, liberalleri toplumsal kohezyon ve kültürel kimlik pahasına bencil bir bireyselcilik ve ruhsuz bir materyalizmi savunmakla suçluyordu. Merkezciler, liberallerin politik doğruculuk ve azınlık haklarına olan takıntısının beyaz seçmenleri Donald Trump’a yönelttiğini iddia ediyorlardı. Yeniden canlanmakta olan sol ise demagogların yükselişini Avrupa ve Amerika siyasetini 80’lerden beri şekillendiren teknokratik neoliberalizmin sınırlı devlet doktrininin -vergi indirimleri, özelleştirme, finansal serbestleştirme (deregulation), işçi karşıtı yasalar, sosyal güvenlikte kesintiler- maliyeti olarak görüyordu.
Liberalizme yapılan saldırılar hiç de yeni değil. The Economist’in kurulduğu 1843 yılında, Karl Marx şöyle yazmıştı: “Liberalizmin giydiği tüm o ihtişamlı kıyafetler düştü ve şimdi onun tiksindirici despotizmi bütün dünyanın görebileceği şekilde açığa çıktı”. Nietzsche, liberalizmin kanonik metinlerinden biri olan “Özgürlük Üzerine”nin (On Liberty, 1859) yazarı John Stuart Mill’i “mankafa” olarak nitelemişti. Kolonileşen Asya ve Afrika’daki eleştirmenler -Hindistan’da R.C. Dutt, Çin’de Sun Yat-sen- liberalizmin Batı emperyalizmi ile yaptığı suç ortaklığına işaret ettiler. Mısır’ın Diyanet İşleri Başkanı (Grand Mufti) Muhammed Abduh ise şöyle yazmıştı: “Açıkça görüyoruz ki sizin liberalliğiniz yalnızca kendiniz için geçerli”. (Bu arada Mill, sömürgeciliği “barbarların” gelişimine öncülük ettiği gerekçesiyle meşrulaştırmıştı.) Farklı bir bakış açısını ise emperyal kuvvet olmaya can atan Almanya (Carl Schmitt), İtalya (Gaetano Salvemini) ve Japonya (Tokutomi Soho) gibi ülkelerdeki eleştirmenlerde görüyoruz. Reinhold Niebuhr ve John Gray gibi Anglo-Amerikan düşünürler de liberalizmin demokrasi ve insan hakları ile olan sorunlu ilişkisine ve akıl ile ilerlemeye olan fazlasıyla kayıtsız inancına dikkat çektiler.
Ancak liberalizme getirilen eleştirilerin bu denli çeşitli olması, tam olarak neyin eleştirildiğinin hemen anlaşılamamasına sebep oluyor. Liberalizmin kökenleri John Locke’un bireysel akıl üzerine yazdıklarına, Adam Smith’in ekonomi teorisine ve David Hume’un empirizmine dayanıyor; fakat bugün gelinen noktada liberalizm doktrini potansiyel olarak birbiriyle çelişen elementler içeriyor. Bireysel özgürlüğün felsefesi hem ekonomik anlamda devlet regülasyonundan bağımsız olmayı (yani liberteryenizme yakın bir duruşu), hem de minimal düzeyde sosyal ve ekonomik adaleti garanti eden bir devlet talebini -Avrupa’daki refah devletlerinin liberalizmini ve Yeni Anlaşma (New Deal) liberalizmini- çağrıştırıyor. Liberalizmin ikonik figürlerinin bizzat kendileri bile kendi söylediklerinden zamanla uzaklaştılar. Mill, Hindistan ve İrlanda’daki İngiliz emperyalizmini desteklemesine rağmen kendini bir sosyalist olarak tanımlamış, “dünyadaki hammaddelerin ortak mülkiyetini” sağlayacak bir amacın taslağını çizmişti. Büyük Buhran (Great Depression), John Dewey’i “toplumsallaştırılmış ekonominin bireyin özgür gelişimini sağlayacak araç” olduğu sonucuna varmaya zorlamıştı. 1958 yılında verdiği ünlü dersi “İki Özgürlük Kavramı”nda devletin ekonomiye müdahalesine karşı olan Isaiah Berlin, on bir yıl sonra “negatif özgürlüğün acımasız ve yetenekli olanlara karşı daha şanssız ve yeteneksiz olanlara destek olduğuna” inanan bir noktaya gelecekti.
