[voiserPlayer]
“Ey millet! Allah size hidayet versin. Bütün insanlar namütenahi nimetler içinde onurlu bir hayat sürerlerken, sizler daha ne zamana kadar bu bitmez bedbahtlığınızda devam edeceksiniz? Hiç düşünmez misiniz? Nedir bu geri kalmışlığınız? Bütün milletler sizi binlerce fersah geçmiş, arkanızdan gelenler bile size yetişip geçmişlerdir. Hala onları izlemeyecek misiniz? İnsanlar gelişmişliğin doruğuna çıkarlarken, sizdeki bu düşüş nedir? Hiç gıpta etmez misiniz?”
Abdurrahman el-Kevakibi, Despotizmin Doğası ve Köleliğin İflası
Herhangi bir on dokuzuncu yüzyıl Müslüman düşünürü/okuryazarının yapabileceği en can yakıcı gözlemdi bu: Batı dünyası ile karşılaştırıldığında İslam dünyasının siyasi, askeri, iktisadi, kültürel, hatta bazıları için ahlaki açıdan açık ara geriliği. Bu geriliğin veya “Müslümanlardaki külli çöküşün”, sebebi neydi? Abdurrahman el-Kevakibi (1855-1902), Despotizmin Doğası ve Köleliğin İflası’nda bu soruya yanıt arıyor ve külli çöküşün esas sebebinin “siyasal despotizm (istibdat),” çözümün ise “anayasal şura” olduğunu iddia ediyordu.
İstibdat, halkı/tebaası üzerinde keyfi tasarruf ve icraatlerde bulunabilme yetkisi ve gücü olan yönetim şeklidir. İstibdat tasarruf ve icraatlarının sebep olabileceği neticelerden ötürü fiili veya yasal hiçbir hesap kaygısı veya cezalandırma korkusu duymadığı gibi, halkın menfaati, rızası veya iradesi, yasa, örf ve anane gibi herhangi bir sebeple de kısıtlı hissetmez. Bu saf haliyle istibdatın inşası ve devamı, hayatın farklı alanlarında radikal ve kapsamlı dönüşümlere gereksinim duyar. Bu alanlardan birisi de dini alandır. Aslında din alanında da istibdat vardır ve bu istibdatı insanları yüce bir yaratıcı ile korkutan ve onun gazabını ancak kendilerinin dindirebileceğine inandıran din adamları inşa eder. Aynı strateji siyasi istibdatın da stratejisidir: Zorbalık ve şiddetle halk korkutulur, sindirilir ve itaate zorlanır.
Bu ikilinin takip ettiği stratejinin benzerliğinden dolayı insanlar yönetici ile yaratıcıyı aynı sıfatlara sahip varlıklar olarak görmeye başlar, karşılarında kendilerini gördükleri konumlarını -kulluk/tebaalık halini- içselleştirirler ve zamanla yöneticilerine karşı durma veya onları sorgulama/denetleme içgüdüsünü kaybederler. Siyasal istibdat bu benzeşmenin insanların gözünde yerleşmesi için adımlar atar: Din adamlarını devşirir, tanrılara ait isimlere benzer isimler takınır, tasarruf ve icraatlerini dinle meşrulaştırır ve en uç durumda ise tanrısallık iddia eder. Din adamları siyasi istibdata başka yollarla da hizmet eder: istibdatın devamına hizmet edecek şekilde dini emirleri yorumlayarak, hatta yeri geldiğinde çarpıtarak, dinin ahlakla alakalı öğretilerine değil de ibadetle alakalı öğretilerine daha fazla vurgu yaparak, dini alt mezheplere ayırarak ve böylelikle ümmetin birliğini bölerek, dine sonradan kattıkları bidatlarla, dinin özünü bozarak ve müntesiplerini köleleştirerek…
İstibdatın inşası ve devamı için dönüştürülmesi gereken bir başka hayat alanı bilgidir. İstibdat ancak cahil insanların üzerinde inşa edilebilir ve sürdürülebilmesi de ancak insanların cahil kalmaları ile mümkündür. İnsanlar cahil kaldıkça korkar, korktukça teslim olur. Ancak bilgi sahibi oldukça konuşur, konuştukça da harekete geçer. İnsanları cahillikten kurtaran ise bilgidir. Ancak her türlü bilgi değil. Dil bilimleri, din bilimleri, teknik bilimler istibdat için bir tehlike arz etmezler. Hatta bu bilgi türleri istibdat için faydalıdır. Öte yandan, insanların düşünme kapasitesini geliştiren, onlara haklarını bildiren ve koruma yollarını öğreten sosyal bilimler ise istibdat için tehlikelidir. Bu yüzden de istibdat, bu tür bilimlerle uğraşanlara savaş açar, işkenceden sürgüne türlü zorluklar yaşatır.
