Karl Popper’ın “hayat problem çözmektir” yaklaşımı, insanlığın varoluşsal sorunlarını anlamada güçlü bir epistemolojik çerçeve sunar. Bu perspektiften iklim değişikliği, modern uygarlığın yalnızca bilimsel bir meselesi değil, aynı zamanda insanlık için siyasi ve toplumsal bir meydan okuma olarak değerlendirilebilir.
Taraflar Konferansı (COP), bu meydan okumaya çözüm geliştirmek için küresel bir platform sunarken Popper’ın bilimsel süreçlerde vurguladığı hataların tespit edilip düzeltilmesi prensibinden uzak bir yapı sergiliyor. Uluslararası süreçlerde sıkça karşılaşılan çıkar çatışmaları ve diplomatik belirsizlikler, COP’un temel amacını gölgeliyor.
Bu nedenle, Taraflar Konferansı’nı önemli bir diplomasi aracı olarak görmeye devam etsek de mevcut yapısının çözüm üretme kapasitesini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu görmezden gelemeyiz. Bu yazıda, 11-22 Kasım tarihlerinde Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de düzenlenen COP29 ile daha da belirgin hale gelen güvensiz iklim diplomasisini ele alacağım.
Finans Müzakerelerinin Gölgesinde COP29
Bakü’de düzenlenen COP29 toplantısının ağırlıklı olarak bir finans müzakeresi olacağı önceden belliydi. Ancak toplantılardan çıkan sonuçlar, beklentilerin oldukça gerisinde kaldı. Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan raporlar, gelişmiş ülkelerin her yıl 1,3 trilyon dolarlık iklim finansmanı sağlaması gerektiğini ortaya koysa da Bakü’de üzerinde mutabık kalınan miktar yalnızca 300 milyar dolarla sınırlı kaldı. Bu başarısızlığın ardında müzakere sürecindeki yapısal sorunlar ve politik güvensizlik gibi nedenler yatıyor.
Yapısal Sorunlar: Gelişmişlik Statüsü ve Müzakere Engelleri
İklim finansmanında yaşanan temel sorunlardan biri, Taraflar Konferansı’nın yapısal eksiklikleridir. Kyoto Protokolü’nün 4. maddesi, ülkelerin ortak ancak farklı sorumlulukları doğrultusunda, kalkınma önceliklerini ve ulusal koşullarını göz önünde bulundurarak sera gazı emisyonlarını azaltmalarını öngörüyor.
Ancak, ülkelerin gelişmişlik statüleri Kyoto’nun imzalandığı döneme kıyasla bugün büyük ölçüde değişmiş durumda. Örneğin, karbon emisyonlarının en büyük sorumlularından biri olan Çin, hâlâ gelişmekte olan ülkeler kategorisinde yer alıyor. Türkiye’nin statüsü ise hâlâ belirsizliğini koruyor. Bu durum, Türkiye’yi müzakere sürecinde yapısal olarak dezavantajlı bir konuma itiyor.
Kyoto Protokolü’ne göre Ek I, eski sosyalist ülkeler ile gelişmiş OECD ülkelerini kapsarken, Ek II yalnızca gelişmiş ülkeleri içeriyor. Türkiye, OECD üyesi olduğu için her iki listeye de dahil. Ancak bu durum, Türkiye’nin müzakere pozisyonunu karmaşık hale getiriyor ve uluslararası finansman süreçlerinde etkili bir rol üstlenmesini sınırlıyor.
Finansal Taahhütler ve Gerçeklik Arasındaki Uçurum
İklim finansmanındaki bir diğer kritik sorun, ülkelerin verdikleri finansman taahhütleri ile bu taahhütlerin hayata geçirilmesi arasındaki büyük fark. 2009’da Kopenhag’da düzenlenen COP15’te belirlenen yıllık 100 milyar dolarlık hedef bile bugüne kadar tam anlamıyla gerçekleştirilemedi. Aşağıdaki tabloda göreceğiniz OECD’nin, gelişmiş ülkelerin finansman performansına ilişkin yaptığı analizler, hedeflenen miktar ile sağlanan kaynaklar arasındaki uçurumu açıkça ortaya koyuyor. Bu durum, Bakü’de taahhüt edilen yıllık 300 milyar dolarlık finansmanın da gerçekte ne kadarının sağlanacağının belirsiz olduğunu gösteriyor.
