[voiserPlayer]
Uzun bir süredir hem kamu kuruluşlarında hem de çevre platformlarında sıkça tartışılan fakat bir türlü ortaya çıkamayan iklim kanunu, yeni yasama döneminde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülecek.
İklim kanunu kapsamı ve işleyişi bakımından oldukça merak edilen bir meseleye dönüşmüştü. Bu merak, Ankara Sanayi Odası’nın internet sitesinden yapılan paylaşımla -bilinçli ya da değil- giderilmiş oldu. Paylaşılan taslak birçok sivil toplum kuruluşu tarafından yetersiz bulunurken Avrupa Yeşil Mutabakatı sınırda karbon düzenleme mekanizması için bir önlem olarak nitelendirildi. Zira, paylaşılan taslakta Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) üzerinde durulurken Şubat 2022’de düzenlenen İklim Şurası kararlarının oldukça önemli bir kısmının göz ardı edildiği açık.
İklim Değişikliği Başkanı Prof. Dr. Halil Hasar, geçtiğimiz hafta bakanlık internet sitesi üzerinden yaptığı açıklamada “iklim kanunu lokomotif gücümüz olacak” sözlerini kullandı. İklim kanunu taslağına göre oldukça iddialı bir bakış açısı bu. Zira, kanun taslağı bu kadar cüretkâr bir pozisyonda değil. İklim kanunu adıyla ortaya çıkan bir taslağın çok daha kapsamlı, bütüncül ve aksiyoner bir yapıda olması beklenir. En azından güçlü bir bürokratik düzene sahip olan sistemlerde, devlet mekanizmasının etkin işleyişi için sorun-kaynak yönetimi, çözüm için yetki ve görev paylaşımı beklenir.
Türkiye’de iklim krizi karşısında şu ana kadar gösterilen refleks ise bundan çok uzak. Paris Anlaşması’nı en geç imzalayan, AB partneri olup Avrupa Yeşil Mutabakatı’na uyum sağlamakta sorun yaşayan ve iklim krizi temelli sorunları göz ardı eden bir bakış açısı hâkim. Bu noktada, Türkiye’nin iklim krizi ile mücadelesini, güçlü devlet ve devlet kapasitesi ayırımını yaparak değerlendirmek daha doğru olacaktır.
Devlet kapasitesi ve güçlü devlet söylemini farklı kavramlar olarak ele almak lazım. Zira bu kavramlar, Türkiye’de oldukça fazla kafa karışıklığı yarattığı kadar sorunlara da yol açan bir kavramsal tartışmaya yol veriyor.
Devlet kapasitesinden anlaşılması gereken, bir devletin iç işleyişinde, politika oluşturma, uygulama, denetleme ve krizlere hızlı ve etkili bir şekilde nasıl tepki verdiğidir. Bu kapasite, devletin iç dinamikleri, bürokrasisi ve yerel yönetimleri ile yakından ilgilidir.
Diğer yandan, güçlü devlet söylemi daha çok devletin dış dünyadaki imajı, uluslararası ilişkilerdeki pozisyonu ve ekonomik veya askeri gücüne atıfta bulunur. İklim krizi gibi küresel sorunlarda etkin bir çözüm üretme yeteneği, bir devletin gerçek kapasitesini gösterir. Bu kapasite, uluslararası anlaşmalara imza atmaktan ziyade, bu taahhütlerin gerçekte nasıl yerine getirildiği, adaptasyon politikalarının nasıl oluşturulduğu ve uygulandığıyla belirlenir.
Bu nedenle, bir devletin iklim değişikliğiyle mücadelesindeki etkinliği, uluslararası alanda ne kadar güçlü olduğundan çok, devlet kapasitesinin ne kadar kuvvetli olduğuyla ölçülmelidir. Bunun başka bir örneği 6 Şubat depreminde görüldü. 11 ili doğrudan etkileyen ve resmi rakamlara göre yaklaşık 50.000 vatandaşın yaşamını yitirdiği depremde, ilk günlerde devlet kapasitesinin yetersiz kaldığı, kurumların işleyişinde sorunlar yaşandığı birçok kez dile getirildi.
Evet, deprem engellenemez, ama yarattığı yıkıcı etkiler önlenebilir. Bunun mümkün olması için de vatandaşların yetki ve otorite verdiği yetkililerin bu gibi süreçlere hazırlıklı olması gerekir. İşte iklim kanunundan da beklenen bu olmalı. Tüm dünyada olumsuz etkileri daha çok görülmeye başlanan iklim değişikliği, Türkiye’nin iklim konusunda en kırılgan bölgelerden biri olan Akdeniz coğrafyasında bulunması nedeniyle ülkemizi derhal önlem almaya mecbur bırakıyor.
İklim kanunu Türkiye’de çevreye karşı yeni bir anlayış getirmeli. Bu anlayış, mevcut olan muhafazakâr iktidar anlayışından farklı olmalı. Politik bir değerlendirme yapılırsa eğer, muhafazakârlık geleneksel norm ve değerleri korumaya yönelik hareket eder. Fakat, küresel iklim politikaları toplum değerleri ve ekonomik yapıları dönüştürmeye yönelik bir eylem planıyla gelir. Bu durum da muhafazakâr, sağ ve milliyetçi grupları tedirgin eder.
Türkiye örneğinde ise çevre algısı, Gezi Parkı olaylarından sonra oldukça marjinalleştirildi ve hükümet tarafından güvenlikleştirildi. Hükümetin şeffaf olmayan süreçlerde yürüttüğü kalkınma politikaları ve çeşitli büyük firmalarla olan ilişkisi, çevreye rağmen kalkınma bakış açısını güçlendirdi. Zira, denetlenmesi oldukça güç olan bu düzende, sanayi, enerji, ulaşım ve inşaat gibi sektörler, çıkarları gereği, iklim olaylarını göz ardı ederek hareket ediyor.
İşte bu bağlamda tasarlanan iklim kanunu, yalnızca bir çerçeve yasa hüviyetinden ziyade kapsayıcı bir politik ajanda ile uygulanmadığı takdirde başarıya ulaşamaz. Mevcut taslak en sade biçimde bir Emisyon Ticaret Sistemi hazırlığı olabilir. Bunun da en temel motivasyonu Avrupa Yeşil Mutabakatı sonucu partner ülke olan Türkiye’nin sınırda karbon düzenleme mekanizmasına karşı bir önlem olarak bu yasayı yapması olabilir.
Sonuç olarak iklim kanunu, Türkiye’nin sürdürülebilir bir geleceğe doğru atacağı adımların başlangıcı olmalıdır. Bu, hem mevcut nesil için hem de gelecek nesiller için daha yaşanabilir bir Türkiye’nin inşası anlamına gelir. İklim krizine karşı alınacak tedbirler, sadece çevresel bir sorumluluk değil, aynı zamanda ekonomik, sosyal ve politik bir zorunluluktur. Fakat bunun mümkün olabilmesi için etkin işleyen kamu kurumları ve bu reformları gerçekleştirebilecek bir devlet kapasitesine ihtiyaç vardır. Bu sebeple iklim kanunu, çerçeve bir yasa ve Emisyon Ticaret Sistemi’nin ön ayakları olmaktan ziyade, kapsamlı ve bütüncül bir politika değişiminin dayanağı olmalıdır.
Fotoğraf: Ümit Yıldırım