[voiserPlayer]
Fetiş kavramı günlük hayatta çoğunlukla cinsel uyarılmayı sağlayan nesnelere referansla kullanılsa da aslında tapılırcasına sevilen her şeyi ifade eder. Daha temel anlamına gidildiğinde fetiş doğaüstü güçleri olduğuna inanılan bir tapınma nesnesidir. Fetiş kavramını siyaset literatüründe son derece işlevsel olarak kullanmak için elverişli bir siyasi kültür ortamında yaşadığımızı düşünüyorum. Türkiye siyasi kültüründe fetiş olarak niteleyebileceğimiz bir kültürel fenomen var: devlet.
Soyut ve hukuki bir özne olan devlet, Türkiye’de algılanış biçimiyle kıymeti kendinden menkul, toplumsal ilişkilerden ve tarihten azade, kendi kendine ve kendisi için var olan bir yüce özne konumundadır. Diğer devlet tezahürlerinde bu nitelikler ne derece farklılık gösterir, bu ayrı bir tartışma konusu. Ancak bu niteliklerin Türkiye’deki devlet algısını ve tanımını fetişizm olarak niteleyebileceğimiz düzeyde güçlü olduğunu iddia ediyorum. Elbette bu iddiayı daha sağlam dayanaklar üzerine oturtabilmek için bu alanda yapılacak değerler araştırmasına ve yurttaşın farklı bağlamlarda devletle ilişkilenme biçimlerini incelemeye ihtiyaç var. Ancak bunların şimdilik yokluğu, mevcut görünümlere dayanarak yapılacak spekülatif akıl yürütme ve yorumlara engel değil. Öyleyse başlayalım.
AKP döneminde Türkiye’nin devlet olarak sahip olduğu kurumsallık ve hukuk devleti niteliği iyiden iyiye ortadan kalkınca siyasette çıplak güç daha denetimsiz ve belirgin hale geldi. Meşruiyetin kaynağının her türden güç olduğu bir siyasal atmosfer oluştu. Bir karar veya eylemin geçerlilik ölçütü büyük ölçüde “yapılabiliyor” olmasına indirgendi. Elbette zaman zaman yapılabilirliğin sözde hukuki kılıfı oluşturuldu. Böylece eylemin yasallık ve meşruiyetinin kaynağı bizzat onu gerçekleştiren iktidar oldu. Daha basit anlatacak olursak denge ve denetim mekanizmaları ortadan kalktı. Türkiye kanun devleti ile ferman devleti görünümleri arasında salınan modern öncesi bir devlet niteliğine büründü. İktidar tüm eylemleri, salt iktidar yaptığı için yasal ve meşru kabul edilmeye başladı. Neticede herkesin dile getirdiği üzere hükümet ile devlet arasındaki ayrım ortadan kalktı. Tek bir kişi hükümet, hükümet de devlet oldu. Böylelikle devlete tabi olmak cumhurbaşkanına tabi olmakla örtük olarak aynı anlama gelir oldu. Bu anlatı açısından devlet fetişizminin işlevi, meşruiyet kaynağı ve hukuki olup olmadığı sorgulanmadan, devlet kisvesini eğreti biçimde de olsa giyinmiş olan iktidarın kitleler üzerindeki etki ve hegemonyasını devam ettirebilmesinde yatıyor. Bir diğer deyişle siyasi kültürümüzde mahiyeti, meşruiyeti ne olursa olsun devlet devlettir ve devlete itaat esastır sonucunu doğuruyor.
