[voiserPlayer]
1980’li yıllara kadar insanlığın teknoloji vasıtası ile doğa üzerinde tahakküm kurabileceği düşünülüyordu. Fakat günümüzde, insan müdahalesi sebebiyle dünyanın ciddi bir varoluşsal krizle karşı karşıya olduğu anlaşıldı. İklim değişikliği kontrolü zor olduğu kadar, çok boyutlu etkileri ile de karmaşık bir yapıya bürünüyor. Gelecek yıllarda ciddi sorunlara sebep olması beklenen ve iklim değişikliğinin en önemli sonuçlarından biri olan olgu ise iklim göçü.
İnsanlar, tarih boyunca hayatlarını daha elverişli koşullar altında sürdürmek için göç etmişlerdir. Modern zaman göçleri sıklıkla ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal nedenlerden ötürü gerçekleşmektedir. Günümüzde iletişim ve ulaşım araçlarının yaygınlaşması göç kavramının evrimleşmesini de beraberinde getirmiştir. Kitlesel göç hareketleri önündeki engeller yer yer azalmış ya da şekil değiştirmiştir. Bugün global göç dalgalarına baktığımızda, geçmişte olduğu gibi değişen dönemlerde bölgesel geçişler şeklinde zuhur eden bir hareketlilikten farklı bir olgu görüyoruz. Bu dönüşümün temel sebebi, terkedilen bölgelerin istikrarsızlığı ve dahi kısa vadede ıslahının zorluğu sebebiyle göçün kitleselleşmesi ve geçici niteliğini yitirmesi. Hem sayıca çok insanın göç ediyor olması, hem de göçün kalıcı göç niteliğine bürünmesi, terkedilen bölgelere yakın coğrafyaların göçen nüfusları massetme kapasitesini zorlamaktadır. Türkiye’ye yakın coğrafyalarda her ne kadar bu tip kitlesel göç hareketlerini yakın zamanda savaşlar ve çatışmalar neticesinde görmüş olsak da yeni göç olgusunun en önemli belirleyicilerinden biri iklim değişikliğidir. Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü’nün (UNHCR) istatistiklerine göre 2010 yılından bu yana iklim değişikliği sebebiyle 21,5 milyon insan halihazırda yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. Bu trendin hızlanarak artacağı ve 2050 yılına kadar en az 1,2 milyar insanın iklim göçü yapabileceği tahmin edilmektir.[1] Fakat, iklim göçü yapanların henüz hukuki olarak mülteci statüsünde sayılmadığı unutulmamalıdır.
İlk olarak 1985 yılındaki bir Birleşmiş Milletler (BM) raporunda rastlanılan “çevre mülteciliği” kavramı, yaygın olarak görülen ekonomik ve siyasal sebeplere bağlı göçlerin aksine, yaşanan bir doğal afet ve olumsuz çevre koşulları sebebiyle göç eden insanları tanımlamıştır. Her ne kadar BM raporlarında çevre mülteciliği kavramı oluşturulsa da mülteci haklarının ortaya çıktığı Cenevre Sözleşmesi’nde (Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme, 1951) belirtilen siyasi ve sosyal haklar bu tür zorunlu göçlere tanınmamıştır. Ancak, iklim değişikliğinin uluslararası toplumun bu raddede gündemine girmesi ile bu konuda bir dönüşüm beklenmektedir. Mesela Avrupa Konseyi[2], Ekim 2019’da konu ile ilgili tertip edilen bir kurulda, 1655 (2009) ve 1862 (2009) sayılı “Çevre Kaynaklı Göç ve Yerinden Edilme: Bir 21. Yüzyıl Zorluğu” başlıklı karara atıfta bulunarak, iklim de dahil olmak üzere çevresel faktörlerin insanları göçe zorlayan doğal veya insan kaynaklı çevre felaketleri nedeniyle geçim kaynaklarından yoksun kalma riski altında olanlar üzerinde dramatik bir etki yaratmaya devam ettiğini ve “çevre kaynaklı mülteci” yasal tanımının güncellenmesi gerekliliğini vurgulamıştır. Fakat, Avrupa Birliği’ndeki genel kanı, yasal olarak bağlayıcı bir “iklim mültecileri” tanımının bulunmamasının, iklim değişikliğinin bir sonucu olarak yer değiştirmek zorunda kalan insanları korumak için özel politikalar geliştirme olasılığını engellemiyor oluşu yönünde. Bu nedenle Avrupa Konseyi üyesi devletlerin hem Avrupa’da hem de diğer bölgelerde doğal ve insan kaynaklı afetlerin mağdurlarının korunmasına yönelik daha proaktif bir yaklaşım benimsemesi ve afete hazırlık mekanizmalarını geliştirmesi gerekliliklerine sıklıkla referansta bulunulmaktadır.