İstibdat şan ve şerefe de savaş açar, onları değersizleştirir, gerçekleri yerine sahte şanlar üretir. Şan bir kişinin başkalarının kalplerinde kazandığı sevgi ve saygıdır. Şeref ise toplum veya din adına, mal bağışlama, toplum yararına bilgi yayma, hakkı desteklemek gibi yapılan bir fedakarlık sonucu kazanılan bir payedir. İnsan şan ve şeref için de yaşar ve gayret gösterir ve kazanılan şan ve şereften kendine has bir lezzet alır. Gerçek şan ve şeref toplum yararına yapılan hizmet ve fedakarlıkla elde edilirken, sahte şan ve şeref liyakatle veya fedakarlıkla kazanılmaz, ancak istibdata hizmetle kazanılır. İstibdat da bu yarattığı sahte şan ve şeref payeleri peşinde koşanlar sayesinde inşa edilir ve devam ettirilir. Zira istibdat, bu sahte şan ve şeref sahiplerini kullanarak insanları, gerçeklerin üstünü yalanlarla veya hamasi söylemlerle örterek aldatır. Ancak bu yeterli değildir. İstibdat aynı zamanda gerçek şan ve şeref peşinde koşacak, soylular, alimler ve din adamlarını da sindirir, kamusal görevlerden uzaklaştırır. Böylece en tepeden en aşağıya kadar devletin bütün kademeleri sahte şan ve şeref payeleri peşinde koşanlara kalır.
İstibdat bir toplumda servet birikimini ve dağılımını da etkiler. Zira istibdat altında hazine hırsızlığı ve mülkiyet hakkını koruyan kamu hukukunun olmaması sebebiyle de, insanların mal ve mülklerini gasp yoluyla servet birikimini de mümkün hale getirir. Bu yola tevessül ise ancak istibdatın hizmetine girmekle mümkündür. Bu yolla servet kazananların servetlerini korumak için istibdatın hizmetinde bulunmaya devam etmeleri gerekir. Böylelikle, istibdat sermayeyi, sermaye ise istibdatı ayakta tutar.
İstibdatın ahlak üzerinde de yıkıcı etkileri olur: Ahlakı zayıflatır, yozlaştırır, hatta yok eder. İstibdat insanı kendi milletine düşman yapar ve içindeki vatan sevgisini yok eder. İstibdat insanın kendi ailesine sevgisini, dostlarına olan sadakatini azaltır. İstibdat insanın mülk arzusunu yok eder, geleceğe dair umutlarını öldürür. İstibdat iyi insanları gösteriş ve ikiyüzlülüğe, kötü insanları ise utanmazlığa ve duyarsızlığa alıştırır. Zamanla her iki insan grubu için kötü ahlak artık alışkanlık halini alır. İstibdat insanı, özgüveni olmayan, zihinsel becerileri kıt, sadece behimi zevkler peşinde koşan ve en nihayetinde ise kolayca güdülebilecek sürülere, hatta kölelere dönüştürür. Bütün bu kapsamlı etkileri ile istibdat milletin terakkisini engeller. İstibdat “millete kene gibi yapışır, onun kanını emmekten zevk alır. Yalnız başına ya da milletiyle birlikte ölümüne kadar milletin yakasından düşmez.” Netice ise kaçınılmaz olarak, İslam dünyasında olduğu gibi, külli çöküştür.
Despotizmin Doğası ve Köleliğin İflası, İslam dünyasının Batı karşısında on dokuzuncu yüzyıl sonu itibariyle artık inkar edilemez geri kalmışlığının bir analizidir. Böylesine büyük bir soru ve sorun, el-Kevakibi’den önce, onun zamanında ve sonrasında da belki yüzlerce isim tarafından ele alındı ve farklı sebeplerle açıklanmaya çalışıldı. El-Kevakibi’nin kendisinden önce ve kendi zamanında ileri sürülen alternatif sebeplerin farkında olduğunu kitaba uzun ve detaylı bir önsöz yazan Muhammed Muhtar el-Şankiti’den öğreniyoruz. El-Şankiti’nin tespitine göre, el-Kevakibi bir önceki kitabı, Ümmül Kura’da, İslam dünyasının geriliğine dair öne sürülen 86 farklı sebebi zikrediyor. Ancak, el-Kevakibi’ye göre bütün bu farklı sebepler ara değişkenlerdir. Esas bağımsız değişken ise siyasal istibdattır.