Bu çerçevede bağlılık gösterilen şeyin devlet mi yoksa iktidar sahipliği mi olduğu sorusu da akla geliyor. Devlet sözcüğünün etimolojik kökeninden hareketle yazdığı bir denemede anayasa hukukçusu Kemal Gözler, bu soruya iktidar sahipliği yanıtını veriyor.[1] Batı dillerinin çoğunda Latincede durum anlamına gelen status sözcüğünden ve hareketsiz kalmak kökünden türetilmiş olan sözcükler devlet olgusunu adlandırmak için kullanılıyor. Dilimizde kullandığımız Arapça kaynaklı devlet sözcüğü ise tedavül etmek, elden ele dolaşmak kökünden geliyor. Bu etimolojik spekülasyon çerçevesinden baktığımızda tarihsel gelişimi içinde devletin iktidar sahipliğiyle özdeş bir anlama büründüğünden kuşkulanabiliriz. Ancak etimolojik safsata hatasına düşmemek adına bu ilgi çekici ve eğlenceli spekülasyonu daha fazla ileri götürmüyorum. Bununla birlikte ben devlet ile iktidar sahipliğinin toplum genelinde eşdeğer görüldüğü kanısını paylaşıyorum. Türkiye’de vatandaşların devlet denince ne anladıklarına, hangi nitelik ve işlevleri devletle bağdaştırdıklarına ilişkin bir saha çalışması bu hipotezin sağlamasını yapacaktır.
Yazının girişinde tarihten ve toplumsal ilişkilerden azade, kendi kendine ve kendisi için var olan bir yüce özne olarak devletten bahsetmiştim. “Bin yıllık Türk devleti” ifadesi bu anlayışın en belirgin örneklerinden biridir. Ortada bin yıllık bir devlet yok ancak otoritesinin devamlılığı için tüm diğer her şeyin, hak ve hürriyetlerin, toplumsal refahın ve barışın teferruat olarak görülebileceği bir üst varlıktan bahsedilir gibidir. Önemli olan sorunlarını çözmesi, güvenlik, barış ve refah sağlaması için kendisini kuran halk değil devletin devamlılığıdır. Yani devlet toplum için bir araç olmaktan çıkıp amaca dönüşmüştür. En azından yukarıdan aşağıya doğru sirayet ettirilen bu zihniyetle devletin amaca dönüştürülmesi için çaba sağlanır. Ama bunun tek yönlü bir ilişki olduğunu söylersek siyasi kültürde devlet fetişizminin toplumsal bir fenomen olmaktan çok devlet elitlerine has bir fenomen olduğunu düşünebiliriz. Oysa devleti mutlak surette öncelikli ve her koşulda desteklenecek adeta tanrısal bir özne olarak görme eğiliminin sosyo-kültürel bir fenomen olduğunu en iyi görenler sağ iktidarlar, bilhassa da AKP iktidarı oldu. 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra hızını artıran otoriterleşmeyle iktidarını devletin kendisi olarak konumlandırmayı başardı. Bunun karşılığında beklediği toplumsal desteği de kazandı. Milliyetçi duyarlılıkları tahrik edilmiş kesimlerin de desteğiyle AKP iktidarını devletin beka davası olarak niteledi ve o günden beri bu konumda ısrarcı. Bugün de kendisinin devletle özdeş olduğu algısını sürekli işleyerek toplumdaki daima devletten (veya iktidar sahibinden) yana olma eğilimlerini harekete geçirmeye çalışıyor. Buna karşılık CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da akıllıca bir hamleyle bürokrasiye seslenerek bu algıyı kırmayı deniyor ve iktidar cenahında yarattığı huzursuzluğa bakacak olursak başarılı olmaya da başladı.
Devlet fetişizminin sadece sağa eğilimli toplum kesimlerinde gözlemlenen bir fenomen olduğunu söylemek doğru olmaz. Bu kültürel eğilimin çok katmanlı ve çeşitli görünümleri mevcut. İfade hürriyetinin kullanılması bu açıdan önemli bir gözlem alanı, adeta canlı bir laboratuvar. Ülkemizde ifade hürriyetinin kısıtlanması sadece sağ iktidarlara veya hangi görüşten olursa olsun iktidarlara has bir olgu değildir. Özellikle yeni kamusal alanlar yaratarak ifade hürriyetinin sınırlarını genişleten sosyal medya sayesinde bu konudaki toplumsal tepkiler artık daha kolay gözlemlenebiliyor. İktidar yanlılarının muhalifleri baskı altına almak için kullandığı CİMER başvurularının yanı sıra kişiler hoşlarına gitmeyen gönderi sahiplerini devletin cezalandırması için doğrudan İçişleri Bakanlığı ve Emniyet gibi kurumlara bu mecralardan ihbarda bulunabiliyor. Ancak bu davranış yalnızca iktidar yanlılarında değil, muhaliflerde de görülebiliyor. Geçtiğimiz yıl kendisi de Alevi olan genç bir stand-up komedyeninin Aleviler hakkında bazı ofansif şakalar yapması karşısında geniş bir muhalif kamuoyu harekete geçip yargılanması ve cezalandırılmasını istedi. Bu örnek ilk akla gelenlerden ama tekil bir olay değil.
