[voiserPlayer]
İlker Aytürk’ün 2016’da Birikim dergisinde yayınladığı ve adı “post-Kemalizm yazısı” kalan makalesinde bir kuşak entelektüellerinin hem Türkiye siyasal konjonktüründe hem de küresel entelektüel-akademik trendler etkileşimindeki paradigmatik yükselişlerini, ancak yine yeni siyasal konjonktürde düşüş ve çöküşlerini ele almıştı. Post-Kemalizm olarak tanımladığı bu paradigmanın gözlenen çöküşü ve aşikarlaşan geçersizliğinin ardından ise yeni “post-post Kemalist paradigma”nın beklendiğini ifade etmişti. Ben de kendimce 2013’te yayınladığım Türkiye’de liberalizmin yakın tarihine ilişkin kitabımda benzer şekilde kendilerini ayrıştırmak amaçlı “demokrat” olarak tanımlanagelmiş bir kuşak entelektüelin o yıl itibarıyla (kitap ironik şekilde Gezi olaylarından hemen önceki ayda yayınlanmıştı) artık AK Parti’nin 2010 sonrası (ve perde arkasında Gülen cemaatinin) mutlak iktidarında süreçleri okuma kabiliyetini yitirdiğini, arkaikleştiğini, yeni durumları eldeki tarihsel-sosyolojik şablonlarla okuyamaz hale geldiğini ortaya koymuş ve “düne veda” ederken yeni bir şeyler söyleyemeyen bir kuşağın entelektüel olarak tasfiye olmaya mahkum olduğunu yazmıştım. Aytürk’ün yazısıyla etkileşimde birçok yazı da yayınlandı ama bu mevzunun bu kadar referansa rağmen değil tüketilmek, hala yeterince üzerinde hakkıyla konuşulmadığını söylemek gerek. Aynı şekilde beş yıl sonra, üstelik Gezi’nin yarattığı dalgalanma, canlanma ve hareketlenmeye rağmen, hala o paradigmanın pek de ortada olmadığını saptamak lazım.
Paradigmalar belli tarihselliklerle ortaya çıkan, gürbüzleşen ve ölüveren ön kabuller bütünüdür. Marksizm muhalefette (1917 öncesi) çok güçlü bir meta-eleştiri ortaya koymuştu ve pekâlâ ikna ediciydi. Ancak, Marksizm iktidarı toplumsal gerçekliğin çok daha komplike olduğunu ortaya koymuştu. Marksizm iktidarının Batı Avrupa solunda meta-eleştirisi ise yeni bir entelektüel paradigma üretmişti (Mesela Fransa, Soljenitsin’in Gulag Takımadaları’nın çevrilişi sonrası entelektüel ortam, Michael Scott Christofferson-The Antitotalitarian Moment). Türkiye’deki “demokrat” söylem de büyük ölçüde Fransa’da 1970’lerde bir tarihsel hesaplaşma ortasında totaliteryenizm yükünün Fransa’da devrim mirası jakobenizme uyarlanmasından mülhem Kemalizme uyarlanarak üretilmiş ve benimsemişti. Zira, tıpkı Fransa’da olduğu gibi Türkiye’de de bu gürbüzleşen söylemin kökeni Türkiye solundaki iç kavgalar, bölünmeler, ayrışmalar ve Türkiye sosyalizminin Kemalizmle girift ilişkisiydi. Sosyalist-Marksist mirasın, onu kötürüm bıraktığı düşünülen Kemalizmle hesaplaşmasının bir türeviydi. Bu hesaplaşma ise küresel solun 1990’ların ulus-devletlerin kanlı miraslarıyla yüzleşmesi, etnik temizlik ve soykırım on yılında milliyetçiliğe yeni sert bakışı ve modernleşmeciliğe-aydınlanmacılığa yeni solun şüpheci bakışıyla hemhal haldeydi. Yani bir tarihsel mirasa dayanıyor, bu referanslar ve anlamlar dünyası üzerinden yükseliyordu. Türkiye’de ceberutça gelişmiş bir merkezileşme ve ulus-devletleşme süreci ve yükü ülkedeki siyasal angajmanları belirlediği gibi küresel eğilimlerle uyumlu olacak şekilde, entelektüel arayışları da şekillendirmekteydi. Elbette, tüm entelektüel-akademik paradigmalar belli tarihsellikler üzerinde yükselir. Solunan bugün, geçmişin de nasıl anlamlandırılacağını belirler.