Birleşmiş Milletler gözetiminde sürdürülen Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli raporuna göre önümüzdeki 20 yılda, ortalama küresel sıcaklık artışının 1.5 dereceyi bulması veya bunu aşması bekleniyor. Bu ısınmanın insan etkisi ile oluştuğu ve ısı dalgalanmalarının sanayi öncesi döneme kıyasla oldukça sık tekrarlandığı belirtiliyor. Bunun sonucunda ise yaz dönemlerinin uzaması ve yağışlı dönemlerin kısalması, aşırı doğa olaylarının yaşanması gibi günlük insan yaşamına doğrudan etkide bulunacak sonuçların ortaya çıkması konusunda uyarıda bulunuluyor. Bu da geleneksel göç tartışmalarının yeni bir boyut kazanması anlamına geliyor. Yani, özellikle gelişmekte olan ülkelerin siyasi ve ekonomik yapılarındaki kırılganlık, gelişmiş ülkelere doğru kitlesel göçe sebep oluyorken; iklim değişikliği sonucunda elverişli yaşam alanlarının kısıtlı kalması sonucunda göç hareketlerinin, özellikle gelişmiş kuzey ülkelerine yönelmesi kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.
Sürdürülebilir kalkınma modelleri ve iklim göçü arasında ekonomik bir ilişki kurulabilir. Şöyle ki, 2008 küresel ekonomik krizi sonrasında geleneksel kalkınma modellerinin istenilen büyüme hedeflerinden saptığı gözlenmeye başlandı. Bu nedenle, Avrupa Birliği Yeşil Mutabakatı, Uluslararası Para Fonu, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Çin gibi küresel ekonominin lideri konumundaki aktörlerin yeni modeller üzerinde tartıştığı görülüyor. Örneğin, IMF yeni büyüme kaynağının yeşil ekonomi üzerinden olacağını belirtiyor ve iktisadi durgunluğu ve onun yarattığı gelir eşitsizliğini geniş bir perspektiften ele alarak sürdürülebilir kalkınmayı ve iklim krizini hemzeminde tartışıyor. Yine, ABD Başkanı Joe Biden’ın göreve gelmeden önce tanıttığı İklim Planı’nda (Climate Plan), emek yoğun işlerin yeniden yaratıldığı, döngüsel ekonominin sisteme tamamen yerleştiği bir iklim değişikliği mücadelesi ortaya koyuluyor. AB Yeşil Mutabakatı da yalnızca kendi bölgesini organize eden bir tutuma sahip değil. Bu mutabakatın, üçüncü taraflar ve partner ülkeleri iklim değişikliği planına ortak etmeyi sağladığı ve AB merkezli uluslararası şirketleri yenilenebilir enerji yatırımları için teşvik ettiği görülüyor. Bunların yanında BM, “2030 Hedeflerinin Yerelleştirilmesi” ilkesiyle, özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki sürdürülebilir kalkınma modelleri ile küresel hedeflere ulaşmanın önemini belirtiyor. Bu da iklim göçü ile mücadelenin yerinde, yerel kalkınma planları ile kontrol altına alınmaya yönelik bir stratejinin izlerini gösteriyor.
Avrupa Birliği’nin İklim Göçü Politikaları
2000’li yılların başından itibaren Batı’nın güvenlik kaygılarının derinleştiği ve kavramsal olarak da tehdit boyutlarının değiştiği söylenebilir. Güvenlik tehdidi bu dönemde özellikle radikal terör örgütlerinin gerçekleştirdiği saldırılarla kendini göstermiş olsa da aslında hem ABD’de hem de AB’de iklim güvenliği kavramının devletler düzeyinde tartışıldığına tanık olduk. 2003’te Pentagon’da bir komisyonun iklim değişikliğinin sonuçları ve ABD Ulusal Güvenliği isimli bir rapor hazırladığı; 2006’da Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Margaret Beckett’in ilk kez iklim güvenliği kavramını kullandığı ve 2007 BM Güvenlik Konseyi gündemine bu kavramı getirdiği; 2014 IPCC raporunda “insan güvenliği” kavramıyla iklim değişikliğinden etkilenen kitlelere yönelik bir model geliştirildiği gibi örnekler güvenlik algısının evrimini göstermektedir. Özellikle Avrupa Birliği için Akdeniz Havzası’ndaki iklim kırılganlığı oldukça önemlidir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki göç dalgası halihazırda AB’nin bütünlüğüne, siyasal ideasına ve demografik yapısına tehdit olarak algılanırken, muhtemel iklim göçü ve buna karşı alınacak önlemler, Birliğin yeni bir çıkmaza sürüklenebileceğine işaret ediyor. Bu noktada, “Müslüman” ve “Afrikalı” kimliklerinin radikalize edilerek iklim göçü politikalarının bu zeminde tartışılmasının, iklim değişikliğinin en ciddi etkilerinden biri olması bekleniyor.