Bu kavramsal kargaşadan ötürü liberalizm; alışılmadık şekilde, ne olmadığı ile tanımlandı. On dokuzuncu yüzyılın Fransız liberalleri için Jakobenlerin ve ultra-monarşi taraftarlarının aşırılıklarına karşı bir savunma niteliği taşıyordu. On dokuzuncu yüzyılın serbest ticaret yanlısı Manchester liberalleri için sömürgecilik karşıtı idi. Öte yandan Almanya’daki liberaller ise hem milliyetçiler hem de emperyalistler ile müttefikti. Yirminci yüzyılda liberalizm; komünizm ve faşizme karşı olanların açtığı bir bayrak niteliği taşıyordu. Son dönemde bazı uzmanlar geriye dönük olarak bakıldığında liberalizmin, totaliter ideolojilerin “diğeri” haline gelene kadar içsel tutarlığının ve entelektüel kökeninin olmadığını iddia ediyorlar. Samimi bir Hristiyan olan John Locke, yirminci yüzyıla kadar liberal bir filozof olarak görülmüyordu. Aynı şekilde Amerikan siyasetinde de “liberal” olarak nitelenen bir söylem yoktu. Lionel Trilling 1950 yılında Amerika’da liberalizmin “yalnızca baskın değil aynı zamanda tek entelektüel gelenek” olduğunu iddia ettiğinde bu sözcük, ahlaki prestijin geniş kapsamlı bir göstergesiydi ve “demokrasi’’, “kapitalizm’’ ve hatta “Batı’’ ile adeta eş anlamlı olarak kullanılıyordu. 11 Eylül’den itibaren ise İslamofaşizm ve Çin otoriteryenizmi gibi illiberal düşmanların karşısında Batı’yı tanımlamak için hiç olmadığı kadar fazla kullanılmaya başlandı.
The Economist, kuruluşundan beri kendini gururla bu mücadeleci Anglo-Amerikan geleneğine dahil ediyor ve liberalizm davasının gelişmesine güçlü bir şekilde katkıda bulunduğunu iddia ediyor. “Ayrıntılarıyla Liberalizm”de (Liberalism at Large; Verso) New York Şehir Üniversitesi’nden tarihçi Alexander Zevin, derginin yalnızca kendisinin değil aynı zamanda dünyadaki etkisinin de hikayesini anlatıyor. The Economist’i liberalizmin temsilcisi olarak almak Zevin’e doktrine ait kavramsal karmaşadan kaçınma imkanını veriyor. Zevin’in The Economist’in beyanlarını ve bunları dikkate alan politikaları değerlendiren incelemesi aslında bizlere 175 yıllık süreçte geniş bir biçimde uygulanan çeşitli liberalizmlerin bir çalışmasını sağlamış oluyor. Dergi, çoğu liberalin zannettiği gibi olmasa da -önce Britanya’nın sonra da Amerika’nın askeri, kültürel ve ekonomik gücü sayesinde- modern dünyayı yaratan bir güç olarak zuhur ediyor.
Etkisi açısından The Economist uzun süredir hiçbir yayının bulunmadığı bir yerde duruyor. Öyle ki dergi, daha kurulalı on yıl olmadan Marx tarafından “finans aristokrasisi’’nin organı olarak nitelenmişti. 1895’te Woodrow Wilson ise derginin “Atlantik’in iki yanındaki iş adamları için bir çeşit finansal tedbir” olduğunu söyledi. (İngiliz hayranı olan Wilson, oldukça sabırlı olan eşine The Economist’in en meşhur editörü Walter Bagehot’tan alıntılarla kur yapardı.) Yıllar boyunca bu derginin okuru olmanın sahip olduğu ayrıcalık, dergi için gurur kaynağı oldu. Şimdilerde Kuzey Amerika’da bir milyondan fazla abonesi olan (ki Britanya’dakinden fazladır) derginin dünyanın kalanında ise yedi yüz bin abonesi var. The Economist, Financial Times ile birlikte, doksanların başından beri (aşırı partizan ve Amerika yanlısı Wall Street Journal’a karşı büyük bir başarı kazanarak) küreselleşmenin o hoş İngiliz aksanlı sesi olmaya devam ediyor.
