[voiserPlayer]
Düne kadar ‘Türk medyası öldü’ analizleri uluslararası kamuoyunun en sıcak tartışma konuları arasındayken, bugün muhalefetin yeni medya stratejileriyle nasıl sürpriz bir zafere imza attığından bahsediyoruz. Peki, ölmüş olduğu iddia edilen medya ortamında muhalefet bunu nasıl başardı? Türk medyası yeniden mi dirildi yoksa hiç ölmemiş miydi? Sorular cevaplandırılmayı beklerken bu yazıyla kamuoyundaki medya-siyaset tartışmalarına katkı sağlamayı umuyorum.
Türk medyası derken…
Medya kelimesi bağlamına göre farklı anlamlarda kullanılır. Örneğin, medya radyo ya da TV gibi kendine özgü teknik ve profesyonel dinamikleri olan bir sektörü tanımlayabileceği gibi; en geniş anlamıyla yazılı basından internete her türlü yayım faaliyetini kapsar. Kelime, ‘Türk medyası’ gibi bir ulusla nitelendirildiğinde ise aslında medya sistemi kast edilmektedir. Literatürde medya sistemi, bir ülkenin ulusal sınırları içindeki gazeteden televizyona, internetten sinemaya her türlü özel ve kamusal medya faaliyeti olarak tanımlanır.
Kamuoyundaki medya tartışmaları ise ağırlıklı olarak radyo, televizyon ve yazılı basın gibi geleneksel medya araçlarına odaklanmaktadır. Bir diğer deyişle, Türk medyası üzerine yapılan ontolojik tartışmalar daha çok geleneksel medyadaki sansüre, çarpık sahiplik yapısına ve nesli tükenmekte olan çoğulculuğa dikkat çeker. Bunun sebebiyse siyasetteki otoriterleşmenin ve kayırmacılığın en çok geleneksel medyayı dönüştürmüş olmasıdır.
Siyasetin bu dönüştürücü etkisiyle medyanın demokratik, akılcı ve çoğulcu bir mekanizma olmaktan çıkıp, tek sesli bir propaganda aracına dönüşmesi kast edilmektedir. Elbette bu tartışma medyayla olduğu kadar Türkiye’nin demokratikleşmesi ve uluslararası arenada ait olduğu milletler kulübüyle de doğrudan ilintilidir. Bu bağlamda Türk medyasındaki sistematik dönüşümü ve onun ait olduğu medya sınıfını anlamak için literatürdeki medya sistemi tartışmalarına değinmek faydalı olacaktır.
Medyada Sistem Tartışmaları
Araştırmacılar medya sistemlerini ele alırken sıklıkla karşılaştırma yöntemine başvurur. Her şeyden önce İngiliz filozof J. S. Mill’in de ifade ettiği üzere bu yöntem insanoğlunun dünyayı anlamlandırırken başvurduğu en temel sistematik akıl yürütmelerden biridir. Bu yöntemle bir medya sistemi farklı zaman dilimlerinde kendisiyle karşılaştırılabildiği gibi, aynı zaman dilimi içinde farklı medya sistemleriyle de karşılaştırılabilir. Özellikle medya sistemlerinin uluslararası karşılaştırılması, ulusal ölçekte gözden kaçabilecek medya ilişkilerinin ortaya koyulması için önem arz etmektedir.
Bu bağlamda literatürdeki en erken medya sistem tartışmalarından birini Siebert ve arkadaşları (1956) yürütmüştür. Bu çalışmada dünyadaki medya sistemleri yazılı basın özelinde otoriter, Sovyet, liberteryen ve sosyal sorumlu medya teorisi olarak dört baslık altında sınıflandırılır. İsminden de anlaşılacağı üzere otoriter medya teorisi medyanın belli bir yönetici azınlığın politik çıkarlarına hizmet edecek şekilde dizayn edilmesinden bahsederken; Sovyet medya teorisi medyayı sosyalist ideolojiyi yayma amacıyla kamusal çerçevede yürütülen bir faaliyet olarak ele alır. Devamında; liberteryen medya teorisi medyayı zayıf devlet ve güçlü piyasa prensibi üzerine formüle ederken, sosyal sorumlu medya teorisi ise devlete serbest piyasanın ve çarpık politik ilişkilerin yan etkilerini ortadan kaldıran düzenleyici bir rol atfeder.