Hoşuna gitmeyen kişiyi devlete dövdürme davranışı da devlet merkezli siyasi kültürün bir uzantısıdır diye düşünüyorum. Çünkü bu davranış, günümüz koşullarında iktidar karşıtlarını “devleti ve devlet yöneticilerini tahkir etme” gibi bir suç tanımı üzerinden cezalandırma konusunda epey cevval olan rejimin meşruiyet imajını pekiştiriyor, onu ters taraftan besliyor. İfade hürriyeti çok hassas bir titizlikle hem devlete hem de topluma karşı muhafaza edilmesi gereken bir evrensel demokratik kazanım. İfade hürriyetinin temelini aşındıran her türlü girişim Türkiye’de dönüp dolaşıp en fazla iktidar sahibi olana yarıyor. Bu hakkın savunulmasında yeterince kıskanç ve kapsayıcı davranılmadığında gücünü topluma doğru daha fazla genişletmek isteyen, amacı kendisi olan otoriter bir devlet kültü, insan hak ve hürriyetlerinin sınırlarında açılan gediklerden içeri sızıyor. Bunun son örneğini gazeteci Sedef Kabaş’ın cumhurbaşkanına hakaret ettiği iddiasıyla tutuklanmasında yaşadık. Hakaretin ilkesel olarak bir suç olmaması gerekliliği ve mevcut yasalara göre bile hakaret karşısında tutuklama tedbirinin alınamayacağı gerçekliği bir yana, AİHM’in devlet yöneticilerine yönelik sert eleştiri ve hakaretlerin normalden daha fazla hukuki güvence altında olması gerektiği yönünde birçok kararı var. Yani sahip olunan güç arttıkça eleştiri ve hakarete karşı daha hoşgörülü olma yükümlülüğü günümüz hukukunda yaygın kabul gören bir ilke. Sözde devletin “hukukunu” ve saygınlığını savunmak adına yurttaşın haklarını gasp etmek devletin yurttaşını bir paydaş olarak değil, bir rakip veya yer yer bir hasım olarak gören anlayışa işaret eder. Bu anlayış devletin kendinden menkul, kendi için var olan bir özne olmasıyla doğrudan ilişkilidir. Bu sorun da mı devlet fetişizmiyle ilişkili sorusunu biraz yanıtlayabildiğimi umuyorum.
Devlet merkezli siyasi kültürden sıyrılabilmenin yolu değerler hiyerarşisinde en üste evrensel hukuk normlarını ve onunla eşgüdüm içinde anayasayı (toplumsal sözleşmeyi) koymaktan geçer diye düşünüyorum. Yurttaşın ve her düzeyden devlet görevlisinin tabiiyeti kıymeti kendinden menkul bir devlet öznesine değil, o öznenin hukuki varlığını temin eden ve geniş toplumsal rıza üzerine inşa edilmiş anayasaya olmalıdır. Devlet dediğimiz yapının da bu toplumsal sözleşmenin sınırları içinde hareket etmesi ve ondan öte bir meşruiyete sahip olmaması, devletin, çıkarları toplumla rekabet eden herhangi bir çıkar grubuna dönüşmesini engellemenin önemli aşamalarından biridir. Türkiye’de yeniden güçler ayrılığının tesis edilmesi, devletin kurumsal mekanizmalarının ayağa kaldırılıp tekrar liyakat ilkesi çerçevesinde işleyişinin sağlanması gibi kurumsal dönüşümler kadar, hatta belki onlardan daha fazla, bireylerin günlük tutum ve davranışlarını biçimlendiren kültürel yapıların dönüştürülmesi gerekliliği de demokratik ilerlemenin önünde bir görev olarak duruyor.