Derginin kendi istatistiklerine göre, okurları tüm süreli yayın okuyucularının en zengin ve en savurganlarından oluşuyor; öyle ki bir keresinde okuyucuların yüzde yirmisinden fazlasının eski usül şarap mahzeni olduğu ortaya çıkmıştı. Aston Martin, Burberry ve diğer küresel İngiliz markaları gibi The Economist denilince de akla büyülü bir elitizm geliyor. Derginin reklamlarından birinde dergi için ‘’zirvede tek başına’’ deniliyor, fakat ‘’yine de okunacak bir şeyler var.’’ Dergide yayınlanan -çoğu imzasız olarak çıkan- makaleler yakın zamana kadar özel kulüpleri, puro tüccarları, şapkacıları ve terzileri ile İngiliz elitliğinin kalesi olan Londra’nın St. James bölgesinde bulunan bir ofiste yayına hazırlanıyordu. Şu anki editör Zanny Minton Beddoes bu pozisyonda bulunan ilk kadın. Derginin ağırlıklı olarak beyazlardan oluşan kadrosu büyük çoğunlukla Oxford ve Cambridge mezunlarından alınıyor, hatta en önemli editörlerin çoğu Oxford’un tek bir kolejinden, Magdalen’dan gelmiş. “Çeşitliliğin az olması bir avantaj’’ diyen derginin eski editörü Gideon Rachman, şu an ise Financial Times’ta köşe yazarı olarak çalışıyor. Rachman, Zevin’e bu durumun tutarlı ve iddialı bir bakış açısı oluşturulmasına katkı sağladığını söylüyor. Gerçekten de yazarlar rapor ve analizlerine (örneğin Hindistan’ın enerji probleminin nasıl halledileceği gibi) çözüm önerileri de eklemekten çekinmiyorlar. Yazılar çoğunlukla kısa fakat genel olarak kapsam oldukça geniş. Öyle ki, tek bir sayıda Güney Tayland’daki isyandan Cakarta’daki kamusal ulaşıma, emtia fiyatlarından yapay zekadaki son gelişmelere kadar çok çeşitli konular işlenebiliyor. Bu editöryel bilgelik havası derginin aynı anda hem Bill Gates’in özel jetinde hem de düşünce kuruluşunda çalışmak isteyen birinin iPad’inde olmasını sağlıyor.
Derginin arşivleri hakkında uzmanlık sahibi olan Zevin, derginin iç yüzüne ve politik ve ekonomik güçlerle olan tarihi bağlantısına dair derin bir bilgiye sahip. Zevin, derginin editör ve yazarlarının medya, siyaset, iş dünyası ve finansın kapılarını nasıl açtığını -burada çalışan bazıları daha sonra İngiltere Bankası müdür yardımcılığı, İngiltere başbakanlığı ve İtalya başkanlığı gibi pozisyonlara geldiler- ve bu insanların tarihin kritik anlarında liberalizmin kapitalizm, emperyalizm, demokrasi ve savaşla kurduğu sürekli değişen ilişkiyi nasıl belirlediklerini gösteriyor.
Bu tezin kapsül bir versiyonu The Economist’in kurucusu ve ilk editörü olan James Wilson’ın kariyerinde bulunabilir. İskoçya’da doğan ve zor durumdaki bir şapka yapım işinin başında bulunan Wilson, bırakınız-yapsınlar doktrinini -onun deyimiyle “yalnızca pür prensipleri”- yaymak ve geliştirmek için bir dergi kurmaya karar verir. Bu sırada Wilson, özellikle de, tüccarların hoşuna gitmeyen tarım vergileri içeren Buğday Yasası’na karşı şiddetli bir muhalefet içindeydi. Buğday Yasası 1846’da, yani dergi yayına başladıktan üç yıl sonra yürürlükten kalktı, böylece Wilson gittikçe önem kazanan ekonomi bilimi ve serbest ticaretin çok daha coşkulu bir tebliğine başladı. Milletvekili oldu ve İngiltere parlamentosunda çeşitli görevlerde bulundu. Bunu dışında, şimdi Standart Chartered olarak bilinen bir pan-Asya bankası da kurdu. Bu banka Çin ile olan afyon ticaretinin sayesinde hızla gelişti. Wilson, 1859’da Hindistan’ın ekonomi bakanı oldu. Ertesi yıl ise Hindistan’da ülkenin finansal sistemini yeniden yapılandırmaya çalıştığı sırada hayatını kaybetti.