Bu sınıflandırma dünyadaki medya sistemlerini ve onların siyasetle olan ilişkisini anlamlandırma yolunda ciddi bir tartışmayı ateşlemiş olsa da Siebert ve arkadaşları Soğuk Savaş dönemi ideolojik tartışmalarının etkisi altında kaldığı gerekçesiyle şiddetle eleştirmiştir. Benzer bir hataya düşmekten kaçınan Hallin ve Mancini (2004), sistem tartışmalarını daha bilimsel yöntemlere başvurarak ve ‘Batı demokrasileri’ olarak nitelendirilen ülkelerle odaklanarak sürdürmüşlerdir.
Hallin ve Mancini medya sistemlerini açıklarken medya pazarının yapısı, medya-siyaset ilişkisi, profesyonel gazetecilik ve devletin rolü gibi etkenlere odaklanır. Bu etkenler ışığında da Batı medya sistemlerini üç ana model altında toplar: Kuzey Atlantik, Kuzey/Merkez Avrupa ve Akdeniz modeli. Bu sınıflandırma başta coğrafi gözükse de Siebert ve arkadaşlarının sınıflandırmasıyla birçok benzerlik gösterir.
Kuzey Atlantik medya modeli devletin sınırlandırıldığı, piyasa ekonomisinin güçlü olduğu liberal karaktere sahip ülkeleri kapsarken (ABD, İngiltere, Kanada, İrlanda); Kuzey/Merkez Avrupa modeli ise devletin medyanın sağlıklı isleyişi için her türlü tedbiri aldığı ‘refah devleti’ ilkesini benimseyen ülkeleri içine alır (Belçika, Hollanda, Avusturya, Almanya ve Kuzey Avrupa ülkeleri). Son olarak Akdeniz modeli, demokratikleşmesi ve sanayileşmesi gecikmiş ve politik kutuplaşmanın yüksek olduğu Güney Avrupa ülkelerinin medya sistemlerini (Fransa, İspanya, Portekiz, İtalya, Yunanistan) açıklamak için kullanılır.
Kararsız Türk Medya Sistemi
Türk medyasının sistem tartışmaları içinde nasıl konumlandığına bakıldığında ülkedeki politik kırılmaların tartışmalara önemli ölçüde yön verdiği görülmektedir. Öyle ki son 20 yıl içindeki medya çalışmalarının Türk demokratikleşmesi ve Avrupalılaşma tartışmalarıyla paralellik gösterdiği söylenebilir. Örneğin, Türkiye’deki 2000-2010 aralığındaki demokratikleşme rüzgârı, uzmanları Türk medya sistemini Hallin ve Mancini’nin Akdeniz modeli altında değerlendirmeye itmiştir. Bu bağlamda Türk medya sistemi ideolojik kutuplaşmanın yüksek ve devletin yetki alanının geniş olduğu ancak çok sesliliğin belli ölçüde muhafaza edildiği bir medya sistemi olarak tanımlanmıştır.
2010’lardan sonra ise Türk siyasetindeki otoriterleşme ve kayırmacılık medya çalışmalarında tıpkı siyaset biliminde olduğu gibi yeni bir sistem tartışmasını tetiklemiştir. Özellikle 2016’dan sonraki olağanüstü siyasi atmosfer Türk medya sistemini otoriter devletlerin ya da kusurlu demokrasilerin medya sistemleriyle kıyaslanması sonucunu doğurmuştur.
Yürütülen bu tartışmalar Türkiye’deki medya-siyaset ilişkilerine ışık tutsa da bunlar medyanın politika üzerindeki dönüştürücü etkisini yeteri kadar açıklayamamaktadır. Özellikle yerel seçimlerde hükûmetin her türlü devlet imkânını ve medya gücünü kullanmasına karsın, muhalefetin yeni medya stratejileriyle nasıl sürpriz bir zafere ulaştığını açıklamak için daha kapsayıcı bir medya analizine ihtiyaç duyulmaktadır.