AB özelinde bir diğer konu da üye ülkelerin orantısız bir şekilde göç alması oldu. Özellikle Suriye krizi sonrasında ortaya çıkan göç dalgası, üye ülkelerin tekil politikalar seyretmelerine neden olurken, AB içinde ulus-devlet algısının güç kazanmasına yol açtı. Sınır ve kıyı ülkeleri üzerinde yoğunlaşan göç hareketleri, İtalya, Yunanistan, İspanya ve Bulgaristan başta olmak üzere birçok ülkenin yeni düzenlemeler talep etmesine neden oldu. AB, sınır kontrolü, menşe ülke, transit ülke ve masraf paylaşımı konularında yeni düzenlemelere gitse de özellikle kıyı devletlerinin aldığı sorumluluğun paylaşılmasına dair elle tutulur bir güvence ortaya çıkaramadı. Bu tür bir sistem de Birlik içerisinde önemli tartışmalara neden olurken, kota sistemi ile mülteci yoğunluğunun dağıtılması gibi sınır ülkelerinin talepleri hâlâ tartışılıyor. Mülteci krizi, AB’nin insan hakları, adalet ve özgürlük gibi üzerine inşa edildiği temel anlayışlarının sorgulanmasına sebep oldu. Ayrıca, üye ülkelerin göçmenlere yaklaşımı ve entegrasyon politikalarındaki farklılıklar Birliğin mevcut siyasal türbülansını olumsuz etkiliyor. Gelecek yıllarda göçmen krizine yeni bir boyut getirecek olan iklim göçü de AB’nin şimdiden ajandasının üst sıralarında görünüyor. Mevcut koşullar değerlendirildiğinde Türkiye gibi hem AB’ye komşu hem de güçlü ilişki düzeyine sahip olan taraf ülkeler önem kazanıyor. Bu durum Türkiye’nin iklim göçü tartışmalarına vakit kaybetmeden dahil olmasının önemini ortaya çıkarıyor.
Türkiye ve İklim Göçü
Her ne kadar Türkiye’de mülteci olarak tanımlanmasa da geçici koruma statüsünde bulunan yaklaşık 3,7 milyon Suriyeli ile Türkiye, dünyadaki en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumunda. Suriye krizi şüphesiz birçok siyasal indikatörle hesaplanabilir ve bu konuda çeşitli neden sonuç ilişkileri kurulabilir. Konu ile ilgili bazı analizler ise Suriye’de etkisini artıran kuraklık ve tarımdaki verimsizliğin protestolarda etkili olduğunu ileri sürüyor. Özellikle 2007 ve 2010 yılları arasında yaşanan ciddi kuraklıkların, geniş çapta mahsul kıtlığına ve şehirlere olan göçü hızlandırarak protestolara sebep olan temel etmenlerden biri olduğu, güçlü bir argüman olarak öne çıkıyor. Buna ek olarak, Dünya Bankası verilerine göre Batı Afrika’da yaşanan ve etkisini artıran yüksek sıcaklıklar, geçim ve gıda güvensizliği oluşturarak insanları zor koşullarda yaşamaya sürüklüyor. Fakat, bu çalışmanın öne çıkan bulgusu ise kuraklık sonrası insanların finansal yetersizliği sebebiyle yaşadıkları bölgeye sıkışma durumunun daha yüksek oranda görülmesi. Bu da bölgesel krizlerin yerelde kalmasına ve istikrarsızlığın derinleşmesine sebep oluyor. Öte yandan, derinleşen bu krizlerin, Suriye örneğinde olduğu gibi çevre ülkelere ciddi yansımaları olabileceği ve etkisinin hızla yayılabileceği ortaya çıkıyor. Türkiye ve AB 2016’da geri kabul anlaşması imzalamış, kriz yönetimine karşı partner refleksi gösterebilmişti. Bu süreç ikili ilişkiler bağlamında ümit vericidir. Zira son yıllarda gerilen ilişkiler bu sayede aktörler arasında iletişimin süreklilik kazanmasını sağlamıştır. Sonuç olarak, Türkiye gibi iklim krizinden hem doğrudan etkilenen hem de havzasındaki krizlerden jeopolitik olarak soyutlanamayacak bir ülke için iklim güvenliği ve göçü politikalarının stratejik hesaplamalara dahil edilmesi elzemdir.
[1] The Institute for Economics & Peace
[2] http://assembly.coe.int/nw/xml/XRef/Xref-XML2HTML-en.asp?fileid=28239&lang=en
Fotoğraf: Agustín Lautaro