Kısa süren mücadeleci gazeteci kariyerinde Wilson, “pür prensipler” ile neyi kastettiğini çabucak açıklığa kavuşturdu. Köleliğin devam ettiği ülkelerle olan ticaret yasağına bu yasağın hem o ülkelerdeki köleleri hem de İngiliz müşterileri cezalandıracağını gerekçe göstererek karşı çıktı. 1840’larda İrlanda’yı kıtlık vurmuştu, sebebi ise büyük oranda serbest ticaretti -feci bir mahsul azlığı olmasına karşın İngilizler İrlanda ürünlerini ihraç etmekte ısrar etmişlerdi.- Wilson buna homeopatik bir çare sundu: daha çok serbest ticaret. İrlanda’nın inatçılığı bir dert haline gelince Wilson, İngilizlerin buna “güçlü ve kararlı, fakat yalnızca baskı” ile yanıt vermelerini önerdi. Wilson yurtiçinde artmakta olan eşitsizlik konusunda da katı bir fikre sahipti. Ona göre devlet, demiryolu şirketlerini o zamana kadar açık nakliye arabalarında yolculuk eden işçi sınıfından yolcular için daha iyi hizmet sunmaya zorlamakta haksızdı: “Halka en iyi hizmet, en çok kâr elde edildiği zaman sunulur. Kârı kısıtlarsanız, ustalığın gerektirdiği çabayı da bin bir yönden kısıtlamış olursunuz.” Kadınların günlük 12 saat çalışmasını düşürmek isteyen bir yasayı da aynı şekilde kötü karşılıyordu. Devlet okulları hakkında ise “yemek bulmak nasıl halka bırakılıyorsa eğitimin de öyle olmasını gerektiğini” düşünüyordu.
The Economist şuna dayanıyordu: “Eğer -herkes için eşit derecede özgür bırakılmış olan- kişisel çıkar arayışı genel refaha ulaştırmıyorsa hiçbir devlet sistemi de bunu başaramaz.” Fakat devlet müdahalesine olan bu muhalefetin liberalizmin tehlike altında olduğu durumlarda işlemediği ortaya çıktı. Zevin, 1850’lerdeki Kırım Savaşı’nın, İkinci Afyon Savaşı’nın ve Hint İsyanı’nın “yurtiçinde İngiliz liberalizmini salladığı ve yurtdışında da yeniden şekillendirdiği”ni yazıyor. Serbest ticaret taraftarları sürekli olarak savaşa karşı en iyi önlemin serbest ticaret olduğunu iddia ettiler. Fakat, İngiltere’nin Asya boyunca genişlerken serbest ticareti silah zoruyla yayması, öngörülebileceği üzere bir çatışmayı tetikledi. The Economist için “Britanya’nın emperyal çıkarları söz konusu olduğunda savaş kaçınılmaz bir gereklilik olabilir”di.
Prensiplere olan bu ihanet Wilson’a The Economist’in kuruluşunda yardımcı olan ve daha önce Wilson’la serbest ticaretin dünya barışının garantisi olduğu konusunda fikir birliğinde olan iş ve devlet adamı Richard Cobden’i dergiden uzaklaştırdı. Cobden için Hindistan “nasıl yönetileceğini bilmediğimiz bir ülke” idi ve Hintliler böyle beceriksiz bir despotizme isyan etmekte haklılardı. Öte yandan Wilson’ın The Economist’i için Hintliler, tıpkı İrlandalılar gibi, “yarı çocuk, yarı vahşi, anlık ve sebepsiz dürtülerle harekete geçen basit mahluklar” idi. Ayrıca, “Hindistan ile ticaret, İngiliz parasının suyunu çekmesiyle sonuçlanırdı.” Wilson’ın damadı olan bir sonraki editör Walter Bagehot, derginin cazibesini artırdı ve derginin fikirlerine çok daha çekici bir entelektüel parıltı kattı. Fakat editöryel çizgi pek de değişmedi. Amerikan İç Savaşı esnasında Bagehot kişisel olarak da sempati duyduğu Güney Konfederasyonu’nu mağlup etmeye “daha önce yalnızca çıplak Hintliler ile yozlaşmış ve disiplinsiz Meksikalılara karşı savaşmış olan” Kuzey eyaletlerinin gücünün yetmeyeceğine ikna olmuştu. Bagehot, ayrıca köleliğin kaldırılmasının da ancak Güney’in zaferiyle en iyi şekilde başarılabileceğine inanıyordu. Daha önemlisi, Güney’deki eyaletler arasındaki ticaret de böylece daha özgür olmuş olurdu.