Medya Analizinde Yeni Yaklaşım
Türkiye’deki medya-siyaset ilişkilerinin daha iyi anlaşılması için analizlerin kapsam ve yaklaşım noktasında geliştirilmesi gerekir. Kapsam noktasında, mevcut analizlerin ağırlıklı olarak radyo, yazılı basın ve televizyon gibi geleneksel medyaya odaklandığına yukarıda değinildi. Bu aynı zamanda internet ve sosyal medya gibi kitlesel nitelik kazanmakta olan yeni medya araçlarının politik iletişimde hala hak ettiği ilgiyi görmediği anlamına gelmektedir.
Daha önceki araştırmalar sosyal medyanın eğlence amaçlı kullanıldığına ve politik iletişimin geleneksel medyanın tekelinde olduğuna değinmekteydi. Ancak son seçimler gösterdi ki Türkiye’deki toplumsal dönüşüm medya-siyaset ilişkilerinde yeni medyayı hesaba katmayı zorunlu kılıyor. Bu noktada Oxford Reuters Enstitüsünün Dijital Haber Raporu Türkiye’deki değişime dikkat çekiyor. Raporda Türkiye, Instagram’ı haber amaçlı kullanan ülkelerin başında gelirken, Facebook ve WhatsApp gruplarında da en çok siyaset konuşan yine Türkler. Tüm bunlara Türkiye’de sayısı gün geçtikçe artan dijital haber platformlarını, siyasi içerik üreten youtuberları ve sosyal medyada viral olan sokak röportajlarını eklediğimizde siyasetteki otoriterleşme ve kayırmacılığın yeni medya üzerindeki etkisinin sınırlı kaldığı görülmektedir. Bu açıdan uzmanların geleneksel medyanın politik iletişimdeki hegemonyasını gözden geçirmesi gerekmektedir.
Yaklaşım noktasında ise Türk medyası üzerine yapılan analizlerin siyasetin tekelinden çıkarılması gerekmektedir. Türk medyasını (araçlarından takipçisine) siyasetin elinde pasif bir değişken olarak ele almak gerçeği yansıtmamaktadır. Unutmamalı ki Türk medya marketi gelişimini matbaanın kurulduğu ilk günden bugünkü sosyal medya devrimine kadar kesintisiz olarak sürdürmüştür. Medyanın (daha çok geleneksel medyanın) demokratik karakteristiği siyasetteki gelişmelerden etkilense de medyanın ekonomik, kültürel ve teknolojik gelişimi siyasetten bağımsız ve küresel medya trendleriyle uyumlu olarak devam etmektedir. Öyle ki medyadaki bu gelişim bugün Türk siyasetini dahi dönüştürme potansiyeli taşımaktadır. Bunun bir örneğini son seçimlerde siyasilerin 17 yıl aradan sonra tekrar bir televizyon münazarasında karşı karşıya gelmesinde görmek mümkündür.
Politikanın medya üzerindeki dönüştürücü etkisine değinirken, medyadaki ekonomik ve teknolojik gelişmelerin politika üzerindeki dönüştürücü etkisini görmezden gelmek medya-siyaset ilişkilerini tam olarak anlaşılmasının önünde büyük bir engeldir. Belki de bu kısıtlı yaklaşım yüzünden uzmanlar, son seçimlerde muhalefetin yeni medya stratejileriyle elde ettiği sürpriz zaferi tahmin etmekte zorlanmıştır.
Sonuç olarak;
Türk medyası üzerine yapılan tartışmalar ciddi ölçüde politik bilimlerin gölgesinde cereyan etmektedir. Türk demokratikleşmesindeki iniş çıkışlar yalnızca siyaset bilimcileri değil, medya araştırmacılarını da sistem tartışmasına itmiştir. Bu tartışmalar medya-siyaset ilişkilerine ışık tutsa da tartışmalardaki sınırlı kapsam ve yaklaşım medyanın karmaşık gerçekliğini açıklamada yetersiz kalmaktadır. O halde yapılması gereken tartışmaları geleneksel medyanın tekelinden çıkarıp, medyanın siyaset üzerindeki dönüştürücü gücünü de hesaba katmak olmalıdır. Aksi takdirde ‘Türk medyası öldü’ tartışmalarından sonra muhalefetin sosyal medya stratejileriyle nasıl zemin kazandığını ve bunu müteakiben siyasetteki ve geleneksel medyadaki değişimi açıklamakta zorluk çekeriz.