Politik Güvensizlik ve ABD’nin Etkisi
Müzakere süreçlerini olumsuz etkileyen bir diğer faktör, politik güvensizlik. Özellikle ABD’nin iç politik dinamikleri, COP29’un gidişatını doğrudan etkiledi. Donald Trump’ın başkanlık döneminde Paris Anlaşması’ndan çekilmesi, uluslararası güven ortamını derinden sarsmıştı. Yeni dönemde Trump, Biden yönetiminin sürdürülebilir kalkınma adına örnek bir model olarak sunduğu Enflasyon Azaltma Yasası’nı kaldıracağını açıkça dile getirdi.
Cumhuriyetçi Parti’nin iklim değişikliğini reddeden tutumu ve uluslararası işbirliğine kapalı politikaları, müzakere süreçlerini ciddi şekilde baltalıyor. Bu atmosfer yalnızca ABD’nin küresel rolünü zayıflatmakla kalmıyor, diğer ülkelerin de iklim değişikliğiyle mücadele konusundaki kararlılığını olumsuz etkiliyor.
Küresel Kuzeyin Koruyucu Politikaları ve İklim Değişikliğinin Kaldıraç Olarak Kullanılması
Küresel Kuzey, Çin’in ekonomik yayılmacılığına karşı korumacı pazar anlayışına yönelerek iklim politikalarını stratejik bir araç olarak kullanıyor. Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakat çerçevesinde uygulamaya koyduğu sınırda karbon düzenleme mekanizması, karbon emisyonlarını düşürme açısından piyasayı dönüştürme kapasitesine sahip. Ancak bu durum, küresel iklim politikalarında eşitsizliklerin derinleşmesine ve gelişmekte olan ülkelerin iklim hedeflerine erişiminin zorlaşmasına yol açıyor. Nitekim, iklim finansmanı için aynı cüretkar duruş da gösterilmiyor.
Türkiye ve COP29
Türkiye için COP29 önemli bir kırılma noktası yaratmadı. Yukarıda belirtilen finansman kriterleri neticesinde bizim adımıza önemli bir dönüşüm yaşanmayacak. Ancak, Türkiye’nin mevcut küresel dinamikler karşısında özgün ve bütüncül bir iklim politikası geliştirmesi hayati bir öneme sahip.
İklim değişikliğiyle mücadelede, Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve coğrafi özelliklerini göz önüne alan, aynı zamanda uluslararası standartlarla uyumlu bir strateji belirlemesi gerekiyor. Bu kapsamda, Türkiye’nin Avrupa Yeşil Mutabakatı’na uyum sağlaması kadar, kendi yerel ihtiyaçlarına yönelik bir politika inşa etmesi de kritik. Ancak bu, yalnızca taahhütlerle sınırlı kalmayan, uygulamada da somut sonuçlar ortaya koyan bir yaklaşımı gerektiriyor.
Öyle ki, COP29’da Murat Kurum’un yaptığı açıklamalar, Türkiye’nin iklim politikalarındaki tutarsızlığı ve belirsizliği bir kez daha ortaya koydu. Bakan Kurum verdiği bir demeçte fosil yakıtlardan çıkılacağını söyledi ama net bir tarih vermedi. Mevcut ulusal katkı beyanı 2030’a kadar %41 oranında artıştan azaltımı, 2038’e kadar emisyonların en üst seviyeye ulaşmasını ve 2053’e kadar net sıfır olmayı hedefliyor. Bunun mümkün olması bilimsel açıdan neredeyse imkânsız olarak değerlendiriliyor. Yani Türkiye de Taraflar Konferansı gibi ne yazık ki inandırıcılığını kaybediyor.
Sonuç: Taraflar Konferansı İnandırıcılığını ve Problem Çözme Kabiliyetini Kaybediyor
Popper’ın “hayat problem çözmektir” yaklaşımı, iklim değişikliği gibi insanlığın varoluşsal krizlerine çözüm üretmenin temel bir gereklilik olduğunu hatırlatıyor. Ancak Taraflar Konferansı’nın, mevcut yapısı içinde bu kapasitesini giderek yitirdiği görülüyor. Çıkar çatışmaları, politik güvensizlik ve küresel eşitsizlikler, konferansın etkinliğini baltalıyor.
Türkiye gibi ülkeler için ise özgün, kapsayıcı ve uygulamada somut sonuçlar üreten politikalar geliştirmek bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Günün sonunda Taraflar Konferansı’ndan bir devrim beklemenin gerçekçi olmadığını kabul ediyorum, daha da kötüsü problem çözme kabiliyetini de kaybetmeye başladığını düşünüyorum.