Bu ve bunun gibi diğer editöryel hataları tartışırken Zevin erdemlilik taslamaktan ve anakronistik standartlara başvurmaktan kaçınıyor. Öyle görünüyor ki Zevin, bireysel özgürlük ve uluslararası uyumu amaçlayan liberal vizyonun, Niebuhr’un dediği gibi, “dünyadaki gücünü genişletmek uğruna ne ahlaki bir endişe tanıyan ne de politik bir sınırlaması olan uluslararası kapitalizmin üzücü gerçekliklerine dönüşmesinden” oldukça etkilenmiş. Bunun açıklaması kısmen Zevin’in liberalizmi zengin, güçlü, bağlantıları geniş bir yönetici sınıfın meşruluğu kendinden gelen ideolojisi olarak okuduğu elitler sosyolojisinde yatıyor. Kişisel hırslar bunda büyük bir rol oynamıştı. Bagehot, Britanya’nın Liberal Parti’sinin üyesi olarak dört kere milletvekili oldu. Banker bir aileye doğmuş olan Bagehot, kendisini ve dergisini korsanlık yapan İngiliz finansçıların yeni neslinin tavsiye alacağı mercii olarak görüyordu. Çalıştığı dönem tam da kapital çağına denk gelmişti, öyle ki bu sırada İngiliz finansı dünyayı değiştiriyor, Doğu Avrupa ve Kuzey Amerika’daki ürün yetiştiriciliği genişletiliyor, Hindistan’da pamuk imal ediliyor, Avustralya’dan madenler çıkartılıyor ve her yere demir yolları döşeniyordu. Zevin’e göre “Bagehot’un Economist’ine düşen görev bu yeni dünyanın haritasını çıkartmak ve iş adamlarının paralarını gönderdikleri yerler ve insanlar hakkında politik ekonominin vardığı teorik öngörülerin izini sürmekti”.
Kapitalizmin yurtdışındaki genişlemesinin getirdiği baskılar ve yurtiçinde yükselen muhalefet liberal doktrini daha da dönüştürdü. Zevin liberallerin, yükselmekte olan demokrasi talebiyle nasıl başa çıktıklarını iyi ifade ediyor. Bagehot gençliğinde John Stuart Mill’i okumuş ve etkilenmişti, fakat bir editör olarak onunla fikir birliği İrlanda ve Hindistan’daki yerlilere medeniyet götürmek gerektiğinden öteye pek gitmeyecekti. Bagehot’a göre Mill’in kadınların oy haklarını genişletme fikri oldukça absürttü. Yine Mill’in Britanya’da işçi sınıfının haklarını tanıma önerisini de desteklemiyordu ve okurlarına “alt sınıfların siyasi olarak birleşmesinin gayelerine yapılacak en büyük kötülük olduğunu” hatırlatıyordu. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde The Economist, sadık bir okuru olan Mussolini’yi işçi grevleri yüzünden istikrarsızlaşmış bir ekonomiyi düzelttiği için övmüştü.
Her şeye rağmen, yirminci yüzyılın başlarında dergi, gelişmiş bir sanayi toplumunda klasik liberalizmin daha ılımlı olması gerektiğine ve progresif vergilendirme ile sosyal refah sistemlerinin artan mutsuzluğu önlemenin maliyeti olduğuna dair bir farkındalık arıyordu. Derginin böyle yüz seksen derece dönmesi pragmatik liberalizminin kanıtıydı. Zevin, bunun aşağıdan gelen demokratik baskılara gönülsüz olarak verilmiş bir yanıt olduğu sonucuna varıyor. Dahası, The Economist’in yeni bulduğu bu merhametli liberalizmin net sınırları vardı. 1914 gibi geç bir tarihte bile editör Francis Hirst, akıl kapasiteleri yetmemesine rağmen oy hakkı isteyen kadınları “çığlık atarak mücadele eden, savaşan cadalozlar” olarak suçluyordu. Kendi eşini de aralarına katan bu protestocuları -ciddi yeminleri, aşkın ve duygunun bağlarını, onuru ve romantizmi yağmalayan- Rus ve Türk eşkıyalara benzetiyordu.