“Demokrat” entelektüeller aynı zamanda bir kuşaksal hareketti. Çoğu 1968 hareketinin öğrenci olarak parçası olmuş, Türkiye’nin içine kapalı fikri hayatının ve epistemik evreninin ötesinde okumalarla karşılaşmış, entelektüel cereyanlarla temas etmişti. Aynı şekilde süreç içinde benimsedikleri sosyalizmden 1970-1990 arasında hem sosyalizmin küresel krizi hem de Türkiye sosyalizminin tecrübesinden kaynaklı bir uzaklaşmayı deneyimlemişlerdi. Bu fikri serüvenlerinin sonucu 1990’ların küresel iyimserliğinde belli bir paradigmayı kolektif olarak üretmişlerdi. Ulusal düzeyde yaşananla bireysel düzeyde yaşananı örtüştürerek adeta her parçası birbirine tam oturan bir puzzle gibi, modern Türkiye’nin ekseni Kemalizme karşı anti-Kemalizm harcıyla da tutturularak, mükemmel bir büyük resme varmışlardı. Ancak bu önermeler, tıpkı benzer paradigmalar gibi tarihin sınavından geçemedi.
Bu kuşak bugün entelektüel hayattan önemli ölçüde çekilmiş durumdadır. Bu elbette esas olarak düpedüz yaşla ve söyleyecek yeni, ilginç ve heyecan yaratacak sözlerinin kalmamasıyla, ilgilidir. Sözleri çok daha az dinlenmektedir. Muhatapsız kalmaktadırlar. Ama aynı zamanda motivasyon kaybı, 20-30 yıllık mesainin ardından gelen yılgınlıkla da ilgilidir. Yazanların sadece görünürlükleri düşük kalmamakta, akacak kanalları da bulunmamaktadır. Aynı şekilde yazacak ve sinerjik şekilde besleyecek mecraların yokluğu da bir faktördür. Nokta ve Aktüel dergilerinin ardından Yeni Yüzyıl, Radikal, Taraf gibi bu tür sinerjiyi üreten, bu entelektüellere kolektif bir düşünsel güç olma hissini ve tatminini veren ve bir döneme damga vurmuş fikriyatın taşıyıcıları yoktur.
Bununla beraber bu kuşağın ya da cohort’un yerini alan bir dinamik entelektüel kuşağın emaresi de yoktur. Bugün zaten ortada ana akım medya yoktur. Ancak, onun ötesinde ana akımla popüler entelektüel mecraların yokluğu daha da yakıcıdır. Her ne kadar birçok haber portalı, blog ve benzeri dijital platform aktif şekilde yurtdışı ve yurtiçinden düzenli ve düzensiz yazarlarıyla faaliyet gösterse de, bir önceki entelektüel kuşağın fideliği olan yukarıda bahsedilen dergi ve gazeteler gibi, ulusal düzey dolaşımı olan mecralara kıyasla benzer entelektüel ağırlığı oluşturmaktan ve entelektüel tartışmaları tetiklemekten yoksundur. Aynı şekilde Türkiye’de üniversiteler bitiktir. Kendi pozisyonlarını koruyan akademisyenler kamusal entelektüel olmaktan kaçınmakta, görüşlerini olabildiğince kendilerine saklı tutmak zorunda hissetmektedir. Bu sadece netameli güncel siyasal alanların değil, daha teorik entelektüel ve teorik kamusal tartışmaların da alanını daraltmakta, kurutmaktadır. Bunlara sosyal medyanın olumsuz etkisini de eklemek mümkündür. Bu olumsuz etki hem (hızlı tüketim gereği) kısa yazılanı daha etkin ve görünür kılarken, daha emek yoğun ve içerikli çabaları daha görünmez ve etki etmez kılmasından hem de ulusal ana akım mecraların yokluğunda entelektüel kompartmanların birbirilerinden daha kopuklaşmasını, iletişimsiz kılmasını ve hatta cancellaması gibi farklı dinamikleri üretmesinden kaynaklanmaktadır. Sosyal medya aynı zamanda yeni kuşağın interaktif platformudur. Ancak, elbette tıpkı iki on yıl öncenin Ekşi Sözlük’ü gibi ancak gençlik altkültürlerinin çoğulcu ifadesinden ibarettir. Ancak, bir entelektüel tartışmanın ikamesi illüzyonu yaratmaktadır.