Despotizmin Doğası siyasal istibdatın, birey, aile, toplum ve devlet katında yol açtığı değişim ve dönüşümlerin analizi. El-Kevakibi’yi orijinal kılan, kendisinden önce ve çağdaşları gibi anayasal şurayı bu soruna çözüm olarak önermesi değil. Onu asıl orijinal kılan, siyasal istibdat üzerine yoğunlaşması ve bu siyasal sistemin neticeleri üzerine kapsamlı ve sistematik bir tartışma yürütebilmiş olması. Ve bunu son derece canlı bir tasvirle yapabilmesi. Öyle ki, el-Kevakibi, gerek istibdatın en tepesindeki müstebitin, gerek istibdatın hizmetine koşanların, gerekse de istibdat altında yaşayan bireylerin psikolojilerine dair yaptığı gözlemleri, şayet bir roman olarak ele almayı düşünseydi, George Orwell’in Ondokuz-SeksenDört (veya Bin Dokuz Yüz Seksen Dört) eseri tadında bir romanı yazabilirdi.
Çağrışımlar
Abdurrahman el-Kevakibi, George Orwell gibi okuyucularını muhtemel bir tehlikeye karşı uyarmak için yazmadı kitabını. El-Kevakibi, gördüğünü düşündüğü gerçeği tasvir ediyor ve o gerçeği değiştirmeye/dönüştürmeye yönelik çağrıda bulunuyordu. İçinde yaşadığını düşündüğü istibdatın her seviyesine ağır ve acımasız eleştiriler yöneltti ve bunun bedelini ağır ödedi: Hapse atıldı, sürüldü ve sürgünde iken henüz 48 yaşında öldü veya öldürüldü. Kendi tabiriyle, kaderi, “bütün peygamberan-ı izamın (hepsine salat ve selam olsun), ulema-ı kibarın (yetkin alimlerin) ve udeba-i kiramın (necip edipler) ekserisinin” kaderiydi. Zira istibdat her zaman ilim ışığını öldürmek ve halkı zifiri cehalet karanlığına hapsetmek isterdi.
El-Kevakibi kendi tahayyülünde dini bir dava güdüyordu. İstibdata yönelik eleştirileri ve anayasal şura savunması da büyük oranda dini delillere dayanıyordu. Bunu da salt Batı’ya benzemek için değil, satır aralarından okunabildiği kadarıyla, dinin aslını ortaya koymak için samimiyetle yapıyordu. Bu haliyle de el-Kevakibi’yi yaygın kabule paralel olarak İslamcılık akımı içinde konumlandırmak mümkün, çağdaşları gibi çelişkilerle dolu birisi olsa da [mesela din-devlet ayrımını da savunuyor gibidir, Arap milliyetçiliği damarı da fark edilir ve politik olarak liberal iken, ekonomide sosyalizmi savunur].
Kitaba önsöz yazan el-Şankiti de güçlü bir şekilde el-Kevakibi’yi İslamcılık hareketi içine yerleştirir: “Kevakibi’nin kitapları, onun İslami geçmişini, İslam vahyi ve Nebevi tecrübe ile Hülefay-ı Raşidin dönemlerinin Müslümanlara ve bütün bir beşeriyete en adil ve en yüce siyasi sistemi kurmaya yetecek siyasi değerleri ve ilkeleri sunduğu ve İslam’a siyasal ruhbanlığı dayatmaya yönelik gösterilen her türlü çabanın hiçbir yarar sağlamayacak, abesle iştigal olduğuna dair derin inancını haykırmaktadır.” El-Şankiti de, Itzckak Weismann’a katılarak, el-Kevakibi’nin Müslüman Kardeşlerin kurucusu Hasan el-Benna’yı fikirleriyle etkilediğini iddia eder. Ancak, el-Şankiti önemli bir noktayı teessüfle eklemeyi unutmaz:
“Hasan el-Benna Kevakibi’den ‘ihvan’ tabirini, cemaatin örgütlenme şeklini, eğitim ve sosyal alanlardaki reform mesajlarını ilham almış olsa da maalesef ondan, istibdat politikalarına karşı sergilediği katı tutumundan, sosyal özgürlükler konusundaki teorik ve ahlaki yönden net olan siyaset nazariyesinden esinlenmemiştir.”
Ve, ekler el-Şankiti:
“Eğer Hasan el-Benna Kevakibi’nin düşüncesinin bu yönünden de esinlenmiş olsaydı, o zaman belki İslami hareketler tarihi başka bir yönde seyrederdi.”
Abdurrahman el-Kevakibi, Despotizmin Doğası ve Köleliğin İflası (İsti’battan İstibdata), Çevirmen: Adem Yerinde, Mana Yayınları, 2018. [Kitabın asli dilinde başlığı: Tabaiü’l İstibdad ve Mesariü’l İsti’bad]