Daha çok insan oy hakkı edindikçe ve piyasa mekanizması başarısızlığa uğradıkça, güçlenen otokratların ve ivmelenen uluslararası anlaşmazlıkların da etkisiyle The Economist en sonunda kendi pür prensiplerinden taviz vermek zorunda kaldı. 1943’te, derginin yüzüncü yılını kutlayan bir kitapta, dönemin editörü gittikçe daha çok seçmenin “eşitsizlik ve güvensizliği” ciddi bir problem olarak gördüğünü kabul etti. The Economist sosyalistlerle “amaçları yüzünden değil fakat yalnızca bu amaçları gerçekleştirmek için öne sürdükleri metotlar bakımından” ayrı düşüyordu. Böyle bir duruş Atlantik’in iki tarafında da devletlerin vatandaşı doğası gereği istikrarsız olan bir sistemden korumak için daha çok şey yapması gerektiğine dair yaygın bir kanı oluştuğunu gösteriyordu. Bununla birlikte, 1960’lardan beri The Economist kuruluş ideallerine yavaş yavaş geri dönüyor.
Bu süreç içerisinde dergi, liberalizmin biçimlendirdiği emperyalizmin ve sömürgeciliğin altın çağını yeniden şekillendirme fırsatını kaçırdı. 40’ların sonlarından beri Asya ve Afrika’da yeni ve bağımsız ulus-devletlerin ortaya çıkışı -hiç şüphe yok ki- yirminci yüzyılın en büyük gelişmesiydi. Liberalizm dünya nüfusunun büyük çoğunluğuna karşı büyük bir sınavdan geçiyordu:
Bağımsızlığını yeni kazanmış, çoğu fakir ve okuma yazma bilmeyen bu insanlar serbest piyasayı ve minimal devleti hemen benimseyebilecekler miydi? Devlet öncülüğü olmadan kamu sağlığı, eğitim ve yerel imalatta böyle bir politika işe yarar mıydı? Raymond Aron gibi bir Soğuk Savaş liberali bile Asya ve Afrika’da batı tarzı bir liberalizmin verimli olup olmayacağını sorguladı. Fakat The Economist, post-kolonyal devletleri ve karmaşık mücadelelerini Soğuk Savaş’ın basit “özgür” ve “özgür olmayan” dünya ikilemi ile görmekten oldukça memnun görünüyordu. Durum ne olursa olsun 70’lerde derginin editörleri ilhamlarını gittikçe artan biçimde John Rawls, Ronald Dworkin ve Amartya Sen gibi liberal adalet teorisyenlerinden değil, Milton Friedman ve Friedrich Hayek’in pür neoliberal prensiplerinin baskın olduğu ekonomi bölümlerinden ve düşünce kuruluşlarından alıyordu.
1980’lerde, The Economist’in Margaret Thatcher’ın ve Ronald Reagan’ın neoliberalizmi benimsemeleri üzerine yaptığı amigoluk, derginin Amerika’daki sirkülasyonunda büyük bir artışa sebep oldu. (Bizzat Reagan bir akşam yemeğinde destekleri için derginin editörüne teşekkür etmişti.) Dean Acheson’ın ünlü sözünde dediği gibi ‘’Büyük Britanya bir imparatorluğu kaybetti ve kendine yeni bir rol bulamadı.’’ Bu endişeli durum The Economist’i Atlantik’in ötesine geçip yeni dostlar edinmek ve daha fazla insanı etkilemekten alıkoymadı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD dünyadaki yeni egemen güç haline geldikten sonra dergi -ilk başlarda zamanın İngiliz elitleri arasında olağan bir şey olan dargınlık oluşturmasına rağmen- kendini Pax Americana’ya göre ayarladı. Bu da demek oluyordu ki ABD artık bir editörün deyimiyle “dev bir abi, ailenin zayıf üyeleri için istikrar ve güven, aileye sataşabilecek kabadayılar içinse tedirginlik ve belirsizlik kaynağıydı”.