Bir kuşak tasfiye olmuştur. Buna ulusalcılığın altın çağında kanaat önderi olmuş ulusalcı kamusal entelektüellerin de arkaikleşmesi (ve karikatürleşmesi) eklenebilir. Ancak, bu kuşaksal dönüşüm hakkıyla gerçekleşmemiş, çok fazla gürültü (noise) arasında yeni bir kuşaksal ses (entelektüel anlamda) duyulmamıştır. Oysa ki muazzam bir dinamizm, dönüşüm ve hareketlilik söz konusudur. Son beş yılın en görünür toplumsal hareketlerinin kadın ve LGBT hareketleri olması tesadüf değildir. Aynı şekilde bu zaman aralığında sıra dışı melezlikler de (Nilüfer Göle’nin 2000 yılında Metis’ten çıkan derleme kitabına Melez Desenler ismini verilirken hayal edemeyeceği) üretildi. HDP’nin barış sürecinde yeni sol renkleri bir gökkuşağı koalisyonuymuşçasına ortaklaştırması, yeni bir dalga ve cazibe merkezi üretmeye çabalamıştı. Ancak daha taze Gezi mirasının üzerinde yükselen ve barış sürecinin ikliminde yeşeren bu dalga da sürdürülebilir olmadı. HDP’nin kriminalize edilmesi ve bu marjinalleştirmenin yeniden çatışma ortamının bir susturma mekanizması olarak kullanılması bir kenara, egemen klasik solun siyaset örgütlenmesindeki gücünün köklülüğü doğal sınırları çizmektedir. Geleneksel Atatürkçü duyarlılıklar, kimlik siyaseti temeli solun duyarlıkları, liberal refleksler iç içe geçiş şekilde bu gençlik altkültürünün siyaseten bohça halinin bütünüdür. Haliyle entelektüel bütünlük arz etmekten daha çok tepkisel reaksiyonlardır. İlginçtir, son beş yıllık bu yeni duyarlılıklar ve iç içe geçmiş kimlikler aslında tam da bugün karikatürleştirilen Göle ve benzerlerinin abartılı bir iyimserlikle söyledikleriydi. Göle ve kuşaktaşları bu çoğulculaşmayı Kemalist devlet ve onun düşünsel evrenine karşı bir fiili meydan okuma olarak öngörmüşlerdi. Şimdi ise aynı iyimser anlatı yepyeni (post-Kemalist ve İslami hegemonya altında) bir siyasi konjonktürde heyecan yaratmaktadır. Ulusalcı kanaat önderlerin bu yeni çoğulculuğa karşı dillendirdikleri ulusalcı endişeleri de bunu doğrulamaktadır. Ancak, bu çoğulculaşmanın bir siyasal karşılığı, ifadesi ve kanalları hala eksiktir. Gençliğin rap müzikten video oyunlarına, temalarla ana akım partiler tarafından bu altkültüre ulaşmak için araçsallaştırmaları anlamsızlık duvarına çarpmaya devam etmektedir. Yine (siyasalın dilini konuşmayı reddeden kof bir kuşak söyleminden de kaynaklandığı üzere) bu kuşaksal sesin entelektüel yansımaları da yoktur. Daha çok manasız ve içeriksiz bir (tıpkı 1990’ların gençlik övgüsü gibi) kuşak övgüsüne malzeme olmaktadır. Bu bakımdan tüm farklılık iddialarına karşın Batı çokkültürcülüğünden ve yeni toplumsal hareketler çalışmalarından beslenen demokrat söylemi sürdürmekten ibarettir.
İşte bu noktada bu siyasi muhatapsızlık bir taraftan siyasal arenada muhtemel bir tarihsel paradigmayı yönsüz ve belirsiz bırakmaktadır. “Demokrat” söylem, şahikasında, yeknesaklığı dayatan Kemalist devlete karşı çoğulculuğu taşıdığı iddia edilen reformist İslami hareket ve Kürt hareketinin tarihsel olarak belirlenmiş doğal ittifakını koyuyordu. Bugünse bu çoğulculuk, öyle ya da böyle, benzer bir makro tarihsel anlatıya yedirilerek, CHP’nin siyasi önderliğine eklemlenmek durumundaysa ne kimse CHP’nin tarihsel ve güncel zafiyetleri sebebiyle buna çok isteklidir, ne de CHP’nin yapısı buna tam müsaittir. Bu muhatapsızlık bir yandan sola yeni bir imkân açmaktadır. Sadece HDP değil diğer Türkiye solu oluşumları da hegemonya stratejileri doğrultusunda, “uzlaşmacı”, ana akım ve teknokratik değil, tam onlara karşı sol-popülist bir muhalefet örgütleme bir dalga yaratma çabasıdır. Elbette Avrupa’da sağ-popülizmin yükselmesinin ona reaksiyon olarak sol bir dalgayı tetiklemesi ve sol muhalefeti görünür kılması avantajına karşın, Türkiye’de solun siyasal güçsüzlüğü bu söylemin doğal sınırlarını çizmektedir. Yine aslında liberal söylem, sağ-popülizmin fütursuzluğuna karşı hak ve hürriyetler temelli sözü dinlenir bir alan bulsa da o da aynı sorunların pençesindedir. Liberalizm de tıpkı sol gibi toplumsal ve siyasal bir güçten yoksundur ve hem Kemalizm’in heyulasından hem de kendi geçmiş zafiyetlerinden dolayı makbul değildir. Bu sebeple sol hareketler de liberaller de ancak “yancılık” yapabilmektedir. CHP’deki Kemalistler homurdanmakta, Kılıçdaroğlu CHP’siyle git-gelli bir ilişki yaşamaktadır. Emine Ülker Tarhan’ın girişiminden beri CHP dışında “hakiki Kemalist merkez” çabaları hep fiyaskoyla sona ermiştir. İşte nasıl ki ülkede siyasal alanın yokluğunda 2000’lerin ilk on yılında AK Parti-DTP/BDP/HDP muhayyel tarihsel blokuna bir “kendilerini aşan misyon” yüklenmişti, aynı kılıf bugün CHP’ye biçilmeye çalışılmaktadır. Ancak CHP’ye aşağıdan değil (zira partilerin aşağıdan değiştirilmesi Türkiye partiler sisteminde çok mümkün değildir) yukarıdan etki etme çabaları bu imkanların sınırlarını çizmektedir.