Bunun anlamı Amerika’nın yurtdışında yapacağı Vietnam ile başlayan askeri müdahalelere tam destek demekti. Öyle ki tarihçi ve derginin eski yazarlarından Hugh Brogan, Zevin’e derginin yaptığı yayının “pür CIA propagandası” olduğunu söyleyecekti. Dergi, savaşın dehşetini My Lai katliamını “insanın savaşta yanılabileceği genel teması üzerine küçük çeşitlemeler” şeklinde yansıttı. 1972’de Kuzey Vietnam’ı sindirmek için yapılan bombalamanın ardından dergi Henry Kissinger’ı fazla yumuşak davranmakla eleştiriyordu. Büyük ağabeye sadakat politikası, bazı liberalizm taraftarlarının da hilekarlığa oldukça yatkın olmasına sebep oldu. Zevin, derginin coşkulu Soğuk Savaşçıları hakkında oldukça renkli hikayeler naklediyor. Örneğin, Robert Moss Şili’de demokratik yollarla seçilmiş lider Salvador Allende’yi alaşağı eden 1973 askeri darbesi hakkında çok özenli bir uluslararası görüş yazısı hazırlamıştı. Moss’a göre “Şili’nin generalleri demokrasinin intihar etme hakkının olmadığı sonucuna ulaşmışlardı.” (Generaller minnettarlıklarını derginin yaklaşık on bin kadar kopyasını satın alıp dağıtarak göstermişlerdi.)
Zevin’in aktardığına göre, Allende’in ölüm haberi Londra’ya ulaştığında Moss The Economist ofisinin koridorlarında oraya buraya zıplayıp şarkılar söyleyerek “Düşmanım öldü!” demiş. Moss, daha sonra ise Nikaragua’nın ABD destekli diktatörü Anastasio Somoza’nın sahibi olduğu bir derginin editörü oldu.
1989’da komünist rejimlerin çöküşünden sonra The Economist, Rusya ve Doğu Avrupa’da özelleştirme ve serbestleştirme ilahileri söyleyerek hevesli bir aktivist rolüne büründü. O sıralarda ekonomist Jeffrey Sachs’ın literatüre kazandırdığı “şok terapi” denen bu politikalar The Economist’in sayfaları arasından çıktı. Yapılan sosyoekonomik mühendislik acımasızdı -maaşlar ve kamu hizmetleri çökmüştü- ve 1998’de de Rusya’nın finansal sistemi çöktü. Bu yıkımdan sadece birkaç ay önce The Economist hala Rusya’nın mal varlıklarını oligarklara sattığı için ülkenin en kötü gözle bakılan kamu figürü Anatoly Chubais’in “dinamizmi, kurnazlığı ve vizyonunu” övüyordu. 2009’da The Lancet’te yapılan bir araştırma, “şok terapi”nin çoğu çalışacak yaştaki erkeklerden oluşan milyonlarca Rus’un erken ölümüne sebep olduğu sonucuna vardı. Fakat The Economist pişman değildi, “Rusya’nın trajedisi reformun çok hızlı değil çok yavaş gerçekleşmesinden”di.
“Trump’ın Amerika’sına kim güvenebilir ki?”. Bu soru The Economist’te geçenlerde yayınlanan bir kapak yazısında Pax Americana’nın yıkıntılarına göz atarken ümitsizce sorulmuş bir soruydu. Son birkaç yılın siyasi depremleri dergiyi tarihte hiç olmadığı kadar zirvede tek başına bıraktı. Öyle ki, geçen yıl yapılan yıldönümünün manifestosu “liberalizmi yenilemek” üzerineydi. On yıl önce yani ekonomik kriz patlak verdiğinde dergi, banka kurtarma (bailout) paketlerini desteklemek için devlet müdahalesine olan temel güvensizliğini aşmış ve “zamanın dogma ile siyaseti ayrı yerlere koyma zamanı” olduğunu söylemişti. Fakat dergi yine de neoliberal politikaları savunmaya devam etti, çünkü “suçlanacak olan sistemin kendisi değil sistemi yönetenlerdi”. Dergi, şimdiyse sonunda yumuşadı ve ekonomik kriz yüzünden olmasa da krizin korkutucu siyasi sonuçları sebebiyle “liberallerin iktidardan aşırı memnun hale geldiğini” ve “statükoyla sarmaş dolaş olduklarını” kabul etti. Derginin yıldönümü manifestosunda “halk için liberalizm” çağrısı yapıldı. Fakat vicdan muhasebesinin de bir sınırı vardı: Manifestoda Milton Friedman’ın “radikal” olma ihtiyacı hayranlıkla alıntılandı, John McCain’in Birleşmiş Milletler’e alternatif olarak sunduğu “demokrasiler ligi” fantezisi diriltildi, eski “liberal dünya düzen” için savaşmak istemeyen milenyum kuşağı ile alay edildi. Daha güncel bir yazıda ise “Amerikalı patronlar” Elizabeth Warren’ın eşitsizlikle mücadele planı hakkında uyarıldı ve “yaratıcı yıkım” ve “piyasanın dinamik gücü”nün neden “orta-sınıf Amerikalı” için en iyi yardımcı olduğu hakkındaki Friedman’cı iddialar canlandırıldı.
Hiç şüphe yok ki The Economist, daha “duyarlı” olma isteği konusunda samimi. 2016 reklam bilgilerine göre dergi daha çok kadın okuyucu istiyor. “Kibirli ve sıkıcı yaşlı adamların el kitabı” algısından kurtulma kaygısı da var. 2002’de küresel ısınmaya inanmayan Bjorn Lomborg’u hiç düşünmeden savunan dergi, bu sonbaharda bir sayısının tamamını iklim krizine ayırdı. Fakat yine de The Economist’in ayrıcalığını kontrol etmesi eski Anglo-Amerikan müesses nizamınınkinden çok daha zor. Derginin sınırlamaları yalnızca küstah çeşitsizliğinden ve dar görüşlü entelektüel kültüründen kaynaklanmıyor, aynı zamanda aykırı olmaya çok meyilli tarzından da kaynaklanıyor. 2014’te “Kalan Yarım Hiç Söylenmedi: Kölelik ve Amerikan Kapitalizminin Oluşumu”[1] adlı bir kitabı inceleyen bir yazıda yazının sahibi kitabın yazarını “objektif” olmamakla suçladı ve “kitabında neredeyse tüm siyahlar mağdur iken tüm beyazlar da cani.” diyerek eleştirdi. Gelen itirazlar üzerine dergi yazıyı geri çekti. Fakat yine de geçenlerde Brezilya’nın özelleştirme hareketi üzerine yazılan bir değerlendirme – “Jair Bolsonaro tehlikeli bir popülist fakat iyi fikirleri de yok değil.”- gösteriyor ki gazeteci James Fallows’un tabiriyle derginin “Oxford Union tartışma stili ile haklılığından ve üstünlüğünden fazla emin” duruşunu yumuşatması oldukça zor görünüyor.
Modern dünyayı oluşturmuş olmanın kesinliğinden beslenen bu boş vermişlik, hınçla kutuplaşmış Britanya ve Birleşik Devletler toplumlarıyla uyuşmaz gibi görünüyor. Şu anda iki sarışın demagogun yönettiği dünyanın en eski iki “liberal” demokrasisi gösteriyor ki yönetici sınıf -küresel ekonomik kriz, artan eşitsizlik ve Orta Doğu’da, Orta Asya’da ve Kuzey Afrika’da eksik planlanmış askeri müdahalelerle- otorite ve meşruiyetini boşa harcıyor. Soğuk Savaş Liberalizminin merkezini oluşturan örnek bir liberal toplum olan İngiltere’nin ünü, Brexit musibetinin ortasında sarsılıyor.
Özellikle de gençler için, liberalizmin eski çerçevesinin siyasetin imkanlarını sınırladığını görüyoruz. Fakat unutulmamalıdır ki liberalizme getirilen bu yeni eleştiriler onun bireysel özgürlük vaadini yıkmak için değil tamamlamak içindir. Gençler, kapitalizm ve teknoloji tarafından radikal bir şekilde değiştirilen dünyada -tıpkı John Dewey gibi- siyasetin ve ekonominin daha elverişli biçimlerini -yalnızca birbirini tanıyan yönetici sınıf için değil herkes için liberalizmi- arıyorlar. Bu bakımdan asıl krizde olan liberalizm değil modern dünyayı harap etmekte suç ortağı olarak görülen onun sözde savunucularıdır.
*Bu yazı 4 Kasım, 2019 tarihinde New Yorker’da yayınlanmıştır. Yazının orijinal linki: https://www.newyorker.com/magazine/2019/11/11/liberalism-according-to-the-economist
Fotoğraf: Andrew Neel
[1] ‘’The Half Has Never Been Told: Slavery and the Making of American Capitalism’’