Post-kemalist paradigma aşılmamış, post-kemalizmin tarihsel okuması hegemonik kalmaya devam etmektedir. Bir kuşak entelijansiya Türkiye’de yaygın bir heves olarak siyasi oyun kuruculuğa kendini kaptırmış, indirgemeci ikiliklerde bir kompleksiteyi görmezden gelmeyi tercih etmiş ve okumalarla kendini yenilemek yerine 1970’lerin Fransa’sındaki tartışma ve kavram setlerini çok daha karmaşık bir toplumsal ve siyasal gerçekliğe giydirmeye çalışmış ve bu gafletler dolayısıyla siyasi körlükleriyle siyasi alanda tasfiye olmuştur. Ancak, bu söylemin birçok dillendiricisi tarihin değirmeninde öğütülmüşse de de önermeleri (ve post-Kemalist akademik paradigma) post-Gezi kültürel iklimde süregitmiştir. CHP pragmatizmden öte Millet İttifakı bileşenleriyle bir sinerji üretmeye çalışırken de söz konusu olan post-kemalist bir vizyonun utangaç ve blok değiştirmiş sürümüdür. Zaten bu sebeple ulusalcılar (örneğin güncel “foncu” köpürtmelerinin altında yattığı üzere) CHP’yi dışarıdan işgal eden bu “artıklara” karşı teyakkuz halindedir. Bu yanlamanın CHP’nin ve “kitlesinin” “gerçek sesini” teslim ettiğineden yakınmaktadılar. Benzer şekilde sosyalist sol da (İslami hegemonyaya tepkili seküler) yeni kuşağın (en cepheden ve keskin) sesi ve siyasal temsili üzerinden kendini yeniden icat etmeye çabalamaktadır. İşte tüm bu hengamede bir entelektüel kuşak dönüşümü de yaşanmamıştır. Hala tüm sosyal medya homurtularına rağmen eski kuşak öğreten pozisyondadır.
Belki de artık yeni bir kuşak-paradigma üretilmeyecektir. Yani kolektif olarak bir yeni entelijansiya artık gelmeyecektir. Aynı şekilde Zira AK Parti iktidarının nasıl ve ne şekilde mağlup edileceğine dair uçuşan ve birbirleriyle çok sert çatışan tüm fikir demetleri (güçlü ve geçerli ideolojik ayrılıklara dayansa da) aslında belli önkabüllere dayanan büyük ölçüde kişiselleşmiş ve konjonktürel polemiklerden ibarettir. Türkiye’deki son beş on yıldaki muazzam toplumsal canlılık, dönüşüm ve yeni iç içelikler ise kendi siyasal temsiline kanal ararken, bu yolu açacak entelektüel canlılık da sahibini aramaktadır. Bu durum elbette önemli ölçüde uzun soluklu olmasa bile orta soluklu entelektüel mecraları yaşatabilecek maddi imkanları ve özgürlük ortamını kısıtlayan siyasal gerçeklikten kaynaklıdır. Ancak aynı zamanda da çağın düşünsel gerçekliğinden kaynaklı olarak hayatın gerçekliği ve akışıyla siyasal ve akademik alanlar arasındaki geçişleri kuracak ve derinleştirecek entelektüel mecraların darlığı akut bir sorun olmaya devam etmektedir. Entelektüel tarih networkler, düşünsel etkileşimler, kesişimler ve kuşak biyografileri üzerinden 20. yüzyıl entelektüel tarihini yazmaktadır. Türkiye’nin 20. yüzyılının da sosyalist soldan İslami ve muhafazakâr sağ entelijansiyaya devamlılıklar ve kırılmalarla düşünsel izleri sürülebilmektedir. 2010’ların düşünsel izlerini ileride nasıl süreceğiz sorusunun daha tatmin edici cevabını muhtemelen ancak yirmi otuz yıl sonra öğreneceğiz.
Fotoğraf: Anne Nygård